Uğur Güney Subaşı: Senin türüne siyaset yok evlat!

Ringlerde kelebek gibi uçup arı gibi sokan efsane eldiven Muhammed Ali’nin, ülkesine gönülden bağlı “genç ve heyecanlı” Cassius Clay’den, 1960 Roma Olimpiyatları’nda büyük bir azimle kazandığı ve tabii gururla taşıdığı altın madalyasını hiç düşünmeden şehirdeki bir nehrin soğuk ve karanlık sularına doğru fırlatarak ülkesiyle arasındaki tüm duygusal bağları kopartan “öfkeli ve olgun” bir Muhammed Ali’ye dönüşmesi; üzerinde ışıltılı olimpiyat ceketi ve altın madalyasıyla kendisinin doğup büyüdüğü Louisville Kentucky’de sıradan bir şehir lokantasına hem biraz yemek yemek hem de kazandığı o büyük başarının halk üzerindeki pozitif etkilerini yakından görmek üzere büyük bir heyecanla gittiğinde kendisine doğru öfkeli adımlarla yaklaşan lokantanın sahibi ırkçı bir beyaz tarafından “Senin türüne hizmet yok evlat!” uyarısıyla karşılaşıp o lokantadan “göstere göstere” kapı dışarı edilmesiyle gerçekleşmişti.

Aslına bakılırsa hem genç Clay’in hem de kendisiyle aynı sakıncalı ten rengine sahip diğer “olağan şüpheli” yurttaşların uğramış oldukları bu türden vahşi ayrımlar ve ötekileştirmeler o dönemlerin demokrat veya cumhuriyetçi fark etmeksizin tüm başkanları ve tabii kahir ekseriyeti Amerikan halkı açısından son derece doğal karşılanan oldukça sıradan, rutin hadiselerdi. Zira o verimli topraklarda asırlardır beyazlarla birlikte yaşayan siyahi köle torunları hem toplum hem de devlet nazarında zorla da olsa bir şekilde görülmeyi başarsalar da; seslerinin, isyanlarının, dileklerinin, hayallerinin, acılarının ve tıpkı Clay’in kazandığı gibi sükseli başarılarının beyazlar tarafından duyulmasını asla başaramamışlardı! Başaramadıkları her gün, her saat, her dakika, tıpkı ideal evliliklerde olduğu gibi kederde ve sevinçte, tasada ve kıvançta bir arada olunmasıyla tanımlanabilecek o meşhur “vatandaşlık bağı”nı her seferinde biraz daha, biraz daha, biraz daha gevşeterek hem doğdukları ve doydukları ülkeleriyle, hem de yan yana, omuz omuza birlikte yaşamanın hayalini kurdukları kadim beyaz komşularıyla, hemşehrileriyle aralarına belki de hiçbir hal ve şartta kapanmayacak büyük mesafeler bırakmışlardı.

Zaman zaman, özellikle de beyaz polisler eliyle, ırkçılık hastalığı yeniden hortluyor gibi olsa da, bugünün Amerika Birleşik Devletleri sınırları içerisinde hizmet veren tüm lokantalar diline, dinine, ırkına, ve tabii teninin rengine bakmaksızın her “türe” açık olarak hizmet vermektedir artık. Ancak tüm bu insani, olumlu gelişmelere rağmen günümüzün siyahi Amerikalıları yıllar boyunca ilmek ilmek gevşettikleri o vatandaşlık bağını yine de gevşetmeye devam ediyorlar mı, yoksa usul usul da olsa artık sıkılaştırmaya başladılar mı, hani Amerika’da yaşamadığım için onların ruh hallerini, bu konudaki tasarruflarının ne olduğunu doğal olarak bilemiyorum. Ama, 60’ların ırkçı Louisville Kentucky’sinde yaşanan o iğrenç türcülüğün, ülkenin en gözde sporcularından birisine dahi gösterilmekten sakınılmayan o korkunç ayrımcılığın, 20’lerin, 30’ların, 40’ların, 60’ların, 80’lerin, 2000’lerin, yetmedi 2020’lerin Türkiye’sinin her yanında bu toprakların “siyahileri” sayılan Kürtlere karşı, üstelik sadece lokantalarda da değil hani, başta siyaset arenası olmak üzere hayatın hemen hemen her alanında gösterilmeye devam edildiğini gayet iyi biliyorum, görüyorum ve Kürt olmamama rağmen tüm hücrelerimle hissediyorum.

Yoksa derdini dağda değil, ısrarla ovada anlatmak isteyen tüm muhalif Kürtlerin, hukukun ırzına geçilerek, memleket hapishanelerinde yıllardır siyasi rehin olarak tutulmalarına karşın içlerinde İslamcıların ve Kemalistlerin de olduğu bazı beyaz Türklerin söz konusu bu adaletsizliğe, vicdansızlığa ve pişkinliğe hiçbir şekilde tepki göstermemelerini; tepki göstermedikleri gibi de uğramış olduğu bütün bu adaletsizliğe rağmen ortaya koyduğu çelikten irade ile sadece Kürtlerin değil, tüm muhaliflerin de bir anda Mandela’sı haline dönüşen Selahattin Demirtaş’a 60’ların ırkçı Kentucky’sini hatırlatan türden “Senin türüne siyaset yok evlat!” denilmesini hiçbir hal ve şartta açıklayamayız.

Benzer haberler

İşte Türklerle Kürtlerin kederde ve sevinçte, tasada ve kıvançta bir arada olmalarının önündeki en büyük engel, ayrandan başka icatları olmamasına karşın nedense havalarından geçilmeyen Türklerin Kürtlere karşı göstermiş olduğu bu rezil ayrımcılıktır, Kürtlerin, arkasını devlet ideolojisine dayamış ve “üstün ırk” palavrasına kafayı takmış hakim Türkler tarafından bu kadar ısrar ve inatla ötekileştirilmesidir, dışlanmasıdır, aşağılanmasıdır. Türkler, Kürtlere böyle kibirli davranmaya devam ettikleri müddetçe yazı boyunca sık sık atıfta bulunduğum o “vatandaşlık bağı”nın bir daha hiçbir zaman sıkılaştırılmamak üzere kökünden kesilmesi, yıllardır yok sayılmalara isyan niyetine “yok edilmesi”, yine yıllardır görmezden gelinmelere isyan niyetine “görmezden gelinmesi” işten bile olmayacaktır. İki kadim halk arasındaki bu olası ebedi kopuşun önüne geçilmesi ise, toplumun tüm kesimlerinin bir an önce akıllarını başlarına devşirerek Kürtlerin anayasadan doğan haklarını onlara yeniden teslim edilmesi için sadece bu ülkeyi hali hazırda yöneten cari zalimlerin değil, bu ülkeyi ileride yönetmeye talip olan diğer siyasetçiler üzerinde de tüm güçleriyle baskı yapmalarıyla mümkün olabilir ancak.

Bu gerçekleşmez, Türkler, Kürtlerle anayasal bazda eşit birer yurttaş olmayı içlerine sindirmeyi bir türlü başaramazlarsa eğer, başta Demirtaş başkan olmak üzere an itibariyle demir parmaklıkların ardına hukuksuzca mahkum edilmiş tüm Kürtler ileride bir bir serbest bırakılsalar dahi, ki millet ittifakının önümüzdeki seçimleri kazanmasıyla birlikte bu durum hayata geçebilir gibi duruyor, sizi temin ederim ki o meşhur bağla başkent Ankara’nın orta yerinde kendilerini toplu halde boğarlar ama yine de onları bu topraklara, Türk komşularına, arkadaşlarına ve hatta hısımlarına bağlayan o “vatandaşlık bağını” asla ama asla yeniden sıkılaştırmazlar. Bu suretle, işin bu vahim noktalara varması istenmiyorsa eğer, AB standartlarında evrensel hukukun memleket sathında tesis edilerek insan hak ve hürriyetine saygılı, adaletli ve vicdanlı bir düzenin bir an önce inşa edilmesi gerekmektedir.

Aksi halde Türkler fazlalık olarak gördükleri Kürtleri hayatın her alanında yok etmeye devam ettikçe bu topraklar hep “bir eksik” olarak kalmaya devam edecektir.

*

Not: Bu yazı, birkaç yıl önce yine benim tarafımdan kaleme alınan Tür isimli yazının güncellenmiş ve geliştirilmiş halidir.

İlginizi çekebilir