Suna Arev: Mayer’in Kapısı – 2

Dondurulmuş pizza kutuları, konserve kutularında ısıtılıp yenilecek yemekler, meyve ve sebze paketleri…Liste uzayıp gidiyor .En çok da küçük topraklara sarılmış kuş yemi almam gerekiyor.
Bodur bir elma ağacı kapıya bakıyor, üzerinde bomboş sallanan kuş yemi topaçları… Kuşla ; Mayer’in son komşuları, son ses cıvıltılarıdır ki kendisinden çok kuşlara alınacak yem paketlerini önemsiyor, listeyi onlarla dolduruyor.
İki saatlik zaman dilimine sığacak bu listeyi alıp yerleştirmek gerekiyor. Bir de bu küf kokusuna çare bulmak…bütün pencereleri açarak, bu büyük ve insansız eve hava ile can vermek gerekiyor.
12 kişilik bu büyük masanın kapıya bakan tek sandalyesinde oturmuş Mayer’in bütün listesini masaya, önüne yığıyorum. Sonra hepsini, gösterdiği yerlere tek tek diziyorum.
” İlle de kuşlar, ille de kuşlar” diyor .
Açılır kapanır bir merdiven başında, taze bir gelin gibi elma ağacını yeşil yem topaçları asarak süslüyorum.
Bir çocuk gibi seviniyor Mayer. Kuşlar, kanatlarını elleri gibi kullanıp topaçları gagalayarak karınlarını doyuruyor…
Tarih; 11 Eylül 1944
Mayer 12 yaşında bir çocuk. Annesi ve dedesiyle birlikte yaşıyor. Babası Nazi saflarında Rusya’ya savaşmak için gönderilmiş ve bir daha da dönememiş bir asker.
Dedesi, bütün maharetlerini, bütün bildiklerini oğlu yerine koyduğu küçük Mayer’ e öğretiyor. Silah kullanmaktan çatı onarımına, bahçe işlerinden mobilya yapımına kadar, Mayer, o yaşında her işin ustası, dedesinin en sevgili torunu oluyor. Dedesi o zamanlar Röhm kimya fabrikasında çalışıyor. Kurşun geçirmez uçak camları üretilen bölümde çalışıyor ve çok da iyi kazanıyor.
Annesi bir Fransız. İyi de bir terzi,  seçkin müşterileri var. Hatta Yahudi bir müşterisini saklayarak onu başka bir ülkenin sınırına götürmüş kadar da gözükara.
11 Eylül’de İngiliz bombardımanında yerle bir olan Darmstadt kentinde o gece evlerinin bodrum katına sığınmışlar. O gün küçük Mayer çok hasta, ateşler içinde yanıyor, bir battaniyeye sarılmış tir tir titriyor. Sirenlerin susmasını, gecenin karanlığında kentin üzerinde uçan İngiliz uçaklarının attığı  bombaların tükenmesini bekliyorlar.
Büyük bir gürültüyle deprem gibi, evleri bodruma çöküyor, her taraf toz duman içinde kalıyor. Öyle çok öksürüyorlar ki nefesleri tükeniyor. Fakat dedesi,  ‘’nasıl yaratıcı, nasıl da zeki” eline geçirdiği demir bir çubukla bodrumun duvarını deliyor. Mayer, dedesinin kucağında, annesi arkada bodrumdan çıkmayı başarıyorlar.
Bahçeleri yanıyor, Mayer’in kafeste beslediği 6 tavşanı var…yangın öyle çabuk ilerliyor ki..”Tavşanlar’’  diyor Mayer, ‘’tavşanlarım…” Dedesi onu güvenli bir yere yatırıp tavşan kafeslerine doğru koşuyor, fakat yangın öyle hızlı yayılıyor ki, üstelik bir de uçaklardan atılıp çabuk tutuşan neft yangını dahada körüklüyor. Mayer’in dedesi bir anda gözünün önünde yanarak  küle dönüşüyor.
Mayer, annesine sarılıp ağlamaktan başka bir şey yapamıyor.
Tam 78  yıldır Mayer’in dedesi tavşanları kurtarırken cayır cayır yanıyor. Bu resim hiçbir zaman silinmeyecek, o çığlık hiç susmayacak, Mayer, dedesini kurtaramayacak. O savaş hala sürüyor. Mayer, ölünceye kadar da sürecek…
Kentte 60 bin evsizden biridirler artık. Sokaklarda en çok yanmış çocuk bedenleri var. Kent kapkara bir moloz yığını. İşte bütün kötülüklerin sonucudur; savaş, bütün yıkımların uzanan zincir halkaları gibi bugüne kadar taa Mayer’in kapısına kadar uzanmış kötülükler yığını..
Kuşlar elma ağaçlarına asılı topaçları gagalıyor, Mayer bütün kuşları tanıyor, kafessiz her tehlike anında, uçup kurtulacak kuşlar…Mayer’in en güzel, en özgür dostları olmuş. Kaç yıldır bu böyle, hatırlamıyor bile…
Annesiyle bir apartman dairesinde savaşın bitişini karşılıyorlar. Mayer, Röhm kimya fabrikasında, meslek eğitimine başlıyor, kısa zamanda bir mika ustası oluyor ki bu aynı zamanda dedesinin de mesleğidir. Bütün ince ayrıntıları, meslek sırrını dedesinin bodrumunda kendine ait bir atölyede öğrenmiş. Mayer, küçük yaşta ustalaşmıştır.
Annesi genç ve güzel bir kadın, kısa zamanda mesleğinin başına geçip, savaşın yıkımlarına inat güllü dallı elbiseler dikiyor. Yavaş yavaş yeniden yaşama tutunma çabası veriyor. Savaştan geri dönebilmiş bir askerle de yeniden evleniyor.
Mayer, üvey babasından nefret ediyor. Mayer’in yürümesi, yemek yerken çatal bıçak sesi çıkarması, su içmesi bile üvey babasını rahatsız ediyor. Bütün gün radyo başında haber dinlemesi, bir tek annesinin beline dolanıp onu dakikalarca kollarıyla sarması da, bazen ağlama krizlerine tutulup saatlerce ağlaması da, Mayer’i çileden çıkarıyor.
Benzer haberler
Mayer, ,babasının yerine sağ dönmüş bu adamı öldürme planları bile yapıyor.
” Bazen geceleri rüyamda, elimdeki bıçağı onun kemikli karnına saplıyorum, sonra bir filden boşanırcasına kan akmaya başlıyor , o zayıf bedenden bunca kan akmasına şaşırıp uyanıyorum, onu ben öldürmeliydim, annem hep onun yanında durdu, hep onu savundu , hep onu sevdi, annemden nefret ediyorum, sevmiyorum , sevmiyorum hiç sevmiyorum…”
Kurşun geçirmez , şeffaf mika uçak camları, eşya rafları, taşıma kalıpları mika ile üretilecek ne varsa Mayer’in hünerli ellerinden can bulur. O dönemler Mayer’in maaşı onbeşbin marktır.
Kısa dönemde ayrılır evden ,bir apartman dairesine sığınır, tek hayali büyük bahçeli bir evdir, tıpkı dedesiyle yaşadıkları o büyük, o bahçeli ev gibi. Yapay bir göl kıyısındaki bu kocaman üç katlı villayı inşa ettirir. Annesiyle ilişkisi yüzeyseldir.
Tıpkı dedesi gibi evin bodrumunu atölyeye çevirir, en iyi işçilikten mika ürünleri yapar, çizilmez yıpranmaz, dayanıklı ürünlerdir bunlar.
Mayer, kısa zamanda sınıf atlar. Villanın büyük salonunda davet ve partiler verir. Yine böyle bir davet gününde karısı Mathilde ile bu çatı altında tanışır. Mati, uzun boylu zarif sarışın çok güzel bir kadındır. İyi piyano çalan, saatlerce yorulmadan dans eden, bütün erkeklerin gözünün üstünde olduğu Mati, kendisinden oldukça kısa boylu olan Mayer’in evlenme teklifini kabul eder. Bu evlilik iki de çocuk bırakır dünyaya. Rosa ve Jean. Rosa adı, Rosa Luxemburg’tan mı? Soramıyorum…
“Mathilde, hiçbir zaman tam anlamıyla benim olmadı” diyor Mayer, “Fırtınadan sonraki sessizlik’’ gibi sonradan ayrılırlar. Bir zamanlar 12 kişilik bu masayı dolduran o gürültüler neredeler? Masa örtüsü ne kadar da kirli, ne kadar dalekeli…
” Yedek bir masa örtüsü varsa değiştireyim’’ diyorum. Karşıda bir dolabı işaret ediyor . İşte gri bir masa örtüsü ,üstelik etaminden ortası ince bir şiirle özenerek işlenmiş şiir dörtlüğünün altında bir isim var ki şaşırmamak elimde değil .
Umut-Vladimir Mayakovski
‘’Kim işledi bu şiiri bu gri etamine, (Hoffnung) Umut, diye…kim?’’ diye soruyorum.
‘’İrena, Beyaz Rusya’dan…’’ diyor ve ekliyor: ‘’Bir gazete ilanında tanıştım, 7 yaşında bir oğluyla çıkıp geldi, güzel kadındı doğrusu, çok da gençti. Oğlu epeyce sorunluydu, beni hiç sevmedi. Gittiler …’’
Doldur yüreğime, kan doldur, 
kabarıncaya kadar damarlarım.
Tepeleme fikirler sok kafatasıma
Yaşadım ben
Sonuna kadar yaşamadım
daha hakkım var…
Bodur elma ağacına kuşlar dadanmış, yem topaçlarını gagalıyorlar. Mayer, onları seyrediyor…Tanrım yalnızlık ne büyük fakirlik…
Mayer, bu büyük evi kiliseye bağışlamış. 20 yıldır çocuklarıyla görüşmüyor. Hayatındaki kadınları sayamıyor bile. Üst katları kullanamıyor çünkü, zar zor yürüyor… şimdi salon çıkışına sıkışmış bir yalnız bir yaşam .
Kuşlar yemlerini gagalıyor, bodur elma ağacı yapraksız.
Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımları bitti mi?
Hiç sanmıyorum….
İlginizi çekebilir