Suna Arev: Eski bir avluda yaşanmış acı bir hayat hikayesi

Almanya, yaşadıkları avludan ne kadar da uzak. Bir apartman dairesinin penceresinden sarı bir ışık  sızıyor dışarı. Dünyanın durduğu andır, o an. „Dur yapma! Yapma, durrr“ dedi, Eren… Eren, elinde tabancasıyla karşında duran Emre’nin kardeşiydi. Bir elmanın iki  yarısıydılar. Emre, Eren’i  öldürebilir miydi? 

„Durr, yapma…“ dedi yeniden. Eren’in gözleri şaşkın, Eren’in gözleri kederli bir kuyu gibi bakıyor… 

Şimdi zaman geceyi yırtan bir kurşun sesidir artık. Eren’ in yüzü parçalanmış, kanlar içinde yerde yatıyor. Son bakışlarından, şaşkınlığından bir iz bile kalmamış. Eren 16’sında bir delikanlı. Eren, Emre’nin öbür yarısı. Emre, tabancası elinde  Almanya’nın karlı yollarına kan düşürmüş, bir kardeşini bahar görmeden öldürmüş…Almanya uzak, Almanya  bir ana çığlığı kadar acılı artık…

„Onu vurdum “ dedi Emre. „Onu vurdum“ dedi, telefondaki sese. Eren ölmüştü…Habil ile Kabil’in kanlı kavgası geri gelmişti…

*

İki katlı toprak bir ev, yüzünü doğan güneşe dönmüş, mozaiklerle döşenmiş merdivenlerden geniş bir terasa çıkılır, orada kara üzüm asmalarının perdelediği gölgelikte tatlı bir telaş hazırlığı vardır. İsmail’in düğün hazırlığı yapılmaktadır. Üç gün üç gece davullar çalacak, köy halkı halaya duracak, genç kızlar, genç oğlanlar sevdalı gelecek hayalleri kuracak. İsmail ile Şirin’in aşkları, erdikleri murad bize de nasip olsun diye tanrıya dua edilecek. Üçler, beşler, yediler aşkına bütün köye yetecek kadar davarlar kesilmiş, bu büyük köyde kimsenin gönlü kalmasın diye davul zurna önde, çocuklar arkada herkese kırmızı elmayla davetiyeler verilmiş…

İsmail’in sevdası yedi düvele ulaşmış. „Ya Şirin olacak ya da kara toprak“ demiş, başka bir şey dememiş.  Babası Seydali üç kez Şirin’in kapısına niyaz olmuş da iki aile bu sevdaya karşı gelmemiş. Sonunda Şirin İsmail’e nişanlanmış. Şirin kentten biri, İsmail ile mektep, kalem yoldaşı.

Yedi koyun kesilmiş , yedi kazan kurulmuş. Harman zamanı bereketin bolluğun diyarı bu köyde herkes  payına düşenle nasibini almış. Şirin öyle güzelki bir içim su. Sanki tanrı bütün işini gücünü bırakmış da oturup Şirin’i nakışlamış. İsmail ondan geri mi ki ? İsmail kuyudaki Yusuf  kadar yakışıklı…

Seydali köyde saygın biri, herkese iyiliği dokunmuş. Topraktan yapılmış büyük bir evi var. Dördü erkek, biri de kız beş çocuk babası. İsmail’den önce, iki oğlunu daha evlendirmiş. Büyük bir avluya açılan odalar, büyük bir mutfakla birleşir, bütün ev halkı büyük bir yer sofrasında buluşur. Kazanılan her kuruş baba ve anneye verilir, Doğacak her çocuk bu avluda büyür, aileyle kaynaşır, birbirlerine bağlıdırlar, öyle ki birinin ayağı taşa değse diğerinin canı yanar. Ekip biçer bu büyük damın altında beraberce üretir, bir kardeş sofrasında birlikte tüketirler. Seydali’nin evi huzurludur, kadına değer verir, onları yüceltir. Karısı bu sevgi ortamında herkesin yapı taşı, yol yordam gösterenidir…

Şirin ile birlikte bu evin havası daha bir hoş olmuş. Şirin kısa sürede bu köklü evin geleneğini benimsemiş. İsmail  dersen dünyanın en mutlu insanı. Hani,  kanatları olsa, neredeyse uçacak kadar mutlu. Bütün kış odasından çıkmıyor. Şirin ile konuşmadan, ona sarılmadan, saçlarının tellerini tek tek öpmeden, koklamadan duramıyor. Yaşamın bütün enerjilerini ikisi toplamış kadar bahtiyarlar bu avluda…

Baharla beraber mutlulukları ikiye katlanıyor, sevdaları üç olacak, Şirin hamile, avluya yeni bir can gelecek. İsmail ve Şirin tanrının en sevdiği kulları değil mi? Öyleyse, böyledir bu işler. Kesilsin kurbanlar! Sunaklara sunulsun! Yerdeki karıncaya kadar bu sevinci herkes paylaşsın. Bütün odaların kapısının açıldığı avlu, çocukları kaynaştıran birbirlerine bağlayan bu kardeş dünyasına biri daha eklenecek. Ne güzel, ne de güzel olacak…

Her şey doğanın emrettiği gibi ilerliyor. Aşk herşeyin üstesinden gelmeyi ne de güzel başarıyor. Hal böyle iken, yolunda gitmeyen bir şeyler de var. Şirin’in hamileliği normal ilerlemiyor. Hamileliğinin üçüncü ayından itibaren dayanılmaz ağrılar içinde kıvranıyor. Kahkahaların yerini iniltiler, zaman zaman çığlıklar alıyor. Dışarıda bahar havası, çiğdemler açmış, bahar en güzel kokularını havaya savuruyor. Fakat ne fayda; Şirin yataktan kalkmıyor, her geçen gün bir mum gibi eriyor. Avluda bir yas havası, ölüm gibi çöken kapkara bulutlar, sisli, yaslı zamanlar var…

„Hayra alamet değil“ diyorlar. Seydali ve karısı endişeli. Sonunda İsmail, Şirin’i bir kuş gibi kucaklayıp doktora götürüyor. İşte İsmail’in hayat nehirleri buradan itibaren tersine akmaya başlıyor. Bir insanın başına gelebilecek felaketler zinciri o gün başlıyor. Hayat, o günden sonra yapıyor yapacağını.

Şirin’in rahminde ceninden daha çabuk büyüyen bir şey var ki kurtuluşu imkansız. Tümör! Şirin’in narin bedenini rahminden başlayıp çepeçevre bir sarmaşık gibi sarmış. Şirin için „ölür „diyor doktorlar. „Evine götürün, bari yatağında ölsün…“

Bahar nasıl da cömert toprağa, suya nasıl da eli açık, bademler çiçekler açmış, börtü böcek, kurt kuş yuva yapmış. Her canlı nasıl da tatlı bir telaş içinde, güneş sarı sıcak kollarıyla her şeyi nasıl da bir sevecen kucaklıyor.

Benzer haberler

Bir tek İsmail ile Şirin’e uzanmıyor o kollar, bir tek ikisi ısınamıyor bu  sarı sıcakta.  Bir tek ikisi mutlu olamıyor bu baharda. Mutluluk onları terketmiş. Yas haberi avlunun ortasına bir yıldırım gibi düşmüş, yürekleri yakmış, her şeyi yaralamış. Şirin ölecek! Zaman bazen nasıl da aceleyle geçip gidiyor…bir aylık sürede ne çok şey yaşnıyor. Şirin sanki kentten gelen bir  yabancı, kısa bir misafirlik için gelmiş ve çekip gidecek hızla akıyor zaman.

Avluya gece çökmüş, etrafta bir ölüm yalnızlığı var. Şirin artık inlemiyor. Onun çığlıkları artık avlunun duvarlarını delmiyor. Elindeki pamukla İsmail, Şirin’in ağzına su damlatıyor, tuzlu gözyaşlarıyla bedenini yıkıyor. Bu zifiri karanlık gecede, yerin ve göğün tüm canlıları susmuş, herkes gecenin koynunda bir yerlere saklanmış. İsmail kimseyi istemiyor odalarına .Geçen her dakika sadece benim diyor, tüm zamanlar bir tek benim…Neylesin avlu? Acıya ve aşka karşı gelinmez . Sonra… Geceyi yırtan bir çığlık düşüyor Seydali’nin o büyük avlusuna. İsmail ‚in çığlığı avludan taşıp köyü ayağa kaldırıyor. „Uyyy  Şirin, öldüüü“

Talihsiz Şirin, kadersiz Şirin ölüyor. İsmail,onun soğumuş bedenine sabaha kadar sarılıp, çaresizce ağlıyor. Altı aylık bir gelin, karnında üç aylık bir bebek, bir çocuk başı kadar büyüyen ur ile gömülüyor köyün yoksul mezarlığına. “ Kara toprak sevinsin“ diyor avludakiler. “Kara toprak…“

İsmail ölümden beter, bir ruh gibi odasından dışarı çıkmıyor, kimseyle konuşmuyor. Bütün dünyaya küsmüş, intihar edeceğini, yaşamak istemediğini söylüyor.

Her yer karanlık, kasvetli…İsmail yaşıyor mu, yoksa yaşayan bir ölü mü? Köyde sürekli gittiği kısacık topraklı bir yolu var şimdi. Şirin’in mezarı…bütün mevsimler hep böyle…Acıya karşı gelinmez. “ ırakın acısını yaşasın“ diyorlar… „Bırakın da  yaşasın…“

Aylardan sonra  ilk defa kente iniyor  İsmail, kireç badanalı duvarına bir çivi çakıyor. Şirin’in büyütülmüş,  o peri kızına benzeyen resmini duvarına çakıyor. İşte bundan sonradır ki o resim İsmail’in bütün yaşamı boyunca gittiği her yerde duvarında asılı olacak, bu cansız resim onun biricik dert ortağı olacak. Cansız ölü bir dost… Yaşanan her acının tanığı, cansız, hareketsiz İsmail’in bu kutsal resimi herşeye asılı olduğu duvardan bakacaktır.

Yine bir harman zamanı… Köylüler çeşmede buğday yıkıyor, İsmail’in ailesi de orada. Kış hazırlığı için kazan kazan buğday kaynatılıyor. Kentten gelmiş Şirin’in annesi ve kızkardeşleri de orada. İsmail mezardan dönüyor. Şirin’in mezarını güllerle donatmış . İşte tam orada ; buğday yıkanan o çeşmenin başında, Şirin’e benzeyen, onun gibi ince bir dal gibi uzanan, onun kahverengi saçlarını taşıyan, onun kadar alımlı, onun kadar sıcak ve yine onun gibi sevgiyle bakan  bir çift  iri gözle karşılaşıyor. Daha dün, bir çocukken serpilip büyüyen Şirin’in kızkardeşi Şengül’dür bu…

Orada o çeşmede buğday yıkayan, bembeyaz ellere sarılıp öpmek istiyor. İsmail, Şirin’i yeniden bulmuş gibi Şengül’e oracıkta sevdalanıyor. Yeniden umut dolu güzel hayaller kuruyor. “Şirin’in gerdanını süsleyen altınlar, onun incecik bedenini örten entariler, parmağındaki yüzük, ayağındaki ayakkabılar şimdi ona ait olan her şey, ben de dahil ne de  güzel yakışır, ne de güzel yaraşır“ diye geçiriyor içinden…

İsmail kentin yolunu su yolu etmiş. Şengül boylu poslu fakat daha çocuk. Bu aşırı ilgi, bu inanılmaz sevda Şengül’ü de içine çekiyor. Bir kış günü avluya yeni bir haber ulaşıyor: „İsmail Şengül ü kaçırmış!..“

Eski bir hikayenin tekrarı gibi, davullar bir daha İsmail ve Şengül için vuruyor, zurnalar bu kez onlar için çalıyor.

İsmail yeniden kanat takmış uçuyor, bütün gökyüzü onun, bütün akarsular, uçsuz bucaksız yeşil vadiler, gökyüzü, doğa, en güzel kahkahalar, hepsi sadece İsmail’in, öylesine mutlu…

Seydali’nin avlusu çocuk dolu, bu geniş avluya açılan dört gelin odası var. Şengül ilk meyvesini burada veriyor. Bir kız çocuğu dünyaya getiriyor. Kızın adı Şirin oluyor…Aile kalabalık, gelir az, gider çok. Herkes canını almış, Avrupa yollarına düşmüş.

İsmail’in ilk zamanlar eli varmıyor uzaklara gitmeye. Sevdasından uzak kalmaya yüreği yetmiyor. Ne çare ki evde tahsil yapmış tek kişi, aileyi kurtaracak,avluya bereketi getirecek tek kişi de o.

„Ah ülkem, güzel ülkem reva mıdır sana ? Yoksul bülbülleri yuvadan uçurup kanatlarını kırarsın, yuvalarını başlarına yıkarsın…“

İsmail de gün geldi, „ahh yuvam “ dedi ve o da sonunda  kanat çırptı Almanya’ya…

Yanında özenle gazete kağıtlarına sarılı Şirin’in resmi vardı…

 

/ Devam edecek/

İlginizi çekebilir