Temel Demirer: Türbülanstan Sert Düşüşe Devletin Siyasal Hâl(ler)i

 “Bu düzen size

insanlığınızı unutturacak.”[1]

 

Geleceğ(imiz)i biçimlendiren günlerin karmaşasıyla yüzleşiyoruz.

Bu durumu yani “Türbülanstan sert düşüş trendine devletin siyasal hâl(ler)i”ni anlamak/ anlatmak bir anlamda yapan(lar)ı kavramak, ne yapıldığına veya neden yapıldığına dair bilgiye sahip olmakla mümkündür; “Bir şeyi gerçekten bilmek onu anmakla olur,” diyen Sokrates’in vurgusundaki üzere…

Yaşa(tıl)dığımız coğrafyada egemen kurmaca tarafından yönetilip, biçimlendirilen bir vahşetin kollarındayız. Yalanlardan, manipülasyonlardan kurulu gündelik yaşamın yüzeyselliğine yaslanan kapitalist tahakküm düzen(sizliğ)inde insan(lık)ın kendisini -her koşulda- kitleden, onu oluşturanlardan korumasını bilmesi “olmazsa olmaz”ken; “Çöküntü de bir çözümdür!” diyen Emil M. Cioran negatifin, çürüme olasılığının altını çizer…

Coğrafyamızda yaşanan -ne yazık ki- bugünlerde budur!

Çözülmeyen soru(n)ları ve kırılgan fay hatlarıyla yüze iki kala Türkiye kapitalist Cumhuriyeti’nin tarihsel açmazları – Kürt, Alevî, vd. ve sınıfsal meseleleriyle…- etnik ve sınıfsalken; çözümsüzlük toplumsal çürümeyi de devreye sokmaktadır. 

Şimdi, “Birlikte geçirilen bir felaket kadar insanları birbirine bağlayan hiçbir şey yoktur,”[2] gerçeğinin bilincinde; Walter Benjamin’in, “Eski güzel şeylerden değil, yeni kötü şeylerden başlamak gerekir,” uyarısına kulak vererek; verili durumda yeniye talip/ taraf olmak gerekiyor.

 

DURUM(UMUZ)

 

Kapitalist hiyerarşi ve baskının temel başarısı, insan yerine konmayanları, bunun doğal olduğuna inandırmalarıdır ki, coğrafyamızda da olan budur. Söz konusu tabloda iktidarla ittifak hâlindeki dini cehalet önemli bir rol oynarken; ezilen çoğunluğa itaat dayatılmıştır.

Durum her ne kadar Leonardo da Vinci’nin, “Pek çokları, aptal kalabalığı aldatarak, yanılsamalardan ve sahte mucizelerden gelir elde etmiştir,” ifadesindeki üzereyken; “Kitleler, kendilerine karşılaştırma yapabilecekleri ölçüler verilmedikçe ezildiklerinin bilincine varmazlar,” vurgusuyla George Orwell’in uyarısı da hatırlanmalıdır!

Bu saptamalar eşliğinde ekonominin dibe vurduğu siyasal durumu anlamak da, anlatmak da çok zorken; Prof. Dr. Fethi Açıkel’in, “Ortadoğu’nun cihatçı çeteleri Türkiye’de cirit atıyor,”[3] belirlemesini aktararak; tükenişin haritasına göz atabiliriz.

Coğrafyamızda yaşanan tükeniş süreci, ekonomisi uluslararası sermaye akımlarına bağımlı bir NATO ülkesi olarak Türkiye’nin ekonomik, askeri, siyasi kapasitelerinde tıkanmada, iç istikrarsızlıkta somutlanıyor.

Siyasal İslâm’ın, “dünya görüşünün” devleti, liderinin, partisinin ve hareketinin “birliği” olarak tasarlamasına yönelik bir devlet yaratılmaya başlamıştı. Bu süreçte, eğitim, sağlık ve ekonomi yönetimi çöktü. Ülke adeta “sultanın” dağıttığı “iltizam” ünitelerine dönüştürüldü. Kaynakları israf edilerek tüketilir oldu.

Temmuz 2018’de başlayan 27. Dönem Meclisi’nde Ağustos 2021’e kadar 64 Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılıp, bu kararnamelerdeki madde sayısı 2 bin 229 olduğu[4] “tek adam” totalitarizminin -olduğu kadarıyla!- “güçler ayrılığı”, “denetleme dengeleme” kurumlarını işlevsizleştirdiği; devlet kurumlar arası ilişkilerin “adamlar” arası yasadışı ilişkilere dönüştürüldüğü tabloda Peker-Soylu/Ağar çatışması rejimin genel karakterinin bir semptomudur. 

Bu “iç hesaplaşmanın” dışa vurumu olsa da, “süreç olarak faşizmin” bir semptomu olmaktan öteye anlam ifade edemez.

 

EKONOMİ CEPHESİ

 

“Mutlu azınlığın doyması için yığınların açlıktan ölmesi gerekir,”[5] diye betimlenmesi mümkün olan coğrafyamızda Thomas More’un, “Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur,” diye ifade ettiği beşerî paradoks yaşanıyor.

Binmez değil: “Hiyerarşik toplumun varlığı uzun sürede, ancak yoksulluk ve cehalete yaslanarak sürebilir.”[6]

“Yoksulluğun ilk etkisi, düşünceyi öldürmesidir.”[7]

“Yoksulluk ve açlık yürekleri çökertir, ruhları körletir, insanları acı çekmeye, köle olarak yaşamaya alıştırır: Öylesine ezer ki onları, boyunduruklarını sarsmaya güçleri kalmaz.”[8] 

“Yoksulluk bugün insani bir durum olmaktan çıkartılıp küçültücü bir durum hâline sokulmuştur.”[9]

* “Yoksulluk ne bombalar gibi patlıyor ne de atılan mermi gibi ses çıkarıyor.

Yoksullarla ilgili her şeyi biliyoruz: Neden çalışmadıklarını, ne yemediklerini, neleri olmadığını, neyi düşünmediklerini, kime oy vermediklerini, neye inanmadıklarını.

Bilmemiz gereken tek şey yoksulların neden yoksul oldukları.

            Sakın çıplaklıkları bizi giydirdiği ve açlıkları bizi doyurduğu için olmasın?”[10]

            “Yoksulluk sorununu yoksulların hayatta kalmalarını sağlayarak çözmeye çalışıyorlar.”[11]

Görülsün ya da görülmesin; fark edilsin veya edilmesin yoksullaşma dinamiği politikleşerek alttan alta bir – Karl Polanyi’ye atıfla – “Büyük Dönüşüm” hikâyesi yaratıyor.

Eşitsizliklerin artarken, gelir ve sınıf ayrışmasının daha da pekiştiği kriz ağırlaşıp; kapitalist temsil krizini de derinleştiriyor.

“Nasıl” mı?

Esnafın, işçinin, çiftçinin, emeklinin, yoksulun hâli ortada!

Hızla sıralayıp, hatırlatalım…

  1. i) OECD ülkeleri arasında Türkiye, genç işsizliğinde dördüncü sırada…[12]
  2. ii) ‘İşsizlik ve İstihdam Kasım 2020 Raporu’na göre, 2 milyon 560 bin 15-34 yaş arası gencin işsiz olduğu Türkiye’de, gençlerin iş bulma ümidi de giderek azaldı…[13]

iii) ‘Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2020 Yılı Faaliyet Raporu’na göre, ekonomik krizin altında ezilen 6 milyon 630 bin 682 hane sosyal yardımlardan yararlandı. 2020’de sosyal yardım alan hane sayısı 2019’a göre yüzde 101 arttı…[14]

  1. iv) Türk-İş, 4 kişilik ailenin açlık sınırını 2 bin 767, yoksulluk sınırını 9 bin 13 lira olarak hesapladı. Bu hesaplara göre 2021’in birinci yarısı dolmadan asgari ücret açlık sınırının altına indi…[15]
  2. v) Milletvekili Veli Ağbaba, TÜİK Tüketici Fiyat Endeksi’ne göre bir yılda gıda ürünleri fiyatlarının yüzde 63’e varan oranda zamlandığını belirtti…[16]
  3. vi) “Türkiye gelir eşitsizliğinde Avrupa’da ilk sırada”…[17]

vii) Türkiye’de 2018’in ikinci yarısından 2020’ye bireysel kredi kullanımı hızla artırdı. Bireysel kredi borçluları, bir yılda 2.5 milyon kişi artarak 34 milyona dayandı. Ortalama borç ise 25 bin 336 TL…[18]

viii) Bankalar Birliği (TBB) verilerine göre Mart 2021 itibariyle bireysel kredi kullanan kişi sayısı (takipteki krediler hariç) bir yılda 2.3 milyon kişi arttı. Böylece 34.5 milyon kişi bireysel kredi kullanmış oldu. Ortalama bireysel kredi riski yüzde 27.1 arttı…[19]

  1. ix) ‘Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) Küresel Borç İzleme Raporu’na göre, Türkiye’nin 2020 ilk çeyreğinde yüzde 144.3 olan toplam borcun milli gelire oranı ise 2021’in ilk çeyreğinde yüzde 163.4 oldu. TÜİK tarafından 717 milyar dolar olarak açıklanan 2020 yılı milli gelirine göre hesaplandığında Türkiye’nin toplam borcu dolar cinsinden 1 trilyon 171.5 milyar dolara ulaştı. Bu borcun yüzde 87.2’sini döviz cinsi borçlar oluşturdu.[20]
  2. x) Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Sabri Tekir, “Türkiye on altı yılda saniyede ortalama 871 dolar faiz ödemiştir…[21]
  3. xi) Salgının da derinleştirdiği ekonomik kriz, icra ve iflas dosyalarını patlattı. İcra dairelerine günlük gelen dosya sayısı 1100’ü aştı. TESK verilerine göre 2021’in ilk çeyreğinde işyerini kapatan esnaf sayısı yüzde 11 artışla 29 bin 37’ye yükseldi. Üç ayda en az 29 bin esnaf, 2 bin 694 şirket kapandı. İşsiz sayısı 9 milyonu aştı…[22]

xii) 2020’nin ilk 9 ayında kapanan şirket sayısı 10 binin üzerine çıkarak rekor kırdı. Sadece 2020 Eylül’ünde 1582 şirket kapandı. Sayı 2015’ten beri sürekli artıyor…[23]

xiii) 12 ayda ülke genelinde 124 bin 910 esnafın iflas ettiği belirlendi. Esnaf ve sanatkârların 99 bin 588’i 2020’de iflas ederken 19 bin 727’si de 2021’in ilk iki ayında faaliyetlerine son vermek zorunda kaldı…[24]

 

YAPISAL BAŞKALAŞIM

 

Hermann Hesse’in, “Bizzat sorumluluk yüklemek ve düşünmek istemeyenlerin lidere ihtiyaçları vardır,” saptamasıyla müsemma “tek adam” rejimi, Türk sağının devlet ile koordine bir biçimde İslâmi-muhafazakâr bir yapıya evril(til)mesinin ürünüdür.

Siyasal İslâm’ın iktidarının sağ popülizme sarılan yükselişi, İslâmî kültürel taleplerle ve pratiklerle pekiştirilip; kliyantel ilişiler ağı genişletilirken Anooshirvan Miandji’nin sorusu bir çok şeyin de özeti:

“Ortada ciddi bir çelişki var; çok esaslı bir soru var ancak kimse sormak istemiyor: Toplumun geneli çok ahlâklı ama küçük bir ahlâksız grup mu tüm bu kötülükleri yapıyor? Yoksa toplumun geneli ahlâksız da küçük bir ahlâklı grup mu tüm bu kötülüklere maruz kalıyor? Karar verelim!” 

Kolay mı?

Ortada “Mafyayla dans”[25] eden bir realiteyle yüz yüzeyiz…

Türkiye’de yılda 1.5 ton kokain yakalanırken Mersin Limanı’nda tek seferde 1.3 ton kokain ele geçirildi. Türkiye’nin yeni bir kokain rotası olduğuna şüphe yok;[26] bu durumda şu soru artık rahatlıkla sorulabilir: Türkiye, uyuşturucu cenneti olan Latin Amerika’nın unvanını elinden mi alıyor?

Bir araştırmaya göre İstanbul, kokain kullanımında New York’tan sonra ikinci sırada yer alıyor. Esrarda İstanbul ikinci, Adana ise üçüncü…[27]

Yıllardır “Vatan Millet Sakarya!” ya da “din, iman, İslam!” nakaratlarıyla milyonlar avutulurken; gelinen nokta budur.

Kanun kaçakları, katiller, gaspçılar, operasyon elemanları, polis ve istihbarat yöneticileriyle al takke ver külah vaziyette ülkenin altını üstüne getirdiler. Ülkenin çok değerli aydınlarını, yazarlarını, siyasetçilerini hedef alıp kurşunladılar, bombalı paketler yollayıp yok ettiler, havaya uçurdular. Sağ kalanları da “hain” diye damgaladılar.

“Ne yapıyorsunuz” diye sorulamadı. Onlar da “Devlet bazen böyle şeyler yapar” diye kalıp cümlelerle hazır beklediler. 

“Tek adam” totalitarizmiyle keyfiliği üst düzeylere çıkaran siyasal İslâm’ın partisi AKP, siyasi iktidarı ve devleti ele geçirme, rejimini inşa etme sürecinde birçok yol ayrımından geçti. İktidara ilerleyen toplumsal hareketlerin liderliklerinin yola çıkarken kurdukları ittifakların temsilcileri (parti, akım ya da bireyler), sürecin aşamaları değiştikçe gündeme gelen yol ayrımlarında, bir salamın dilimleri gibi kesilip tasfiye edildi. 

AKP ilk yol ayrımını, liberal entelijansiya ve Kürt hareketiyle yaşadı. AKP ve rejim, liberal demokratik bagajını sırtından attıktan sonra, kendi içinde liderliğinin istikrarını bozabilecek unsurlara yöneldi. 7 Haziran seçimlerinden sonra Davutoğlu hükümetten ve nihayet partiden uzaklaştırıldı. En sert yol ayrımı, Fethullah Gülen hareketiyle, kanlı ve travmatik bir biçimde yaşandı.

AKP, liberallerle ve Kürt siyasi hareketiyle bağlarını kopardıktan sonra, artık seçimlerde tek başına hükümet kuracak kadar oy alma şansını kaybettiğinde, bunlardan boşalan yeri şoven milliyetçi akımlarla doldurmaya çalışmıştı. Bu yeni ilişkinin kaçınılmaz sonucu, MHP’nin ve eski güvenlikçi bürokrasinin, kimi MAFYA ilişkili unsurlarının rejime eklenmesiydi.[28]

Sonrasında… “Siyaset-Mafya-Ticaret”in kirli üçgeninde “makbul” mafyadan “mafya bozuntusu”na rücû ettirilen Sedat Peker tüm bunların özetidir sanki… Peker’i konuşurken, beş yıldızlı otellerin, ballı arazilerin ucuza kapatılma hikâyesi, yalıların sessizce el değiştirme öyküsü, faili (belli) meçhullerin hikâyesi tüm netliğiyle karşımıza çıkıyor!

 

MAFYA(LARI)

 

Burada bir parantez açıp, 10 Ocak 1992’de bir televizyon kanalının ‘Kırmızı Koltuk’ programında “mafya”yı şu cümlelerle tanımlayan Dündar Ali Kılıç’tan aktaralım:

“Şimdi efendim, bütün dünya ülkelerinde mafya teşkilâtları vardır. Türkiye’de de vardır. Ama mafya kimdir, işte bu tartışılır. Mafya bir teşkilât olayıdır. Mafyanın Meclis’te milletvekilleri olur, bakanları olur, polis müdürleri olur, her kesimi hatta fahişleri bile olur. Bu teşkilâtlara sahip olan insanlardır mafya…”

“Mafya, anlattığım gibi bir örgüt olayıdır. Mafya vardır tabii… Devlet bankalarını soyanlar, bu fakir halkın parasını soyanlar, hileye dayalı teşkilâtlar kurup, bu paraları alanlar mafyadır tabii…”[29]

İlaveten Amerikalı sosyolog Robert K. Merton’un çarpıcı tespitlerini göz atalım: 

“Resmi yapıların işlevsel yetersizlikleri, mevcut ihtiyaçlara etkin bir şekilde yanıt vermek için alternatif (resmi olmayan) yapıları ortaya çıkarmıştır. Tipik olan, ekonomik büyümenin çalkantılı yürüdüğü ve devletin, bu yüzden ortaya çıkan problemlere karşı mücadelede yetersiz kalabildiği toplumsal koşullarda mafyanın etkili olmaya başlamasıdır. Mafya, bu tür problemleri kısa vadede çözme iddiası ile ortaya çıkar.”[30]

Sedat Peker, Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı cinayeti için Mehmet Ağar ve Korkut Eken’in kendisinden tetikçi istediğini açıkladı. Devlet-mafya-siyaset üçgenine dair tüm dünyadaki soruşturmalarda temel kaynak bu ilişkiler içindekilerin itiraflarıdır. 

“Susurluk Çetesi, AKP’nin içinde yaşıyor sonuçta.”[31] Milletvekili Faik Öztrak’ın, “Bugün yaşanan her bir skandal, 1996’da kamyon kasasında patlayan, Susurluk skandalından çok daha beter… Bugün ortada ne işletilen bir yargı süreci, ne işleyen bir parlamento denetimi, ne de birkaç istisna dışında skandalları yazıp çizebilen bir medya var. Erdoğan şahsım hükümeti ve bu ucube sistem, eski Türkiye diyerek istiskal ettikleri 1990’lara bile artık rahmet okutuyor,”[32] ifadesindeki üzere![33]

Devletin ilkin İttihat ve Terakki’de tecessüm eden “derinlerindeki” gerçek, mafyanın güncel boyutlarında aşikâr bir özellik kazandı; dolayısıyla da “Ülkeyi yöneten derin ağlar”[34] olmaktan çıktı…

“Nasıl” mı?

Öncelikle Sedat Peker’in mafya, çete lideri olduğu bir gerçektir. Ne var ki çete liderinin çok değil birkaç yıl önce, hem de Erdoğan’ın memleketi Rize’de AKP için seçim çalışması yaptığı da bir gerçektir. Boy boy fotoğraflarla yandaş medyanın desteği de!

Muhalefeti tehdit ettiğinde Peker, iktidar kanadı için makbul bir şahsiyet değil miydi? Peker’e Emniyet koruması verilmesi, gittiği kentlerde kendisine jammer ciplerle eşlik edilmesi işte bu desteğe karşı verilen “prim” olarak okunamaz mı?

Hatırlayın: Erdoğan ile Sedat Peker yan yana geliyor; samimi bir şekilde sohbet ediyorlardı.

Peker, o anı şöyle anlatmış: “Kıymetli dostlarım, Sayın Cumhurbaşkanı’nın insanların içinde beni kabul ederek elimi sıkıp sıcak bir şekilde birkaç kelime söylemesi tabii ki kendisi açısından bakıldığında birileri tarafından siyasi bir risk olarak görünebilir. Ancak benim fikrimi sorarsanız Sayın Cumhurbaşkanımız şahsımla ilgili bazı art niyetlilerin özellikle görmek istemediği toplumdaki yerimi görmüştür. Bu fotoğraftaki an, benim toplumdaki normalleşme konumum için önemli bir kırılma anıydı. Ben bunun farkındayım. Bu sebeple yaşadığım sürece Sayın Cumhurbaşkanımıza karşı bu davranışından dolayı minnettar kalacağım.”

Bu açıklamaya göre Peker’in toplumdaki normalleşme konumu Erdoğan ile görüştürülerek sağlanmış. Söz konusu görüşmeden tam bir hafta önce, genel seçimlerden ise bir gün önce, 6 Haziran 2015’te Peker, “7 Haziran sadece bir seçim değil, hilal ile haçın mücadelesidir” diye tweet atmış ve AKP’ye açık destek vermiş.

6 Haziran 2016’da Yeni Akit’ten Murat Alan’a verdiği röportajda ise cemaat bağlantılarını açıklayan Sedat Peker şunları demişti:

“İlk olarak 1989 yılında Menzil cemaati ile tanışmıştım. Şeyh Raşit Muhammet Erol Hazretleri’nin elini öpme şerefine nail olmuştum. Daha sonra 1990’lı yılların başında İsmailağa cemaatinin lideri Mahmut Efendi Hazretleri’nin elini öpme şerefine nail olabildim. Cezaevinden çıktıktan sonra, Erenköy cemaatinin lideri Hikmet Efendi Hazretleri’nin elini öpüp hayır dualarını alma şerefine nail oldum. Şeyh Nazım Kıbrıs-i Hazretleri’yle de yüz yüze görüşemedik ancak her daim kendisinin hayır dualarını ve yolladığı hediyeleri alma şerefine nail oldum. Bu dört dini cemaate karşı kalbimde yoğun bir sevgi ve saygı var. Ancak tabii ki Allah rızasına hizmet eden tüm cemaatler de bizimdir. Onlara da sevgimiz, saygımız ebedidir.”

2017’de başkanlık sistemini getirmek amacıyla yapılan anayasa değişikliği referandumu sırasında da iktidara yardım eden Peker, Taha Ün’ün önerisine yanıt vererek sosyal medyada destek videosu paylaşmıştı. 

20 Haziran 2018’de ise Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını şu sözleriyle desteklemiş: “Meclis’te Cumhur İttifakı’nın çoğunluğunu sağlayıp ilk partili Cumhurbaşkanı olarak da Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı seçtirmek, Türk-İslâm davasına inanmış tüm dava adamlarının boynunun borcudur.”

Bu mafya liderinin hapisten çıktığı 10 Mart 2014’ten sonra sistematik olarak AKP’ye ve Cumhur İttifakı’na her seçimde beyanatlarıyla, mitingleriyle destek verdiği açık… 

Kendisine iktidarın koruma sağladığına ve yurtdışına çıkışına göz yumulduğuna dair kanıtlar da ortada…[35]

Şimdi, “Mafyayla poz verenler mafyayı bitiremez,”[36] diyenler haksız mı?

 

KLİYENTALİST KLEPTOKRASİ

 

Verili tabloda “Mafyanın siyasallaşması değil, siyasetin mafyalaşması”ndan[37] söz edilmeliyken; kapitalist yasadışılığın, ahlâki çöküntünün, siyasi çürümüşlüğün ya da kleptokrat kliyentalizmin ne olduğu sergileniyor.

Malum, “kleptomani” sözcüğü hırsızlığı anlatan bir tür hastalıktır. Ruh doktorları, kleptomaniyi “çalma dürtüsünün denetlenememesi” olarak açıklar. 

Gelelim yönetim biçimi olarak “kleptokrasi” ye… 

Kleptokrasi, halkın kendi hırsızını kendi oylarıyla seçmesidir. Ya da bir ülkede iktidarı ele geçiren bir ailenin ya da siyasal grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soyması demektir. Kısaca hırsızlar rejimi anlamına gelir. 

Hırsızlar rejimi yolsuzluk demekken; ‘Uluslararası Şeffaflık Örgütü/ Transparency International’nün, ‘2020 Yolsuzluk Algı Endeksi’ne göre Türkiye, OECD ülkeleri arasında sondan 3. oldu. 180 ülke arasında 86’ncı sırada yer aldı. Türkiye, 8 yıl içinde en çok gerileyen 5 ülke arasındaki yerini değiştirmedi.[38]

Yine hırsızlar rejimi kliyentalizm demekken; 5 yılda en çok kamu ihalesi alan 20 müteahhit belli oldu. Listenin başındaki 5 firma 5 yılda 161 milyar 306 milyon liralık 55 sözleşme imzaladı. 55 ihâlenin sadece 3’ü açık usulde yapıldı. Kalanlar kapalı kapılar arkasında dağıtıldı. Listenin zirvesine 2021’de tek ihaleyle ortak olan ERG İnşaat dikkat çekti. İlk 20’de tanıdık firmalar: Makyol, Özgün Yapı, Özaltın, Taşyapı, Yapı ve Yapı, İC İçtaş, Astur, Limak, Nurol, Gülermak, YSE, İzbeton, Doğuş İnşaat, Yapı Merkezi ve Eze listedeki diğer müteahhitler oldu. Cengiz, Makyol, Özgün Yapı, Taşyapı, IC İçtaş, Astur, YSE, İzbeton, Doğuş İnşaat, Yapı Merkezi ve Eze 2020’ye göre listede daha aşağı sıralara indi. Bunun yanında Rönesans, Özaltın, Limak, Nurol ve Gülermak listede daha üst sıralara çıktı.[39]

Ayrıca hırsızlar rejimi kayırmacılık demekken; AKP’li Başakşehir Belediyesi’nin iştiraki Başakkent Şirketi’nin yemek hizmeti ihalesini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) AKP’li meclis üyesi Ömer Faruk Akbulut’un şirketinin aldığı ortaya çıktı. Şirketle belediye arasında 14 milyon 594 bin 580 lira üzerinden sözleşme imzalandı. AKP’li Akbulut, aynı zamanda Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) Mütevelli Heyeti üyesi. Şirket AKP’li Beykoz Belediyesi’nden de milyonlarca liralık ihale almıştı.[40]

Ve dahası!

Mesela… AKP’li Fatih Belediyesi’nin 2014’de Güney Afrika’ya düzenlediği ‘inceleme’ gezisi, “bu kadar da olmaz” dedirtecek bir gerekçeyle aklandı. İçişleri Bakanlığı’nca “seyahat harcamalarında usulsüzlük” iddiasıyla 4 yıl sonra 2018’de başlatılan soruşturma kapsamında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun imzasıyla aralarında dönemin Belediye Başkanı, şimdinin AKP İstanbul Milletvekili Mustafa Demir’in de bulunduğu 4 belediye yetkilisi hakkında “soruşturma izni verilmemesine” karar verildi. Gerekçe olarak ise “şirket yetkilisinin geziden tam 4 yıl sonra kamu zararını ortadan kaldırmak için 140 bin TL’yi belediye muhasebesine 6 Şubat 2018 tarihinde yatırması” gösterildi.[41]

Mesela… Görevde yükselmek için ilk koşul iktidara yakınlık. AKP döneminde onlarca isim, birden fazla yönetim kurulunda yer alıyor. Eski-yeni siyasetçiler, bürokratlar kamu idarelerinin yönetim kurullarındaki görevleri sayesinde binlerce lira maaş alıyor.

İktidarın eski ve yeni siyasetçileri, bürokratları, AKP’lilerin yakınlarını zenginleştirme aracı olarak yönetim kurulu üyeliklerini kullanma alışkanlığı kamunun hemen her alanına yayıldı. Birden fazla maaş alanların sayısı her geçen gün artıyor. Esas görevinin sağladığı maaşla yetinmeyen yandaş isimler, iki üç yerden maaş alarak zenginleşiyor. Yönetim kurulu üyelikleri ve her toplantı başına aldıkları “huzur hakları” ile “köşeyi dönenler” arasında belediye başkanları, bakan yardımcılarının yanında AKP’lilerin akrabaları da bulunuyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Kamu görevlileri, kadrolarına bağlı pozisyonları dışında, en fazla bir kurumun yönetim veya denetim kurullarında görev alabileceklerdir” açıklaması hayata geçmedi. Birden fazla yönetim kurulunda görev yapanlar arasında asgari ücretin 50 katını bir ayda tek başına kazananlar, net maaşı yüz bin lirayı geçenler olduğu da biliniyor.[42]

Kliyentalist kleptokrasi rejimi artık sürdürülemez!

“Neden” mi?

Michael Vlahos, ‘The Doom of The Elites/ Seçkinlerin Kör Talihi’[43] başlıklı makalesinde –tartıştığımız konuyu aydınlatırcasına- şunları diyor:

  1. i) Seçkinler her zaman statülerini ve servetlerini büyütmeye çalışırlar… 
  2. ii) Seçkinler bir dönem önderlik ettikleri halktan zamanla koparlar. Önderlik etmelerine olanak veren söylemin içi boşalır. Halk artık ne ülke ne de bu liderlik için savaşmak ister. Onlar da giderek daha otoriter uygulamalara başvururlar. 

iii) Seçkinler, kendilerinin “ulus” olduğuna inanmaya başlarlar; artık arzuları adeta Tanrı’nın iradesine dönüşmüştür. 

  1. iv) Seçkinlerin önerdikleri çözümler, sorunları daha da ağırlaştırır. Kendi çıkarlarıyla iktidarda kalmak, kendilerini uygarlık olarak gördüklerinden ne pahasına olursa olsun ilerlemek ile temsil ettikleri halkın talepleri arasında sıkışırlar; sık sık çıkışı, yoksullara sadaka dağıtmakta, mega projelerde ararlar. 
  2. v) Seçkinler kendi çöküşlerini önceden göremezler. Gittikçe daralan toplumsal desteği korumak için toplumu kutuplaştırma, “böl ve yönet” politikaları giderek toplumu yönetilemez hâle getirir.

Türkiye’ye dönersek, siyasal İslâm’ın, AKP’nin seçkinlerinin, “yükselme ve çöküş” sürecinin, yaklaşık beş kuşakta geçtiği beş aşamayı, bir kuşak içinde aşmayı başardıklarını söylemeli[44] ve görmeliyiz.

Coğrafyamızda tarih daha da hızlanıp bir karara varacakken; devleti de, geleceğ(imiz)i de sınıf mücadelesinin ritmi belirleyecektir.

 

KISA DEVLET PARANTEZİ

 

Mafya siyasallaşırken; siyasetin mafyalaştığı güzergâhı Friedrich Nietzsche’nin, “Devlet, bütün soğuk canavarların en soğuk olanıdır. Yalan söyleyişi de buz gibidir ve şu yalan dökülür dudaklarından, ‘Ben devletim, halkın ta kendisiyim’,” deyişi gayet net biçimde ifade eder…

“Nasıl” mı?

Siyaset, mafya, ticaret ve devlet ilişkisini anlatırken, eroin operasyonlarına ve birçok cinayete ismi karışan İranlı uyuşturucu baronu Naci Şerifi Zindaşti’nin, Kolombiyalı uyuşturucu baronu Escobar’ı kıskandıracak hikâyesini anımsamak yeter de artar bile… 

Uyuşturucu baronu Zindaşti’nin ilişki kurduğu bürokratlar ve yaşanan para trafiği hepimize Susurluk’u çağrıştırmaktadır.

Susurluk’u hatırlamayan var mı?

Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın, başbakan Tansu Çiller’in bilgisi dâhilindeki “Bin Operasyon”u; özel harekât timleri kurmasını; Kürt illerindeki icraatları…

Sonra da bir arabadan ölü çıkan Abdullah Çatlı ve yaralı kurtulan aşiret reisi, DYP milletvekili Sedat Bucak ile ortaya dökülen Susurluk karanlığı; “Elini kirletmez, maşa kullanır,” denilen JİTEM’in PKK itirafçıları; Yeşil kod Mahmut Yıldırım ve diğerleriyle müsemma “faili meçhul (olmayan) cinayetler”; Musa Anter’in katli, ‘Özgür Ülke’nin bombalanması davaları…

Coğrafyamız, Susurluk’ta ortaya dökülenlerin daha ağırını yaşıyorken; Sedat Peker’in itirafları, Türkiye’yi bir kez daha kamyon çarpmış gibi sarsıp; mafyanın, sistemin önemli ortağı olduğunu bir kez daha tescilledi.

Yasadışı eylemleri için mafya ve kaçakçılarla iş tutan devletin kontrgerillasının bir örümcek ağı gibi etrafımızı nasıl çepeçevre sardığı artık bir “sır” değil!

Bunun adı “Gayrinizami harp”!

NATO’cu “Gayrinizami harp”in sürdürücüsü kontrgerilla, 1952’de Genelkurmay’a bağlı kuruldu. Bir yıl sonra Seferberlik Tetkik Kurulu, 1970’te de Özel Harp Dairesi adını aldı. Devletin “illegal” kurumuydu. Sonra da Sedat Peker’in bahsettiği SADAT (‘Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş.’) ile çıktı karşımıza!

SADAT kurucusu emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, Özel Harp Dairesi’nde görev almıştı. Zaten “SADAT Savunma hizmet verilen ülkelerin topyekûn savunma organizasyonu ihtiyacı olarak ortaya çıkacak Gayri Nizami Harp teşkilâtlanması ve bu teşkilâtın unsurlarının pusu, baskın, yol kapaması, tahrip, sabotaj ve kurtarma-kaçırma harekâtları ile bu harekâtlara karşı koyma faaliyetlerinin eğitimini verir,” ifadesiyle müsemma SADAT’ın faaliyetleriyle Özel Harp Dairesi arasındaki benzerlik de ortada.

Ayrıca şirketin resmi internet sitesine göre, gayrinizami harp eğitiminde, “psikolojik harp ve harekât” kursu da veriliyor.

Adnan Tanrıverdi 2018’de Kübra Par’la söyleşisinde şunları söylüyor: “Türkiye’nin ürettiği silahların pazarlayıcısı gibi de hareket ediyoruz. O ülke gelip bize nelere ihtiyacı olduğunu söylüyor, biz de gelip Türkiye piyasasını araştırıyoruz… Başka ülkeler de olabiliyor. Mesela Güney Kore’den talep ettik, veremediler. Ukrayna ile de temasımız oldu. Başka ülke yok.”[45]

Yani, silah alım-satımı, şirketin resmi işlerinden birisi! 

Ancak dahası da var: El Nusra’ya silah gönderdiği iddiasıyla gündeme gelen SADAT, Ortadoğu’da emperyalist politikalar güden iktidarın aparatı oldu. Yani “İktidarın gayri nizami aparatı.”[46]

Cengiz Erdinç’in, “Devletten hukuku çıkardığınızda geriye çete kalır,”[47] deyişine (o hukuk her neyse kaydıyla!) hak vermemek mümkün mü?

 

“SONUÇ YERİNE”

 

Tablo bu (hatta daha da fazlası) iken William Shakespeare’in, “Nefret ve yoksulluk çökmüş omuzlarına:/ Ne dünya senin dostun, ne de yasalar,/ Seni zengin etmek için hiçbir yasa koymuyor dünya;/ Öyleyse, züğürtlükten kurtulmak için/ Al şunu, çiğne yasayı,”[48] haykırışını anımsamamak mümkün mü?

Dahası da var: “Yüzsüzlük insan tabiatını bozdu bozalı, dış görünüş gerçek sanılır hep.”[49] “Alçağın biri çıkar,/ Erdemli kalır öbür alçaklar!” vurgusuyla ekler William Shakespeare:

“Kim dayanabilir zamanın kırbacına?/ Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,/ Sevgisinin kepaze edilmesine,/ Kanunların bu kadar yavaş/ Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine./ Kötülere kul olmasına iyi insanın,/ Bir bıçak saplayıp göğsüne, kurtulmak varken!” 

“Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!/ Düşüncemizin katlanması mı güzel,/ Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,/ Yoksa diretip bela denizlerine karşı/ Dur, yeter! demesi mi?”[50] 

İnkâr etmek mümkün değil, elbette gerçek daima azınlıktadır. Ancak azınlık devrimci praksise sahip olanlardan oluşursa daima çoğunluktan güçlüdür. Tıpkı “Ülke ona kulluk etmemeye karar versin bir kere, tiran kendiliğinden yok olup gider,” diyen Etienne de La Boetie’ın işaret ettiği üzere…

Evet, şimdi özgürlüğün gerçek temelini oluşturan itaatsizlik zamanıdır; itaat edenlerin köleler olduğu bilinciyle ve iktidara rıza gösterilmezse, onun yıkılışının devreye gireceği bilgisiyle.

Bu noktada Paul Auster’in, “Hepimiz günün birinde öleceğiz. Yaşam tehlikelerle dolu; ama bu bizi yaşamaktan alıkoymamalı”; Victor Hugo’nun, “Öldükten sonra yaşamak istiyorsanız; ya okumaya değer şeyler yazın, ya da yazılmaya değer şeyler yaşayın!”; Walter Benjamin’in, “Yaşamak izler bırakmaktır”; Bertolth Brecht’in, “İnsanın kaderi insandır./ Adalet sizsiniz”; Sabahattin Ali’nin, “Kalbini sağlam tut,”[51] uyarılarını “es” geçmeden; sınıfsal bir cürete yaslanmaktan başka açar yoktur.

Eğer cüretkâr değilsen samimi olamazsın, bağlanamazsın, sevemezsin, güvenemezsin, gerçeğin peşine düşemezsin, korkuyu yenemezsin, geleceğin yolunu açamazsın…

Korku beyni felce uğratır; oysa gelecek cüret ile yaratılır. Korkak boyun eğer, cüretkâr başkaldırır. 

Korku, yalanı doğurur/ beslerken; korkakça nefes almak, yaşayamamaktır. Çünkü korku insanı işe yaramaz hâle getirir; edilgen bir işlevsizliğe mahkûm eder.

Julius Fuçik’in, “Ne kadar korkunç bir baskı yapılırsa yapılsın hayat yok edilemez. Bir yerde yenik düşse bile yüz yerde ortaya çıkar. Hayat bu, ölümden güçlüdür,”[52] saptamasındaki üzere ölmek bir şey değil, korkakça yaşamak korkunçtur.

Her zaman korkulan şeyden daha fazla zarar veren korku, sürü içgüdüsünü harekete geçirir; sürü üyeleri olarak görülmeyenlere karşı şiddet yaratma eğilimini körükler. Böylece geleceğe ilişkin umutlar yitirildi mi, yaşam korkunç derecede zalimleşir.

Herhangi bir şeyden daha çok korku yaratan kapitalizm bir korku ve tüketim kampanyasıdır; herkesi korkutup, tüketerek sürüleştiren vahşettir. Korkuyu ayakta tutan iktidarın cezalandırma olasılığı ve sürüyü etkisidir.

Aslı sorulursa korkular, tehlikelerden daha fazladır ve hayal gücümüzü katletmektedirler. Yani korku insanı acımasız yaparken; korkusuzluğun cesur umutları vardır.

Korkularla yaşayan hiç kimse özgür değildir. Korkularından, kaygılardan kurtulanlar kölelikten de kurtulurlar. Çünkü insan(lar), korkunun sınırlarını bir kez çiğnedi mi, korkulacak bir şey de, çiğnenecek başka bir sınır da kalmaz.

Batıl inançlardan ve “neme lazım”cılıktan beslen korkunun üstesinden gelmek bilgeliğin, cüret edebilmenin ilk adımıdır. Büyük bir yük olan korkunun panzehiri cürettir.

Bu böyleyken CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Sokağa inmenizi sağlamak için tahrik edebilirler, hepimiz sakin olacağız, sandığı bekleyeceğiz ve bu ülkeye demokrasiyi getireceğiz,”[53] ifadesiyse korkunun/ korkaklığın bir ifadesi ve ‘insan(lık)ın düşüncelerini değiştirebilmesi, korkuları yenebilmesi için cüretkâr bir umuda bel bağlaması kaçınılmazdır diyen zorunluluğa sırt dönmektir!

Eduardo Galeano’nun, “Umutları katletmek, insanları katletmekten daha büyük bir suç değil mi?”[54] sorusu eşliğinde ekleyelim: “Korkaklık şu soruyu sorar: ‘Güvenli mi?’

Menfaatçilik şu soruyu sorar: ‘Faydalı mı?’

Kibir şu soruyu sorar: ‘Popüler mi?’

Ama vicdan şu soruyu sorar: ‘Adaletli mi?’…”[55]

“Halkın Adaleti” seçimle tesis edilemez. Bu konuda Emma Goldman, “Oy vermek bir şeyleri değiştirecek olsa çoktan yasaklanmış olurdu,” derken, ekler Franz Kafka da:

“Seçim diye bir şey yoktur! Çünkü siz onları seçmiyorsunuz; onlar kendilerini size seçtiriyorlar!” 

Biliyoruz: “Güçleri tükenmiş”ler isyan edemez, boyun eğerler. Boyun eğen hiçbir şey var olamaz. 

Eşitlikçi bir özgürlük için var olmak ayrıcalıktır, güçtür.

Bu uğurda Bertolt Brecht’in, “Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir, mücadele etmeyen zaten yenilmiştir,” uyarısına; “Bu dünyada mutlu olmanın tek yolu vardır. Başkalarını olabildiğince mutlu kılmaya çalışmak,” diye ekler Theodor Adorno…

“Hayal mi kuruyoruz”?!

Yanıtı “Kendini hayal ettiğin bir rüya sadece bir rüya./ Başkalarıyla hayal ettiğin bir rüya gerçek,” yanıtını veriyor John Lennon; bizimki de öylesi işte…

 

N O T L A R

[*] Newroz, Ekim 2021…

[1] Edip Cansever.

[2] Ivo Andric, Drina Köprüsü, çev: Hasan Âli Ediz-Nuriye Müstakimoğlu, İletişim Yay., 2004.

[3] “Açıkel: Ortadoğu’nun Cihatçı Çeteleri Türkiye’de Cirit Atıyor”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2021, s.5.

[4] Deniz Ayhan, “Meclis’te Muhalefete Geçit Yok”, Sözcü, 9 Ağustos 2021, s.5.

[5] Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, çev: Attila Tokatlı-Roza Hamken, Sel Yay., 2015, s.93.

[6] George Orwell, 1984, çev: Celal Üster, Can Yay., 1984, s.215.

[7] George Orwell, Aspidistra, çev: Şemsi Yeğin, Can Yay., 2005, s.66.

[8] Thomas More, Utopia, çev: Vedat Günyol, Mina Urgan, Sabahattin Eyüboğlu, YKY., 2006, s.29.

[9] Arno Gruen, İhanete Uğrayan Sevgi – Sahte Tanrılar, çev: İlknur İgan, Çitlembik Yay., 2016, s.145.

[10] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2016.

[11] Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, Metis Yay., 2016, s.23.

[12] “Genç İşsizlik Derinleşti”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 2020, s.11.

[13] Mustafa M. Bildirinci, “541 Bin Genç En Az Bir Yıldır İşsiz”, Birgün, 13 Kasım 2020, s.11.

[14] Mustafa Mert Bildircin, “Milyonların Karnı Yardımla Doydu”, Birgün, 2 Nisan 2021, s.8.

[15] Mustafa Çakır, “Açlık Sınırı 2 Bin 767 Lira Oldu”, Cumhuriyet, 2 Mayıs 2021, s.6.

[16] Erdem Sevgi, “Ağbaba: Zammın Karşılığı 2 Yumurta Oldu”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2021, s.13.

[17] “Türkiye Gelir Eşitsizliğinde Avrupa’da İlk Sırada”, Atılım, Yıl:8, No:463, 29 Ocak 2021, s.5.

[18] “Ortalama Borç 25 Bin 336 TL”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2021, s.11.

[19] “2.3 Milyon Kişi Daha Kredi Aldı”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 2021, s.11.

[20] “Döviz Bağımlılığı Artan Türkiye’nin Borçları 1.2 Trilyon Dolara Dayandı”, 16 Mayıs 2021… https://direnisteyiz28.org/doviz-bagimliligi-artan-turkiyenin-borclari-1-2-trilyon-dolara-dayandi

[21] Muhammed Vefa, “Saniyede 871 Dolar Faiz Ödüyoruz”, Milli Gazete, 9 Şubat 2021, s.9.

[22] Şehriban Kıraç, “İşsiz Sayısı 9 Milyonu Aştı”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2021, s.11.

[23] “Bu Yıl 10 Binden Fazla Şirket Kapandı”, Birgün, 24 Ekim 2020, s.13.

[24] Erdoğan Süzer, “125 Bin Esnaf İflas Bayrağını Çekti”, Sözcü, 4 Nisan 2021, s.7.

[25] Zeynep Altıok Akatlı, “Mafyayla Dans”, Birgün, 20 Mayıs 2021, s.2.

[26] Timur Soykan, “Kim Bu Baronlar?”, Birgün, 21 Haziran 2021, s.7.

[27] İsmail Saymaz, “Narcos Türkiye”, (İsmail Saymaz, “Narcos Türkiye”, Sözcü, 20 Mayıs 2021, s.4.

[28] Ergin Yıldızoğlu, “Rejim Yine Bir Yol Ayrımında mı?”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2021, s.14.

[29] Aytunç Erkin, “Mafyanın Bakanları Milletvekilleri Olur”, Sözcü, 16 Haziran 2021, s.14.

[30] Frank Bovenkerk-Yücel Yeşilgöz, Türkiye’nin Mafyası, çev: Nurten Aykanat-Haluk Tuna, İletişim Yay., 2000, s.54.

[31] Timur Soykan, “Ve Cinayet İtirafları…”, Birgün, 24 Mayıs 2021, s.7.

[32] “Susurluk’tan Beter”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2021, s.5.

[33] “İki tarafın da dilinden; vatan, millet, ‘son kale’ lafları hiç eksilmiyor. Peker’de sezilen, devletin kılcal damarlarında dönen karanlık olaylara ilişkin müthiş bir aşinalık ve bunun yarattığı özgüven. Altta işleyen temel motif ise milletin ve devletin ‘görev çağrısı’na her daim hazır bir ‘vatan delisi’ olmak!” (Müslüm Kavut, “Bir Aile Draması”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:742, 30 Mayıs 2021, s.3.) 

[34] Özge Mumcu Aybars, “Ülkeyi Yöneten Derin Ağlar”, Cumhuriyet Pazar, 16 Mayıs 2021, s.6.

[35] Zülal Kalkandelen, “Yine mi ‘Kandırıldık’ Diyecekler!”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2021, s.4.

[36] Barış Terkoğlu, “Mafyayla Poz Verenler Mafyayı Bitiremez”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2021, s.3.

[37] Erol Manisalı, “Mafyanın Siyasallaşması Değil, Siyasetin Mafyalaşması…”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2021, s.12.

[38] “Yolsuzluk Tam Gaz”, Birgün, 29 Ocak 2021, s.9.

[39] Yusuf Demir, “En Gözde 5 Müteahhit 5 Yılda 161 Milyar Liralık İş Aldı”, Sözcü, 9 Haziran 2021, s.9.

[40] Hazal Ocak, “AKP’li Belediyenin 14 Milyonluk İhalesi AKP’li Meclis Üyesine”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2021, s.3.

[41] Aykut Küçükkaya, “İtinayla Yolsuzluk Aklanır”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2018, s.9.

[42] Hüseyin Şimşek-Mustafa Bildircin, “Çifter Çifter Götürmüşler”, Birgün, 21 Haziran 2021, s.8.

[43] The American Conservative, 6 Nisan 2020.

[44] Ergin Yıldızoğlu, “Kimlik Siyaseti Ortamında Seçimler”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2021, s.11.

[45] Ayça Söylemez, “Pandora’nın Kutusu”, Birgün, 1 Haziran 2021, s.7.

[46] Yusuf Tuna Koç, “İktidarın Gayri Nizami Aparatı”, Birgün, 3 Haziran 2021, s.8.

[47] Serpil İlgün, “Cengiz Erdinç: Devletten Hukuku Çıkardığınızda Geriye Çete Kalır”, Evrensel, 12 Haziran 2021, s.4.

[48] William Shakespeare, Romeo ve Juliet, çev: Özdemir Nutku, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2010, s.119.

[49] William Shakespeare, Atinalı Timon, çev: Sabahattin Eyüpoğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2008.

[50] William Shakespeare, Hamlet, çev: Sabahattin Eyüpoğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2008.

[51] Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Yapı Kredi Yay., 2003.

[52] Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015.

[53] “Kılıçdaroğlu: Sokağa İnmenizi Sağlamak İçin Tahrik Edebilirler, Hepimiz Sakin Olacağız, Sandığı Bekleyeceğiz”, 11 Eylül 2021… https://direnisteyiz29.org/kilicdaroglu-sokaga-inmenizi-saglamak-icin-tahrik-edebilirler-hepimiz-sakin-olacagiz-sandigi-bekleyecegiz

[54] Eduardo Galeano, Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012.

[55] Eduardo Galeano, Aynalar: Neredeyse Evrensel Bir Tarih, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2020.

İlginizi çekebilir