Suna Arev: Sakaul Süpürgesi…

Her zaman, acımın bahçesi benim

Gövden her zaman, her zaman şaşırtıcı

Damarlarının kanıyla dolu ağzım,

Ağzın ölümüm için söndürdü ışığını…

 

Bir iç savaşın içinde, bir duvar dibinde Lorca gibi kurşuna diziliyor ömrümüz… yaralıyız, yaralı ve ağır aksak yürüyüşlerimiz…

Gözlerimize taş mı bağlı ne?  Oysa uyuyabilmektir son muradımız. Uyumak sadece uyumak ve hiçbir şey olmamış gibi uyanmak…Yorgun bedenimizi incecik bir şilte üzerinde bile olsa avutabilmek. Eyy çalınmış hayatların Hüthüt kuşları, ötmeyin artık bir susun! Susun yeter!

Bir şey arıyorum ben, bir şey, şey mi dedim şimdi ben şey mi?

Ne şeyi?

Bir insan arıyorum, bir insan, kanlı canlı bir insan, kaybettim onu daha dün ciğerimin taa içinde saklarken… daha dün, Üsküdar’da o Zeynep Kamil Hastahanesinde göğsümde abı- hayat suyu  içirirken.

Kaybettim onu kaybettim, oysa  ağzında kurşun çiğneyenlerin armağanıydı. Ey vah ki  koruyup kollayamadım.

Şimdi, git başımdan! Sırtlan soyu bu saatten sonra  karar verdim artık ben  bir Sakaul Süpürgesi olacağım.

Sakaul Süpürgesi… Sakaul süpürgesi; gücünü su kıyısından alan, ince uzun, saçaksız, gösterişsiz bir de çelik kadar sağlam. Doladın mı eline, bütün dertleri en kökünden, en dibinden temizleyen Sakaul süpürgesi.

Bu bina uzun bina, bu yol ne uzun yol…basamakları mermerden ve buz gibi soğuk…basamakları  bir dolu sırtlan tüyü. Her penceresi kanayan  bir  yara, her yaradan ağlayan  bir çocuk resmi…neredeyse 30 kat… nasıl dayanırım şimdi ben?  Bir el ver Sakaul süpürgesi, bir el… Süpürelim seninle gövdemizi kaplayan yaban otlarını, geçtiğimiz yollara yüzümüzü dönüp bütün o taşları , o tozları, o kiri pası temizleyelim. Sonra her şeye yeniden, yeniden başlayalım… sonra Sakaul, seninle bir sepet örelim, arasından güneş ışığının süzüldüğü bir sepet… Sepetin içine, „nefes alıyorsa umut  da vardır“ diye yazalım. Pandoranın kutusunda kalan son şeyi; umudu sepetimizin için koyalım; ne dersin ha?

Kim bilir belki de unuttuğumuz o şey, bir sabah otuziki dişin arasından coşkuyla, sevinçle gelip kapımızı çalar, merhaba der, şey işte, canım şey, ben; kahkaha, diyerek dudaklarımıza yerleşir, evini orada kurar.

Ahh şimdi kirpiğinde çiy damlası var, onu gördüm her an bir kama gibi avuçlarımı kanatıyor, yolumu kesiyor, içimi acıtıyor, içimi kül ediyor…

O kül ki sonradan başıma dökülüyor.

Neredesin nerede? Yağmurlar yağıyor, yağmur, sular seller gibi içimden geçiyor. Karşıda görünen ulu bir ağaç, çok görmüş , çok bilmiş, kaç yüzyıla tanıktır bilemedim şimdi ben. Senin sığındığın ağaç bu ağaç mıydı? Şu köprü altından geçmiş olmayasın? Şu izbe yollar, parklar bahçeler, buralardan geçtin sen ayağın değdi buralara, oralara sindi kokun, daha dün yüzüne bakmadığım bu yerler,  şimdi bana ulu divan, şimdi bana ziyaret oldu, ziyaretim oldu.

Karnındaki karanlık manolyanın

Kimse anlamadı kokusunu

Acıttığını kimseler bilemedi

Gel seninle biz eskiden olduğu gibi filmler izleyelim. De Niro’nun ‚Avcı’sına ne dersin? Çok sevmiştin o filmi,  iyi ve güzel olanı daha her şey iyiyken sevmiştin sen…

Kitaplar okuyalım, analizler yapalım Martin Eden, nasıl ama? Paranın izini süren sahte, itici aşk rolleri…

Kokuşmuş  çürümüş bu düzende tıpkı Knut Hamsun, gibi iliklerimize kadar açlık çekelim! Hatta istersen Hermann Hesse gibi bir kasabaya yerleşip bahçe kapımızın duvarına „Artık ziyaretçi kabul edilmiyor.“ diye yazalım. Sen ne istiyorsan onu yapalım, sen ne istiyorsan, sen nasıl mutlu olacaksan öyle yapalım, yeter ki Aytmatov’un Beyaz Gemisi’ne binme ne olur binme işte ona! Dayanamam …

Yeter ki adı gitmek olan bir acıyı ekmeğimize doğrama!

Gitmek ki ölümün tek yumurta ikizidir.

Şimdi, bütün yollar bomboş, bütün trenler, tramvaylar, otobüsler, taksiler, duraklar her ama her yer bomboş… bu insan kalabalığında ne kadar da yalnızız? Nuh gemisini çok önceden doldurmuş, bütün yaşayacaklar orada bizi unutmuş…bize bir karış yer bile kalmamış…oysa kirpiğinde çiy damlası var, çiy damlası. Adın iki dudak aramda, hasretini bir ben çekeceğim, biliyorum, biliyorum o çiğ damlasını bir tek ben düşüreceğim.

Sakaul süpürgesi, Sakaul süpürgesi bir el at da dizlerimin üzerinde doğrulayım.

Masanda bir not defteri, bir borç listesi.

2 Euro : Jahn

6, 50 : Hasan’da yediğim döner.

At izinin, it izine karıştığı bu kirli dünyada ahh be canım  sen ne güzelsin, sen ne dürüst.

Her yerde bir tek seni arıyorum, içim deki bu yangın, böyle bir şey hiç yok, nasıl da yakıyor. Seni seviyorum, seni özlüyorum, seni arıyorum.

1 Mayıs meydanındayız, meydan hınca hınç dolu, bir görenin oldu mu burada bir tek göz bile yok mu? Bir kolon altında durmuş, meydana bakıyorum bak şuradakiler eski devrimciler, ya şimdi ya şimdi yeni kapitalistler. Boynumun eski moru nasıl acıyor, nasıl…?

“ Gelsene gelsene diyor biri bir sıcak çay iç“ ağzımdan çıkan bir “ nıç“  fena küsmüş. Bir duvar dibindeyiz, bir duvar dibinde Lorca gibi kurşuna diziliyor ömrümüz.

Sarı sendikacı da burada, beni gördü de görmezden geldi, sevmez beni hiç sevmez. Marx’la iyi cilveleşir, arkadan da satar bizi. Ellerine baksana yumuşacık pamuk gibi, üstündeki mont benim bir aylık maaşım eder, satılık şey. Sendikacının fiyatı da ancak bu kadar eder.

Sahnede gençler şarkı söylüyor hani senin sevdiğin şarkı ; 7  Tage Lang,  ‚yedi uzun gün‘ boyunca kıskandım onları, evet kıskandım…Seni anıp kıskandım herkes sağlıklı diye.

Sonra bu duygudan utandım, içimin duvarına tükürdüm, çok utandım…

Hasan’ı bulmam lazım Hasan’ı…

Hasan diyor ki, „geçen pazar, buradaydı döner dükkanının önünde, hava soğuk, yağmur çiseliyordu ,üzerinde ince bir gömlek vardı şurada şu kolonun altında, sen de iki saat, ben diyeyim üç saat, bir noktaya sadece bir noktaya dikilip öylece baktı…“

Yiyecek bir şey, ekmek verdin mi?

“Ona bir ayran verdim, ekşi bir kutu ayran.“

Sadece ayran mı?

El aleme öfkelenmeme ne hakkım var ki?

Şimdi Knut’un açlığı mideme dolansın, ağır ağır, yavaş yavaş şu işe yaramaz empati bir vuruşta yere devirsin.

Beynimde dolanan bir ağıttır şimdi hayat: „Cümle kuşlar da yuva yapmış, serçe kadar olamadın“ diyor hayat. Seni Çoban seni !Knut‘ un açlığı ol! Git şimdi, nasıl temizleyeceksen artık o merdivenleri…

Büyük kalabalıkların yalnızlığı, sığındığım daracık odam, bilemedim şimdi ben bu kaçıncı cenazem.

Filiz geldi o akşam elinde bir deste Sakaul, heybesinde bin şehir. Sonra Fatma, sonra canım benim kardeşim 3 saatlik yoldan nefes nefese yetişti bize …Nasıl çoğaldık nasıl…Göremedin şimdi sen.

Kötülerin yanında iyiler hep daha çokmuş, bunu gördüm bunu bildim şimdi ben, bulduk seni o akşam, nefesini bulduk.

Çocukluğuna gittin biliyorum, orada kaybettiğimiz kahkahayı aramaya, annenin çiçekli entarisi vardı, senin rüzgarda savrulan uçurtman, annenin seni saran kolları vardı, senin hep koşup sığınacağın bir kucak…

Ahh kapımızın bahçe duvarına yaslanmış bekleyen Beyaz Gemi, git buradan git! Sana verecek yolcum yok benim.

Auguste Rodin, o ünlü heykelini getirip geçeceğim her kavşağa dikeceğim. “ Düşünen Adam….“

Buzlu camlar ardındasın sana ulaşamıyorum, sana yetişemiyorum…

Git başımdan Pepuk kuşu git! Ben Sakaul süpürgesi olacağım . Sakaul süpürgesi, o basamakları birer birer, ellerimle temizleyeceğim.

Rüzgarlarda savrulan çiçekli entariler giyeceğim…

Git başımdan git! 

İlginizi çekebilir