Suna Arev: Eski bir avluda yaşanmış acı bir hayat hikayesi – 2

Her evin bir fedâkarı, her ailenin bir kurbanı vardır. Eski avludaki bu kalabalık ailenin fedâkarı ve kurbanı ise İsmail’di. Bütün bir ailenin günahını boynunda taşıyan, hepsinden sorumlu olan oydu.

Güneşli bir bahar mevsiminden çıkıp, soğuk, karlı, puslu bir kış mevsimine geçmek nasılsa İsmail, için de Almanya’daki hayat  öyleydi. Köyünden, yurdundan ayrılmak, gurbet ellere savrulmak İsmail’in baharını kışa çevirmişti. Bir yandan Şengül’e olan sevda hasreti, öte yandan o kalabalık avlunun bütün maddi manevi  yükü yüzünden bükülen boynu. İlk dönemler bir odayı dört arkadaşıyla paylaştı. Almanya’da en zor, en pis işler onu bekliyordu. Hafta sonları ağır fabrika işçiliğinin yanı sıra, üzüm bağlarında çalıştı. Canını dişine takıyor, babasına söz verdiği traktörü almak için çabalıyordu.

Uykusundan, yemeğinden, içmesinden, giyinmesinden kısıyor, babasına düzenli harçlık gönderiyoru. Bu arada Şengül’e ucu yanık sevdalı, aşk dolu mektuplar göndermeyi de ihmal etmiyordu. Nihayetinde aynı memleketten biriyle iki odalı bir eve geçti de bavulundaki Şirin’in resmi duvarda rahat bir nefes alabildi. İsmail bütün gücünü ve inancını bu resimden alıyordu. Şengül, o resmin konuşan, hareket eden, dokunulabilen haliydi. Bu gurbet ellerde, sığındığı cansız, hareketsiz, ölü bir dert ortağı Şirin’in duvardaki ölü resminden ibaretti.

Bitmek bilmeyen iki yıl da böylece geçip gitti. Bir ilkbahar sabahı, yeni uyanmış kuş cıvıltıları arasında İsmail, o büyük avlunun kapısını çaldı. Sevinç ve gözyaşları arasında kucaklaşmalar, vefa borçlu karşılaşmalar arasında İsmail ile hasret giderildi. İsmail, çölde susuz kalmış, kurumak üzere olan bir ağaç nasıl suya eğilirse işte öyle özlemle eğildi Şengül’e. Kızı Şirin de büyümüştü. Ahh, gurbetten sonra kavuşmak, bu avluda yeniden birleşmek ne büyük saadetti.

Akşam üzeri babası Seydali oğullarını avluya topladı .Önce İsmail’e minnet duaları etti. Sonra da bir traktör alacaklarının müjdesini avludakilere sevinç ve gurur içinde verdi. Ertesi gün kırmızı, gıcır gıcır bir traktör tam takım kapılarının önündeydi.

Traktörün ön kısmına bir nal monte edildi. Kem gözlere inat, bir de nazar boncuğu. Bütün temenniler bu avluya uğur, bolluk, bereket getirmesi içindi. Umutları, beklentileri böyleydi. Kapıdaki bu motor da şimdi bütün ailenin göz ağrısı, refaha açılacak kapısıydı.

Fakat, İsmail bir ay sonra  Almanya‘ ya geri gidecekti . Ailenin refahı iki yılla gerçekleşemezdiki. Ayrıca kim kullanacaktı traktörü ? Kim öğretecekti kardeşlerine traktör sürmesini? Bakımını yapabilecek olan kim vardı? Onun da çaresi bulundu. Yakın kentte bir akrabaları vardı. “ Üstelik temiz, dürüst aslan gibi de bir delikanlıydı. Elinden de her iş gelirdi. Yıllarca şoförlük de yapmıştı. Hem niye ele para versinlerdi?  Mahmut ne güne duruyordu? Varsın bu kapıda da bir garip, Allah rızası için ekmek yesindi…“

Böylece avluda bir oda da Mahmut için açıldı. Sofraya bir tabak da onun için konuldu. Mahmut genç, yakışıklı, ,kendine güvenen ve inanan biriydi… Bu arada göz açıp kapayıncaya kadar geçti bir ay ve İsmail yeniden düştü yollara. Tüm ailenin yükünü omuzlarına alarak, bi daha binlerce kilometrelik uzak yollara vurdu kendini. Gitti ama gitmeden önce de  babasından bir ricada bulundu:

„Şengül tarlaya, yazı yabana gitmesin, ezilip dökülmesin…“

Buydu istediği. Nasılsa onun yerine kendisi ezilip dökülmüyor muydu? Seydali karşı gelmedi. Nasılsa yedikleri ekmek, onun emeğiyle, onun alın teriyle girmiyor muydu bu avluya. Hem Şengül, İsmail’in emaneti değil miydi?

Ayrıca Seydali nasıl da severdi Şengül’ü, nasıl…

Mahmut,avlunun göz bebeği, motordan iyi anlıyor her bir şeyi iyi beceriyor, sessiz ve sakin biri. Seydali de Mahmut’a çocukları kadar değer veriyorç Hepsi de onu el üstünde tutuyor. Buraya kadar her şey iyi, buraya kadar olması gereken de bu değil mi?

Fakat avluda genç ve güzel bir ceylan dolaşıyor ki Mahmut’un aklını başından alıyor. Mahmut, o eski Mahmut değil artık. Şengül’ün alımlı güzelliği ilk zamanlar Mahmut’ta hayranlık uyandırsa da zamanla, yasak bir sevdaya, sönmeyen bir ateşe dönüşüyor. Mahmut Şengül’ü bir gün görmese canından can eriyor.

Bazen akşam serinliğinde avludaki yorgun ahaliye saz çalıyor. Bütün o içli türküler ev halkını mest ediyor. Mahmut’a hayranlığı yüceltiyor. Bir türküsü var ki, aslında o hep Şengül için söyleniyor.

„Zülf- ü Kaküllerin Amber Misali…“ Gecenin karanlığına yaslanan bu ağır sevda türküsü, avludakilerin içini titretmez mi? Titretir işte Şengül’ü de titretir, avluda ki herkes gibi…

 

Traktörle işini bitiren Mahmut, soluğu evde yalnız olan, ev işleriyle ve yemekle uğraşan Şengül’ün yanında alıyor. Yok motorun bakımı, yok yağı, yok suyu diyerek bahaneyle Şengül’ün bir tek tebessümü için  onca yolu katedip ter döküyor. Onunla bir kelime konuşmak, bir şey isterken ona dokunmak, nefesini göğsünde hissetmek en büyük arzusu oluyor.

Bu arada Şengül, ikinci çocuğuna hamiledir. İsmail’den gelen mektupları öpüp koklayıp yol gözlemektedir. İki yıl da gelir geçer diye kendini avutmaktadır.

Zaman da akıp gider ya, Mahmut’un içindeki o ateşte büyüdükçe büyür. Şengül’ün doğum çığlıkları bu avluya bir oğlan çocuğu verir. İsmail’in ucu yanık mektubunda, „oğlan olursa adı Emre’ dir’’ isteğine kimse karşı çıkmaz.

Mahmut, bir kuyuyu iğneyle kazar gibi, bir gölü ağzıyla su taşıyıp doldurur gibi, inceden inceye, adım adım Şengül’ün ilgisini çekmeyi başarır. Neredeyse her fırsatta “ Zülf- ü kaküllerin amber misali“ türküsünü onun için yaktığını fısıldar. Bu türkü yalnız ikisinin bildiği, yalnız ikisine ait gizli bir sırdır artık.

İsmail’e giden Şengül’ün mektuplarında bir soğukluk, bir uzaklık vardır. Sanki silah zoruyla yazılmış gibi öylesine mektuplardır. İsmail haksız da değildir zira Şengül de artık yavaş yavaş Mahmut’u sevmeye başlamış, gönlünün gemisini Mahmut’un limanına çevirmiştir bile.

Şengül, aşık olmayı, birini sevmeyi, birini görünce içinin titrediğini ilk defa Mahmut’la hissediyor. Aşkın o büyülü gücü ilk defa ayaklarını yerden kesiyor. Korkuyor Şengül, ödü patlıyor. İsmail’e de acıyor fakat, ne yaparsa yapsın Mahmut’ u sevmenin önüne de engel koymayı başaramıyor. İsmail orada karar verir ki ailesini, Şengül ve çocuklarını Almanya’ya yanına götürecektir. Şengül’ün soğukluğunu köyün işine, tozuna toprağına yorsa da, gerçek öyle değildir işte…

“ Çocuktun sen çocuk, yoksa ablanın yatağına girer miydin…“

“ O, ablanın ölü bedenine senin canlı halini koydu ,o seni değil hala ablanı seviyor ,seni seven benim , sen de beni seviyorsun işte aşk budur“ diyordu; Mahmut.

Göz göze fısıltıyla konuşmaların yerini, masum dokunuşlar, masum öpüşler alıyor Şengül’ün aklı başından gidiyordu. Zamanla avlununun yalnızlığı, ikisinin şehvet dolu birlikteliğine de sahne oldu. Gizli, yasak bir aşk avlunun duvarlarına gizlenmişti, kimsenin bilmediği, kimsenin duymadığı, kimsenin tahmin bile etmediği yasak bir aşk bu avluda gerçekleşiyordu.

Mahmut bu avlunun bir parçası gibi her işe koşturuyor, Seydali’nin gözünde büyüyordu. Avlunun genişletilip onarılması, betonlaştırılıp çatılanması gerekiyordu. İsmail gelişini biraz daha uzattı. Bu inşaat sırasında Mahmut da aranılan bir yardımcı oldu. İsmail’in gönderdiği paralarla ücretini fazlasıyla da  alıyordu.

Şengül desen aşktan, sevgiden büyülenmiş bir ruh gibi dolaşıyor, gizli kaçamak, her fırsatta Mahmut’la beraber oluyordu.Zaman böyle sürüp gitti… Sonra bir akşam üstü İsmail’ den bir mektup geldi. İşte o andan itibaren, Şengül  ve Mahmut’un da avluda havası değişti. İsmail, gelecek fakat Şengül ve çocuklarını beraberinde Almanya’ya götürecekti. “ Böyle olmazdı, ailesi yanında olmalıydı, hem Almanya’ya alışmıştı ve temelli dönüş artık yoktu…“

Bu haberle beraber Şengül’ün içine bir korku düştü. „Ne olacak şimdi diyordu Mahmut’a ne? “ Mahmut  ise susuyordu, hiçbir şey demiyordu . Mahmut, bir öğlen sonu bir fırsat yakalayıp Şengül’ün narin ellerinden tuttu ve dedi ki;

Seni seviyorum fakat çaresizim , ikimizi de yaşatmazlar, ikimize de nefes aldırtmazlar , bırak herşeyi zaman çözsün…“

Şengül orada, o avluda ayaklarının üzerine çöktü . Cennete yürüyüşün de bir sonu vardı. Gerçek şimdi çırılçıplak ayaktaydı. İşte o an, hiç içinden çıkmayan bir korku belirdi. Ertesi gün Mahmut yoktu. „Acil bir işi çıkmış “ kente yol almıştı bile. Hem İsmail’ in kardeşleri de yavaş yavaş motoru kullanabiliyorlardı. Seydali, ,Mahmut’,a arkasından dualar ediyordu, karısı da tekrar ediyordu.

“ Allah bin kere razı olsun , yolu da bahtı da açık olsun…“

Şengül, içi oyuk bir ağaç, ağacın içinde bir yılan, yılanın ağzında bir kuştu artık. Birazdan can verecek bir kuş, Ömründe böyle bir korku, böyle bir çaresizlik görmemişti. “ Ya İsmail  duyarsa, ya avludakiler duyarsa , ya Seydali duyarsa, ya herkes duyarsa… „

Korku , endişe, çaresizlik, içini yiyip bitiren vicdan azabı. Sanki Mahmut gitmişti de büyü oracıkta bozulmuştu. Gerçek, ne kadar da acımasızdı.

Şengül ,kalktı  yerinden çarka ( köy banyosu) yöneldi Bütün avlu ahalisine yetecek kadar su dolu bidonlar vardı. Kapıyı sürgüledi çırılçıplak soyundu,  bir tasla bütün o soğuk buz gibi suları başından aşağı döküp bedenini vura vura yıkadı …Hiçbir şey içini temizleyemiyordu. Bütün organlarını titreten o duyguyu durduramıyordu.

Geceyi yırtan bir çocuk ağlaması avluya yayılıyordu.

Oğlu Emre’ydi ağlayan. Anasına yanar gibi, anasına ağlar gibi ağlıyordu.

Yarın değilse öbür gün İsmail gelecekti…

(Devam edecek)

İlginizi çekebilir