Suna Arev: Yazmasam olmaz; yazmasam arınamam

Bu yazı ailenin onayı ile kaleme alınmıştır…

Sıcak bir yaz günü, İzmir’in Urla ilçesinde bir yakının düğünü için gitmişiz. Sene 2015. Bulunduğumuz bina 3 katlı ve hala inşaat halinde. İlk iki kat  oturulacak durumda olsa da, çatı katı içler acısı haldeydi. Küçük pencereleri naylon kaplama, duvarları gri beton harçları içinde, ayağa kalkmak isteyen Lokman Hekim’in son hastası gibi inliyordu…

Nasıl olmuşsa köylerinin boşaltıldığı dönemlerde bu arsa alınmış ve kardeşler buraya bu binayı dikmişlerdi. Katliamda tüketilmiş soylarını sürdürmek ve  var olacaklarını haykırmak adına çoğalmış, oldukça kalabalık bir aile. Ki eli iş tutanların tamamı inşaat işçisiydi…Dişlerinden, tırnaklarınıdan arttırdıklarıyla her aile kendi oturduğu katı adeta yamalıyarak, yavaş yavaş oturulacak hale getirmeye çalışıyorlardı…

Üst çatı katı anneye, babaya ve bekar çocuklarına aitti. Herkes payına düşene razı yaşayıp gidiyorlardı…

Yoksulların bitmeyen acısı 

Zamanla evin inşaatı da bitiyor. Pencere ve kapılar naylondan kurtuluyor, gri duvarlar beyaza boyanıyor. Hoş beyaza boyanmasa da olur, öyle de yaşanılır… Dert bir tek varsın bu olsun dedikleri bir yerdeyiz şimdi…

Çatı katından yaralıymış gibi inleyen birinin sesi geliyor. Bir annenin sesi,  bir de babanın sesi… “Ahh Buko, vahh Buko..” (Ahh oğlum, vahh oğlum).İşte bu yoksulluk, bu Buko’nun karşısında, yerdeki karıncadan daha küçük kalıyor. ‘Buko’ sesine doğru yürüyoruz, aileyle hiçbir akrabalık bağım yok fakat, soyadlarını aldığım ailenin birinci derecede akrabaları.

Sese doğru yürüyoruz…Onlar için hazırladığım bir Avrupa merhabası var. Bildik, tanıdık şeyler işte. Dönüş için yol parasını ayırdık mı tamamdır; geri kalanı bu yaralı anneye ana sütü gibi helaldir…

Sıcak içten bir sarılma oluyor. Annenin omuzlarımıza düşen sıcak gözyaşlarıyla ıslanıyoruz. Zira bu çatı katı konuklara hiç alışık değil. Annenin mükemmel bir Türkçe’si var. Kelimelerini şaşırtacak kadar vurgularla süslüyor. Neden mi? Bu aile 1938 Dersim Katliamı’nda Bolu’ya sürülmüş. Bolu sürgünleri de ondan. Tertele’den geriye kalan ‘kılıç artıklarının’, sürgün çocukları da ondan işte. Hepsi ondan, bir tek ondan…

Kadın elimizde götürdüğümüz çantaya bakmıyor bile. Varsa yoksai, “Buko, buko…”  Kadın aynı zamanda Kürtçe’ye de Türkçe’ye olduğu kadar hakim. İki dilde de derdini bir nehir gibi akıtıyor…Baba içten, eski efsanelerden günümüze gelmiş gibi ağıtlar söylüyor. Sanki karşımızda acıdan dökülmüş bir heykel.Bir anne, bir baba, bir aile oğlunun, araziyle dümdüz, belirsiz olmuş kemiklerini arıyor. Tek dertleri üzerinde ağlayacakları dikili bir mezar taşı…

Yazmasan öleceğim

Birçoğunun bildiği, kimselerin açamadığı , arapsaçı, karmaşık bir mevzu. Arazi koşullarıyla belirsiz olmuş bu mezar yeri, devletin kanlı kapısından aranan kemikler deği, bu kemikler ahh, bukemikler yoldaşların Mekap ayakkabılarına sıçrayan kanda aranmaktadır. Bir o kadar acı, bir o kadar zor, bir o kadar da içinden çıkılması imkansız meseleler. Ne yana koysan boş, bomboş…

” Ajan, hain, provokatör, oportünist..”

Sonrası ensesine bir kurşun… Sonrası ” Buko…”…Ara dur, ağla dur. Hem de kimin kapısından, hem de neyin davasından. Araziyle bütünleşmiş kemiklerle hesaplaşmadan alınamayacak bir yol üzerindeyiz. Oysa ki biz arına arına çoğalacağız.

Mesele gerçek, sadece gerçeklerdir. Bu sadece A ,B , C , Ç , D, E …örgütleri değil, hemen hemen, aslında hepsini kapsayan bir meseledir..

Biz yine de Urla’ya, o gri eve gidelim, arına arına çoğalabilmenin derdine düşelim. Hatta 1938 katliamında Haydaran dağlarında, bir elin parmakları kadar az kalmış, çürüyen ceset kokuları arasında yalınayak Bolu’ ya Türkleştirilmek için sürülen, aslında sisteme göbekten düşman bu ailenin gri kapısına varalım.. .Kuş uçmaz, kervan hiç geçmez Haydaran dağları, bu gri ev,  iki oğlunu bu topraklara vermiş ve birinin yeri bile belli değil. Büyük oğulları “Ajan” diye taş altı edilmiş …Asıl mevzuya sonradan geleceğiz. Herşeye rağmen sisteme boyun eğmeyen aileye saygıyla ilerleyerek.

Bir sabah gri evin naylondan pencere ve kapıları,  “terörist” yuvası diye devletin polisleri tarafından basılıyor, evin genç oğullarından birinin, inşaatlarda paramparça olmuş ellerine kelepçe takılıyor ve gözaltına alınıyor. Sonuçta iki kardeşi de kurulu düzene başkaldırmış bu uğurda ölmüşlerdir.

Devletin son sözü ” kökünüzü kurutacağız” dır…Vesselam,  ana babanın feryadı ,figanları arasında gözaltına alınan genç kısa bir süre sonra serbest bırakılıyor. Çünkü ortada bir tek protesto yürüyüşü vardır. Sürekli takip , sürekli öldürme, yok etme tehditleri derken genç soluğu Yunanistan’daki Türk ve Kürt devrimcilerinin kaldığı siyasi kampta alıyor. Dokuz ay sonra İtalya’ya aynı gün içinde İsviçre’de bulunan ailemin yardımıyla İsviçre’ye gelebildi. Haftasonu bu genci İsviçre’den Almanya’ya getirmek için yola düşmek de gri evin içime bıraktığı acıyla birlikte bana düştü. Giderken yalnız kattetiğim dört saatlik yolu, dönüşte gencin ve ailesinin yaşadığı dramla dolduracaktım…

Yazmazsam ölecektim …Yazmazsam arınamayacaktım.

( Devam edecek)

İlginizi çekebilir