Temel Demirer: ‘Post’lu Günlere Spinoza’cı Bir İtiraz

“Biraz vicdan, biraz bahar

Biraz yağmur, biraz hayâl

Birkaç kitap, çokça umut

Herkese iyi gelir.”[1]

 

“Düş gücü” yüksek bir yapıttan söz edeceğim; George Bernard Shaw’un, “Yaratmanın başlangıcıdır düş gücü,” saptamasının da altını çizerek.

Sözünü ettiğim Dr. Halil Doğru’nun, ‘Onurlular, Alçaklar ve Hilekârlar-Spinoza, Matriks ve İkinci Tür Düşünce Devrimi’[2] başlıklı hacimli ve nitelikli emeği.

Felsefeyi okurun aklında yerli yerine oturtma çabasıyla müsemma yapıtı okurken, kulağımda durmadan “Aydınlanma kişinin kendi aklını kullanmaya, cüret etmesidir,” sözü çınladı Immanuel Kant’ın.

* * * * *

Çok uzun süredir felsefeyle bu denli iç içe soru(n)ları ele alan bir çalışmaya tanık olmamıştım. Öncelikle bu niteliğiyle yapıt (katıldığım ve katılmadığım yönleriyle) çok değerli.

Bilirim: Zordur, zorludur felsefe… Düşünce kalabalığı değil, düşünce sistematiğidir. Belli bir mantık ve matematik çerçevesinde dünyayı, insanı, düşünceyi, kavramları, kısaca olanları anlama çabası ve neden-sonuç ilişkisi içinde belli bir sıraya koyma girişimidir. 

Tam da bu nedenle Ludwig Wittgenstein, “Felsefe bir teori değil, bir aktivitedir,” derken ekler Louis Althusser: “Felsefe hiç bir şekilde masum değildir. Bütün bu parlak ve ince düşüncelerin ufkunda beliren dünyası, onun reel dünyası, insanların ve kavgaların dünyasıdır; sınıf mücadelesinin dünyası…” 

Gerçekten de Sokrates’in, “Hayret etmek bir filozofun hissidir ve felsefe hayret etmekle başlar”; Victor Hugo’nun, “Felsefe, düşüncenin mikroskobudur”; Epikuros’un, “Gençlikte de yaşlılıkta da felsefeyle uğraşmalı”; Jean Paul Sartre’ın, “Felsefe yapmak, vazgeçmeyi öğrenmektir”; Friedrich Engels’in, “Felsefe; mantık ve diyalektikten oluşur”; Louis Althusser’in, “Bir felsefe ancak işgal ettiği konum aracılığıyla var olur,” notunu düştükleri felsefenin antik Grekçe’de karşılığı “Philo-Sophia”, Arapça’da ise “felasife”dir. 

Bun(lar)a “bilgelik ve hikmet sevgisi” de denebilir. 

Gnostik mitolojiye göre insan(lık) bilgeliği ve zihinsel yetenekleri tanrıça Sophia (Sofya)’dan öğrenirken; Grek düşünürler, sayıları zaten sınırlı olan bilgeler arasında ayrıma gitmek için “tanrısal bilginin” dostlarına “philo-sophos” demişlerdi. 

Demek ki felsefe ilk başlarda, Sophia’yı sevenlerin etkinliğiymiş. Filozoflar en baştan itibaren, evrensel bilgiye (mitoloji, bilim, ahlâk, siyaset, hukuk, din vb.) kutsallık atfetmişler çünkü Sophia’yı edinilebilecek bütün bilginin ve dolayısıyla aklın kaynağı olarak görmüşlerdi. 

Antik Grek’ten “Felsefenin getirdiği biricik düşünce, dünyayı aklın yönettiği ve bundan ötürü de evrensel tarihin akla uygun olduğu düşüncesidir,” diyen Georg Wilhelm Friedrich Hegel’e dek Karl Marx’ın yaptığı -Louis Althusser’in, “İdealist felsefenin soyutlaması ‘tümelleştirici’ iken bilimsel soyutlama ‘evrenseldir’…” notunu düştüğü- baş aşağı duran felsefeyi ayaklarının üzerine oturtması oldu. 

Denilebilir ki felsefe Karl Marx ile gerçek ideolojik/sınıfsal bağlamıyla buluştu: Louis Althusser’in, “İdeoloji, insanlar ile onların dünyası arasında yaşanan ilişkidir. Ya da bu bilinçsiz ilişkinin yansıtılmış bir biçimidir. Sözgelimi bir felsefedir”; Roland Barthes’ın, “… ‘Dünyayı gözler önüne seren’, onu ‘kendine mal eden’, onu ‘tarihten tabiata geçiren’ ve bunu yaparken ‘şeyleri harekete geçirme’yi değil, onları dile getirmeyi hedefleyen her dil ideolojidir,” ifadelerindeki üzere…

* * * * *

Felsefeyi yerli yerine oturma çabasıyla (ss.33-182), “Spinoza Çözümü” (ss.61-120) ardından “Marks’ın Marksizmi, Engels’in Tarihsel Materyalizmi”ne (ss.137-163.) değinip Freud ile “Kitlesel Psikanaliz” meselesini irdeliyor. Özellikle Spinoza’ya büyük değer atfediyor.

Aydınlanma’nın erken dönem düşünürlerinden Benedictus de Spinoza veya Baruch/ Bento d’Espiñoza olarak bilinen; “Bilgisizlik bahane edilemez,” diyendir O. Ve,

“Yeni fikirlere şaşmayın; şunu bilin ki hiçbir şey, sırf birçok kişi tarafından kabul görmüyor diye doğru olma vasfını yitirmez.”

“Gerçek erdem, aklın kılavuzluğunda yaşamaktır.”

“Anlamak, sevmenin başlangıcıdır.”

“Duygu, bulanık bir fikirdir.”[3]

“Ne kadar ince dilimlerseniz dilimleyin, hep iki taraf olacaktır.”

“Farklı sıfatları olan iki cevher arasında ortak hiçbir şey yoktur,” saptamalarıyla, evren ve kişi hakkında modern görüşleriyle XVII. yüzyıl felsefesinin öncü rasyonalistlerindendir.

Ancak rasyonalizmin bugünü açıklamakta ne kadar yeterli olduğu/ olabileceği tartışmaya açıktır.

* * * * *

 “Felsefesiz”liğe, “İdeolojisiz”liğe övgüler düzülen “post”lu günlerde Dr. Halil Doğru’nun değindikleri uzunca bir “Önsöz”le (ss.29-32) -sanki yapıtın özetiyle- başlayıp; değersizleştirilme kastına maruz bırakılan felsefeyi savunarak; başta Amerikan tarihi olmak üzere, (sömürgeci) “uygarlık” tarihini masaya yatırıyor. 

İnsanlığın XX. yüzyıl boyunca toplumdan uzak tutulmuş Spinoza’nın öğretisi ile zihinsel esaretten kurtulabileceğini ve yeni bir yaşam kurabileceğini ifade edip; “Dostluğun, sevginin ve neşenin hâkim olduğu yeni bir yaşam kurabilir mi?” sorusunu dillendiren yapıta göre, bugün içinde yaşadığımız sistem, “kapitalizm” değil. XIX. yüzyılın sonlarına doğru “kapitalizm” kendisini bitirmiş… 

Böylece ekonomiye hâkim olanlar ise “kapitalistler” değil, kurdukları dolandırıcılık sistemi ile başkalarının (halkın) parasını kendi çıkarları için kullanan bir “asalaklar zümresi”…

Yani dünya, sanayi devrimi sonrasında ortaya çıkan bir avuç aristokratik seçkinin bencil ve kötücül hesaplarına teslim olmuş durumda…

Aristokratik seçkinler orta çağın kral ve derebeylerinden çok daha sorumsuz hareket ediyor, savaşlar ve krizler çıkarıyor, darbeler tezgâhlıyor ve sebep oldukları kötülüklerin hesabını vermiyorlar…

1900’lü yılların başlarında kurulan bu sistem üçlü sac ayağına oturuyor: i) Propaganda ile algı yönetimi. ii) Aristokratik seçkinlerin örgütlü bir hukuki sorumsuzluk ve suç işleme özgürlüğü içinde hareket edebiliyor olmaları. iii) Bilim ve felsefenin toplumun ortak yararına değil aristokratik seçkinlerin gayelerine hizmet eder şekilde kullanılması…

Bu çerçevede “Ne Yapmalı?” (Üçüncü Bölüm) alt başlığında değerlendirmesini şöyle ifade ediyor:

“(1) ‘Serbest piyasa’ ve ‘kapitalizm’ sona ermiş ve topluma ait varlıkların aristokratik seçkinler tarafından kendi çıkarlarına göre yönetildiği bir aristokratik sisteme geçiş yapılmıştır” (ss.402-403)

* * * * *

Yaşadığımız sistemin kapitalizm olmadığı kabul edilebilir bir “iddia” değil.

En basit tanımıyla kapitalizm artı-değer sömürüsü, ücretli kölelik sistemidir. Bu hâlin tüm yıkıcığıyla ve “sürdürülemez” özellikler kazanarak devam ettiği; bunun da tekelci emperyalist-kapitalizm olduğu tüm netliğiyle ortadadır.

Bu noktada Halil Doğru, “Marks’ın Kapital’de yazmasına rağmen 150 yıldır atlanan bir haber vereyim; sermayedarların komutan olduğu kapitalizm, daha 1860’larda sona ermiştir.

Üretim araçlarının mülkiyeti çok ortaklı borsa şirketleri vasıtasıyla toplumsallaşmıştır.

Dünya yaklaşık 150 yıldır topluma ait varlıkların küçük bir azınlık grup tarafından sadece kendi çıkarları için kullanıldığı aristokratik bir rejim yaşamaktadır.

Bu rejimin yerine gelmesi gereken, topluma ait varlıkların yasa ve aklın gereği toplumun ortak yararına kullanıldığı herkesin yasa ile akla ve toplumun ortak yararına uygun hareket etmeye mecbur olduğu demokratik bir rejimdir,”[4] demesine diyor da; sınıflı toplumun ilişki ve çelişkilerinde bunlar ne kadar geçerlidir? Mümkün olabilir mi bu(nlar)? Kaldı ki, hisselerin çoğunluğu her zaman bir avuç kapitalistin elindeyken, “üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşması”ndan söz edilebilir mi?

“Karl Marx’ın siyasal iktisada en önemli katkısı Friedrich Engels’in, ‘Dünya tarihinin kavranmasına getirdiği devrimci yenilik’ ifadesiyle özetlediği, maddeci tarih görüşüdür. Bu, özünde, sınıflı toplumların ekonomik çözümlenmesi için gereken teorik önermeyi içerir: Onun ifadesiyle, ‘Dolaysız üreticilerin ödenmemiş artı emeğine el koymanın özel ekonomik biçimi’ üretim ilişkilerini oluşturur ve ‘Yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiyi belirler ve karşılığında üretimi de, belirleyici bir unsur olarak, etkiler.’[5]

O, siyasal iktisat çalışmalarında bu genel önermeyi kapitalizmin çözümlenmesi üzerinde odakladı. Artık-değer kavramı, bu çabaların ürünüdür ve kapitalizmin gelişimine, ‘hareketi’ne ışık tutan tüm diğer yasalarının merkezinde yer alır”ken;[6] “Karl Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak onun gerçek yönelimi işte buydu.”[7] 

Tam da bunun için sınıflı kapitalist topluma dair şunların hatırlatır Karl Marx:

“Var olan ne varsa… yalnızca, herhangi bir hareket sayesinde var olmakta ve yaşamaktadır… Bizler, üretici güçlerin geliştiği, toplumsal ilişkilerin yıkıldığı sürekli bir hareketin içinde yaşıyoruz”… 

“Egemenlik ilişkisi, bir başkasının iradesinin mülk edinilmesini öngörür”…

“Sermaye, tarihi ilerlemeyi zenginliğin hizmetine koşmuştur”…

“Kapitalizm, iki temel zenginlik kaynağını yok etme eğilimindedir: Doğa ve insan”…

“İşçinin kendi ürününde dışsallaşması, yalnızca, kendi emeğinin bir nesne, dışsal bir varlık hâlini alması anlamına gelmez. Aynı zamanda, işçinin kendi emeğinin işçinin dışında, işçiden bağımsız olarak, işçiye yabancı bir şey olarak var olması ve işçinin kendi emeğinin kendi başına bir güç olarak işçinin karşısına çıkması anlamına da gelir. İşçinin nesnelere verdiği yaşam nefesinin, dönüp hasım ve yabancı bir şey olarak işçinin karşısına çıkması anlamına gelir”…[8] 

“Ekonomi politiğin, proleteri, yani ne sermayesi ne de toprak rantı olan, sadece emekle ve tek yanlı ve soyut emekle yaşayan kişiyi, ancak işçi olarak göz önünde tuttuğu kendiliğinden anlaşılır. Öyleyse ekonomi politik, ilke olarak, onun tıpkı herhangi bir beygir gibi ancak çalışabilecek kadar kazanması gerektiğini tanıtlayabilir. Onu çalışmadığı zamanda, insan olarak düşünmez, bu özeni ceza mahkemelerine, hekimlere, dine, istatistik tablolarına, siyasete ve dilenciler çavuşuna bırakır”…

“İşçi sınıfının en çok çalışan tabakalarının çektiği açlık sancılarıyla, zenginlerin, temeli kapitalist birikimde yatan, kaba ya da rafine savurgan tüketimleri arasındaki yakın bağlantıyı anlayabilmek için ekonominin yasalarının bilinmesi gereklidir. (…) Üretim araçlarının belli ellerde merkezileşmesi ne kadar fazlaysa, emekçilerin belli bir mekânda üst üste yığılmalarının o ölçüde arttığını, tarafsız her gözlemci rahatça görebilir; işte bu yüzdendir ki kapitalist birikim ne kadar keskinse, işçi nüfusun barındıkları yerler de o kadar sefil ve perişandır. Servetin artışıyla birlikte kentlerde görülen ‘imar hareketleri’, eski yapı mahallelerin yıkılması, bankalar, mağazalar vb. için işhanlarının yükselmesi, iş trafiği, lüks arabalar, tramvaylar vb. için caddelerin genişletilmesi, yoksulları gittikçe daha da kötü ve daha da kalabalık kenar mahallelere sürer”…[9]

“Emeğin emekle değişimi işçinin mülksüzlüğüne dayanır”…[10] 

“İşe yaramaz şeylerin çok üretimi, işe yaramaz insanların da çok olmasıyla sonuçlanır”…

“Sefalet, faal sanayi ordusunun hastanesi ve yedek sanayi ordusunun safrasıdır”…[11] 

Bunlara ek olarak Friedrich Engels’in, “Köle ancak bir kez satılır, proleter ise kendisini günbegün, saat be saat satmak zorundadır… Dünyayı özel mülkiyet yönettiği sürece, proletaryaya, aç kalmaktan, yaşamını sürdürmek için savaşmaktan başka bir yol kalmıyor,” tespitini de anımsatmakta yarar var.

Şimdi durup soralım: Ücretli kölelik bu içeriğin farklı formlarıyla olsa da devam etmiyor mu?

Ediyorsa; “… ‘Serbest piyasa’ ve ‘kapitalizm’ sona ermiş” olabilir mi?

Ya “vurguncular”, “asalaklar” mı? Onlarsız kapitalizm olabilir mi ki?! Buna neden kapitalist oligarşi(k dikta) demeyelim?

İyi de “çözüm”ün “Herkesin yasa ile akla ve toplumun ortak yararına uygun hareket etmeye mecbur olduğu demokratik bir rejim,” olarak formüle edilmesi ya da “Çözüm” konusunda “Devletin ‘iyi’ devlet hâline getirilmesi”nden (ss.430-434) söz edilmesi mi?

Kim ne derse desin, “genel demokrasi” mümkün değilken; devletin her zaman tek amacı vardır; bir sınıf adına bireyi sınırlamak, ona hâkim olmak ve onu genel amaca tabi kılmaktır; en önemlisi de her demokrasi bir devlet biçiminden başka bir şey değildir; yani sınıfsaldır.

Tıpkı “Cumhuriyet hangi biçimlere bürünürse bürünsün, isterse en demokratik Cumhuriyet olsun, bir burjuva Cumhuriyeti ise; onda toprağın, fabrikaların özel mülkiyeti sürüyorsa ve özel sermaye topluluğu ücretli kölelik içinde tutuyorsa, bu devlet birilerinin diğerlerini ezmesi için bir makinedir.” 

“Küçük bir azınlık için demokrasi, zenginler için demokrasi – kapitalist toplumun demokratizmi budur,”[12] saptamasındaki üzere V. İ. Lenin’in.

* * * * *

Yapıtında geniş bir uzamda tarihi inceleyip/ irdeleyen yazar, “Aydınlanma ve Devrimler”den (ss.183-304), Fransız ve Amerikan Devrimleri’ni söz konusu ederken; “Barbarlığa Karşı Medeniyetin Savunucusu Olarak Mustafa Kemal Atatürk ve Kurtuluş Savaşı”nın (ss.323-332) altını özenle çiziyor.

Ardından da “Aristokratik Seçkinlerin Atatürk Sonrasında Türkiye’de Hâkimiyet Kazanması”ndan (ss.367-375) söz ediyor.

Kemalizm çetrefilli bir konudur.

Kimileri “Cumhuriyet devriminin liderlerini, hem sınıfsal konum, hem de ideolojik olarak küçük burjuva radikalleri olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. Devrimci liderlerin dahi hareket alanları, tarihsel miras, sınıfsal yapı tarafından kısıtlanır. Genel doğru budur; ama bizde Cumhuriyet dönüşümünü başlatan, devrime dönüştüren kadrolar, ülkenin geleceğinde bu sınırları bir hayli zorlamıştır. Özellikle Mustafa Kemal’in kişisel katkısı bu yolda büyük önem taşımıştır.”[13]

“Atatürk’ün yaşamı boyunca tüm düşünce yapısı eleştirel akılcılık yöntemi üzerine kurulmuştur. O, doğa bilimlerinde en yaygın olarak kullanılan bilimsel yöntemi askerlik ve politika hayatının tüm dönemlerinde uygulamıştır. Dolayısıyla, onun sahip olduğu bu bilimsel metodolojinin, Atatürk’ün bir bilim insanı olduğunu ortaya çıkardığı görülmektedir.”[14]

“Sosyalist olsun olmasın bir yurttaşın Atatürk’ü öncelikle emperyalist kuvvetleri yenen ve bu sayede halkın ulusal kimliğini kazandıran bir önder olduğunu anlaması gerekir,”[15] türünden ya da vb’i resmî ideolojik söylemlere sarılsalar da; komünistlerin de,[16] İslâmcıların da, burjuvaların da Mustafa Kemal’i farklıdır. 

Bunu uzun uzadıya tartışmak yerine İzmir İktisat Kongresi’nde “Küçük Amerika yaratma” hayalini ifade eden Mustafa Kemal’in Türk(iye) burjuvazisinin önderi olduğunu ve “Ne mutlu Türküm” mottosunun mimarı olduğunu belirtmekle yetinelim.

* * * * *

Walter Benjamin’in, “Ezilenlerin tarihi yoktur, çünkü tarihi ezenler yazar,” vurgusunun altını çizerek diyeceklerimi tamamlarsam: Aydınlanma, elbette sosyalistlerin geleneğidir; ancak onun basit tekrarına takılıp kalmayıp, aşarak, yeniden yıkarak yaratmak kaydıyla…

 “Dünyanın bütün onurlu insanları -evrensel ortak mevhumlar altında- birleşin!” (s.442) diyen Dr. Halil Doğru’nun ufuk açıcı, tartışılması gereken yapıtı mutlaka okunmalı/ okutulmalıdır!

Kolay mı? “Kitaplar ortadan kalkarsa tarih de insanlar da yok olur… Kitaplar insan olmamızın bir yoludur,” diye uyarır hepimizi Susan Sontag…

 

N O T L A R

[*] Newroz, Ocak 2022…

[1] Farid Farjad.

[2] Dr. Halil Doğru, Onurlular, Alçaklar ve Hilekârlar-Spinoza, Matriks ve İkinci Tür Düşünce Devrimi, Hayykitap, 2021, 479 sahife.

[3] Benedictus de Spinoza, Ethica, çev: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yay., 2012, s.234.

[4] Nalan Yıldırım, “Halil Doğru: Spinoza ile Onurlu Hayat Rehberi”, Cumhuriyet Kitap, No:1660, 9 Aralık 2021, s.14.

[5] Karl Marx, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Cilt III: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, Bölüm 47/2, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978.

[6] Ebubekir Aykut, “Korkut Boratav: Marx’ın Siyasal İktisada En Önemli Katkısı Maddeci Tarih Görüşü”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:196, 11 Mayıs-7 Haziran 2018, s.8.

[7] Friedrich Engels, Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt III., çev: M. Belli-S. Belli-S. Erdoğdu-V. Erdoğdu-A. Gelen-M. Kabagil-Ü. Oskay-K. Somer-Ö. Ünalan, Sol Yay., 1979, s.196-198.

[8] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[9] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[10] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, İletişim Yay., 4. baskı, 2014.

[11] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.622.

[12] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[13] Enver Aysever, “Korkut Boratav: Bugünkü İslâmcı Bir Faşizm”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2019, s.9.

[14] Umut Berhan Şen, “Atatürk, Karl Popper ve Eleştirel Akılcılık”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2019, s.2.

[15] Enver Aysever, “Ahmet Say: Düşünce ve Akıl Yeniden Yeşerecek”, Cumhuriyet, 12 Ocak 2019, s.6.

[16] Rıza Aydın, “Mustafa Suphi İçin Atatürk’ün Gizli Meclis Toplantısında Söyledikleri”… https://yalansz.wordpress.com/2019/11/10/mustafa-suphi-icin-ataturkun-gizli-meclis-toplantisinda-soyledikleri/

İlginizi çekebilir