Suna Arev: Dersim’in yetimleri; Sıdıka’nın esirleri, subayların hizmetçileri

Tüm zamanlar kıyısında Geyik’i aradım. Onun sağ kürek kemiğinin altında, kahverengi bir ağaç kabuğuna dönüşen yarasına dokunmak, yaranın içindeki irini akıtmak, sarmak  istedim…

Dedim ki Eyüp’e; gel, gel de yara gör şimdi..!

Geyik, dilini kaybetmiş lal bir ceylandır artık. Yaralı bir ceylan. Oysa onun zorla koparılıp getirildiği topraklarda ceylanlar kutsaldır. Ceylanlar Hızır’ın masum davarlarıdır ki vurulmaz, kanları akıtılmaz…

Geyik nerede Sıdıka Avar? Sırtındaki kurtlu yaraya rağmen sana ‘hain, hain’ bakan, kıyamete kadar iki eli yakanda olacak Geyik nerede? Söylesene Sıdıka..?

Ya Hayriye..?

İyi hizmet etmeyi öğrendi mi? Müdirenin ütüsünü iyi yapıyor mu? Çamaşırını, bulaşığını iyi yıkayabiliyor mu? Yemek yapmasını, ortalığı ayna gibi tertemiz parlatmasını öğrendi mi ? Söylesene Sıdıka; Hayriye hala koynunda ekmek saklıyor mu? Bir gün belki Geyik’e rastlar da ekmeğimi onunla paylaşırım diye düşünüyor mu? Hayriye’nin rüyaları hangi dilden, acısı hangi dilden Sıdıka? Söylesene..!

Onlar ki ilk defa zeytini burada; bu asimilasyon merkezinde gördüler…ilk ayakkabıyı burada giyindiler çıplak ayaklarına.

İki küçük kız Hozat’tan alınmış, buraya getirilmişti. Burada ilk defa ayakkabı edinmişlerdi. Gece ayakkabıları yastıklarının altında sabahlamışlardı. İlk ayakkabının kokusunu bilir misin Sıdıka? İlkler hep kalıcıdır kolay kolay yitip gitmezler. Kürd’ün yoksulluğundan sonra bir gece vakti ,o iki küçük kız sırf nineleri de bu pabuçları görsün diye, üç gün üç gece Hozat yoluna düştüler. Korktular, geceleri birbirinin koynuna saklanıp uyudular…

Sonunda nineleri ayakkabıları görünce sevinecekti ya…Sen bu mutluluğun tadını bilir misin Sıdıka? Sonra gidip onları tekrar aldığınızda dağda taşta parçalanan ayakkabıları için hangi dilden ağladılar Sıdıka; söylesene hangi dilden?

İlk kurbanını hatırla! Çok güzel Türkçe öğrenmişti ki bir “dağ ayısı” köyüne gelen memura tercümanlık yapacaktı: su gibi tertemiz ve iyi niyetliydi.. Sonra o memur Türkçe konuşarak kızı bir koruluğa götürüp tecavüz etti.. Ona göre Kızılbaş’ın eti ,üç gün herkese serbest helaldi…böyle buyurmuştu padişahları, cezası nasılsa yoktu…Kız attı kendini Munzur suyuna…Ölüsü hangi dilden, kaç gün arandı Sıdıka?

Bir gün Ankara yoluna düştünüz. Kürt kızları büyük çok büyük Türkler’ görecekti… Elazığ’ın yıkık dökük, yere çökmüş, yoksul, tamtakır kerpiç evlerine inat Ankara’da binalar yükseliyordu. Yalnızca Elazığ’ı görmüş bu kızlara yolu dünya kadar uzak Ankara ne büyük, ne haşmetli gelecekti kim bilir?

– Hepsi mi öğretmenim, hepsi mi biz Türkler’indir diye soracaklardı.

– Hepsi diyecektin ama hepsi bizim …Ve biz bu kadar güçlüyüz diyerek kızlara hadlerini bildirecektin..

– ‘’Bir Türk dünyaya bedeldir’’ ülküsüyle Kürt kızlarının kendilerinden utanmasını sağlayacaktın, sürekli bunun için mesai harcayacaktın…

Sana gazeteciler geldi ve ününüzü(!) Amerika bile duydu. Tecrübenizi de oradan almamış mıydınız? Kızılderilileri hatırla! Kolomb’un keskin kılıçlarını bilememiş, ellerini kanatmışlardı, beyaz adamı kılıçlarından tutarak, ‘hoşgeldiniz’ derlerken..

Sen Tokat’ta, Ankara’da, Bingöl Karlıova ‘da, Munzur’un kardeş gibi aktığı Peri Suyu’nda, Palu’da, Çemişgezek’te, Ovacık, Mazgirt, Pülümür, Pertek, Baskil ve Keban yollarında yoksul Kürt kızlarını toplarken ve onları kendi dillerine, kimliklerine karşı kılıç gibi salarken neler hissettin? Bu mazlumlara karşı gelecekte kazanacağın hangi barbar zaferleri hayal ettin?

Şimdi ve hep soracağız Sıdıka; hep soracağız taa ki kıyamete kadar…Geyik nerede? Yarası nerede, nasıl kanıyor hala?  Söylesene Sıdıka, söylesene…Geyik nerede? Geyikler Sıdıka, Geyikler nerelerde?

**

Burası Kuzova ‘nın en büyük köylerinden, en eski sahipleri de Ermeniler. Köyde sıra sıra dut ağaçları…Sıra sıra söğütler, sıra sıra erikler ve bir de kemerli çeşmeler..Köyün yolunun iki yakasında iğde ağaçları…Taa Harput’ a, Paramazlar’a kadar uzanır. Köyün Ermenileri 1915’te ölüme gönderilmiş ve giden bir daha geri gelmemiş.

Onlar giderken ölüm yollarına arkalarında yıkılmış mektepler, yıkık kiliseler bir de kemikleri dışarıda mezarlıklar bırakmışlar. Bunlar bakakalmış arkalarından….

Dersim, aha da şurası, Mercimek yolu koca bir dağ, bir yılan gibi kıvrılarak saatler sonra iner ovaya. O yol ki; Mercimek yolu, uçurum boyunca dolmuşlar Dersim yolcuları taşır, ağız içi Elazığ’dan…Bütün bir yol boyu Hızır’ı çağırır analar taa ki düze inene kadar…

Osmanlı haber salmış eli kazma kürek tutan ne kadar Ermeni genci varsa toplamış Mercimek dağının eteklerine. Bakarken ürküten bu yolu onlar kazma küreklerle açmışlar…

Yol bitip Dersim’e uzandığı andır ki hepsini kılıçtan geçirip öldürmüşler…Gömmüşler kendi açtıkları o yola…

Rivayet değil, Sakallı Nurettin Paşa, Giresun’da Topal Osman’la beraber binlerce Rum’un kanını içip, Koçgiri İmranlı’ya vardığında yeni bir katliam yemini içmiş. Ermeniler, Rumlar öldürülmüş ve sıra Kızılbaşlara gelmiştir artık..İmranlı kızıl kan, kızıl ağıtlarla cayır cayır yanarken Sakallı Nurettin’in yakasına bir el madalyalar takılıyordu Ankara ‘da…

O el, Mustafa Kemal’di ve gazalar mübarek, kanlar helaldi…

Kim demiş ” Dersim’e sefer olur da, zafer olmaz” diye…Sakallı Nurettin olmasa da damadı Hüseyin Abdullah Alpdoğan, Mustafa Kemal’in izniyle ‘zafer’i başaracaktı. Koçgiri ki 12 Ocağın evliyalar yurduydu ve Dersim’den beslenmiyor muydu?

Ve…

Tertele gerçekleşti…Binlerce ölü Munzur kıyılarına gömüldü, binlercesi sürgün, binlercesi kurdun kuşun ağzında bin parçaya bölündü…

Kalanlar, yoksulluklarını ve ağıtlarını aldılar, tek yükleri yakasız beyaz mintanlarıydı. Çırılçıplak dağıldılar Desim’in ağzının içi Elazığ’ın Kuzova köylerine…

Bu köyler ki Ermeni katliamından sonra,Türk muhacirlerle doldurulmuştu.

Dersimliler eşkiya (!), Dersimliler hırsız (!), Dersimliler Kızılbaş, ana bacı tanımaz(!), dinsiz, kitapsız, hiçbir şeye iman etmezler…diye diye onlardan önce adları geldi Kuzova köylerine yerleştirilmiş Türk muhacirlere…Muhacirler korkup yüzlercesi göç etmiş ,zamanla da bir tek muhacir kalmamış..Dersim’in dil bilmez yoksulları, barut ve kan kokusundan göçüp buralara yerleştiklerinde…

Binlerce Dersimli vardır Kuzova’da ve çoğu da ırgattır. Sünni iktidar tebaasının ırgatları. Onlar kıyımın hiç bitmeyen davasıdır bu topraklarda dilsiz yapayalnız, yaralı…

İşte yere çökmüş kerpiç bir duvar dibi..Ermenilerden kalma kürsüler 12 Ocak sahibini ağırlıyor, üstleri yamalı şalvarlar, ayaklarında yırtık, kimi beyaz kırnap ipleriyle dikilmiş lastik ayakkabılar. Koyunlarında kuru ekmek kırıntılarıyla hep Dersim’i konuşurlar…Bitmeyecek davaları 12 ocağa havaledir..

Berber, (Hüseyin Şengül) Haydaran aşiretinden dedi ki: ‘’Ben 12 yaşımda vardım ya da yoktum…Duydum ki Koçgiri Kızılbaş isyanı kanla bastırılmış . Sakallı yezidi kılıcını Mustafa Kemal’den almış, doğramış bütün mahsum- u pâkları…Kan deryası ki Dersim kapılarına dayandı…Sakallı millet mebusu oldu da, damadı Alpdoğan haber saldı…Koçgiri’yi duydunuz getirin silahlarınızı teslim edin Cumhuriyet’e artık kan akmasın diye . Bizde babalarımızın emri uludur…kardeşimle kom kom, mezra mezra, köy köy dolaşıp topladık ne kadar tüfek, ne kadar kama varsa, katırlara yükleyip götürüp karakolda Abdullah’a teslim ettik…Canımız da malımız da Cumhuriyet’e teslimdi artık. Alişer, Zarife, bir de evlatlığı Dersim Hızırı’na sığınmışlardı. Alişer yiğit, Alişer okumuş yazmış adam..Koçgiri’de Kızılbaş önder…

Alpdoğan’ın zehirli bir yılan gibi içimize kadar girip milisler kurduğunu nereden bilecektik…Bir gün duyduk ki Heyderi Kop, Alişer, Zarife bir de yeğenini bir mağarada öldürmüş Alişer ve Zarife’nin başlarını kör bir bıçakla kesip Elazığ’a Abdullah Alpdoğan’ a götürüp bir avuç altına satmış…

İşte o günden sonra bizim ziyaretlerimiz, dağımız, taşımız ,sularımız hepsi bize küstüler…Yüreklerini dar edip sırtlarını döndüler. O günden sonra yüzümüz gülmedi, ekmeğimiz taş oldu…Heyderi Kop ve adamları; o yüzü kara lanetliler, adımıza, tarihimize kara çaldılar..

Sonra askerler girdi bütün köylere, çoluk çocuk demeden hepsini öldürdüler. Bir gün davardan döndüm, anamı, babamı, kardeşlerimi yıkılmış viran olmuş evimizde bulamadım…

Taşlar ekmek oldu, ben kemirdim…hepsi bir uçurum dibinde öldürülmüştü..Beş kardeşim, anam babam kan gölü içindeydi. İki kız kardeşim aralarında yoktu…Zel dağı su olup aktı gözyaşlarımdan…Sus dedi biri sus! Sen Haydaranlısın öldürürler seni de, soyun kurur göğermezsin sonra..Tuttu elimden evine götürdü..Gündüzleri askerler bizi arıyorlardı ben ormanda saklanıyordum, geceleri o adamın evinde yastığımı gözyaşından göl edip uyuyordum…O ki biz gördük, dağ taş görmesin, dağ taş yazıktır…Beni saklayıp canımı bana veren ki ; Şemal ‘ydi Areyan aşiretinden. Soyadı kanunu geldi Şemali Şengül soyadını aldı ben de vefa borcum olsun dedim; de onun soyadını aldım, işte oldum Hüseyin Şengül…Şen’de hiç olamadık ya…

Binlerce insan karınca seli gibi öldürüldü, binlercesi sürgüne gönderildi…Nefsi müdafaa için patlayan on on beş silahı bahane eden devlet bizim kökümüzü getirdi…

Gel zaman git zaman…Duydum ki iki bacım yaşıyor, tren yollarında subaylara hizmetçi diye vermişler. Ciğer bu durur mu? Düştüm yollara bir bacımı Merzifo ‘da buldum, bir subaya hizmetçi olmuştu. Aldım getirdim, dilini unutmuş lal olmuştu…Diğer küçüğünü çok aradım çok sordum sonunda İstanbul’da izine rastladım …Tepeden tırnağa başka bir dine, başka bir dile gömülmüş el olmuştu. Yarasına yabancı, ayrı ayrı dünyalarda bir defa daha yok olmuş öldürülmüştük.

Burası Kuzova’nın büyük bir köyü. 300 haneden daha fazla Dersim göçmeni yaşıyor. 7 hane Sünni İslam tebaasından, onlarla Kızılbaşlar arasında bir çeşme var, mezarlıkları ayrıdır. En yoksulunun bile kendilerine özgüvenli dik yürüyüşleri var..Onlar iktidarın öz be öz sahipleri gibiler, bazılarının evlerinin en yüksek duvarlarına üç hilal şekli verilmiş ,kırmızıya boyanmış at nalları süsü var… köydeki en küçük siyasi bir olay hemen onlar tarafından bilinir..Devletde haberdar olur.Üç beş son yaşlı dışındaki kimse Kürtçe bilmez..Köye gönderilen hemen hemen bütün öğretmenler dinci ve faşistler..

Mustafa Kemal baş tacıdır…

Yoksullar duvar diplerine oturmuş ölüm sessizliğinde bir büyük sözü dinlerler:

” Şimdi bu Dersim’de kıyım olduğunda Atatürk’ün haberi yokmuş, hepsi Alpdoğan ‘ın oyunlarıymış…Mustafa Kemal Atatürk aslında Kızılbaştır ama ne etsin saklar kendini.

Neyse Ankara’da işi çok! Duymuş ki Kızılbaşların sonu gelecek..Demiş ki; Çabuk bana Fevzi Çakmak’ı bulun. Haber almış Fevzi Çakmak gelmiş Mustafa’ya öyle bir selam çakmış ki Mustafa Kemal’in gözlerinden ateşler çıkmış…

Efendime söyleyeyim. Davran demiş Fevzi dava milletimizi kırıyorlar. Fevzi Çakmak’da Kızılbaş ya, bir tek ona söylemiş. Fevzi Çakmak atlamış trene bir günde varmış Elazığ’a bakmış ki Dersim top tüfek duman içinde. Demiş ki oradakilere bana çabuk bir at bulun; Atamızın emridir..

Allah tarafından doru bir at gelip duruyor Fevzi Çakmak’ın önünde. At oluyor Düldül; Fevzi Çakmak oluyor Hızır…Düşüyorlar Pertek yoluna…Düldül öyle koşuyor, öyle koşuyor ki Pertek önlerine geldiklerinde ciğerleri çatlayıp can veriyor..Fevzi Çakmak alayın önüne geçip Hızır gibi yetişiyor. ‘’Ne yapıyorsunuz bre Yezitler! Atatürk ‘ten emir var durdurun kıyımı’’ diyor!

Kıyım orada duruyor…Biz bugün yaşıyorsak, işte hepsi Atatürk ‘ün sayesindedir..Bu da böyle biline..

Artık devlete ne hacet..Halka böyle zehir verilmiş işte…

Ali sen ata bak..

Fatma sen de ocağa…

Geyik diyorum şimdi, Geyik nerede?

İlginizi çekebilir