Suna Arev: Bir Boşanma Hikayesi

Hava soğuk, gök gri bir battaniye gibi mutsuz insanların üzerine serilmiş. Şimdi bir apartman dairesine sıkışmış hayatların mevsimidir. Ölsen bile kimin umurunda…

Kadın, eski bir çantayı yere boşaltıyor, sararmış ziyan olmuş mektuplar…kısacık notlar…Kısacası geçmiş yere saçılıyor. İşte bir mektubun başlangıcı kaleyi içten fethetmeye yürüyor ve oysa hepsi yalan. Burada kirli yatırımlar var.  Kadın önceden Avrupa’ya gitmiş, adam ise hesapçı, adam fesat.

“ Güneşim, ülkem, İstanbul’da bir vapurdayım, önümde masmavi bir deniz. Bu maviye sensiz bakan gözler varsın kör olsun, özleminden öleceğim,  öleceğim neredesin“? Sonra masum bir resim eller kenetli, Kadıköy’de bir kıyıda çekilmiş; gurbetin gurbetinde…
0 zamanlar ikiside devrimci, ikisi de dünyayı yeniden kuracak kadar inançlı, tutklu, heyevcanlı
.

Masum bir resim ki olacak bütün felaketlerden habersiz…O zamanlar adına karasevda denilmiş. Mektuplar, ahh o mektuplar…

Milena’ya yazılmışlar kadar çok. Bir mektup okunurken mürekkeplerini acıtmış gözyaşları var, kurumuş sayfada harfler yaralı. İşte böyle başlıyor hikaye… Böyle başlıyor plan, proje…

Resimi alıp bir kenara koyuyor kadın, sonra bütün mektup ve notları yeniden eski çantaya dolduruyor, şimdilerde tarumar olmuş bahçelerine yürüyor. Hepsini birer birer  orada yakıyor. Bu kül yığınına düşecek bir damla gözyaşı da  bırakamıyor artık. Her şey yalan, her şey sahte, her şey  maske.

Bir imzanın başlattığı günah, yine bir imzanın hükmü ile sona erecek; kadın kararlı boşanacak…

Uzun, dümdüz bir otobandalar…kadın arabayı kullanıyor, bendini aşmış bir sel gibi akıyorlar yola. Avrupa’da bütün işlemler bitmiş boşanmışlar fakat bir sorun var konsoloslukta da boşanmaları gerekiyor.

Kadın kararlı, hiç olmadığı kadar kendine güveniyor. Adam yan koltukta bir taş, taş mı? Haşa taşa, taş yontulur ev olur, taş yontulur heykel olur, oysa bu…

Bütün harfler öldürülmüş, ikisinden de çıt çıkmıyor. Sessizliği Aynur Doğan’ın arabada çalan „Şewa Tari“ stranı bölüyor.

Tatlı bir rüyayla başlayan yaşam yolu, kabusa dönüşmüş, o kabusu da bir imza bitirecek. Bir imza bütün buna bir son verecek. O zaman bambaşka bir hayat başlayacak, bambaşka ve özgür…

Şimdi konsolosluğun önündeler, işlemler ikinci katta, bütün kelimelerin boynu vurulduğu için çıt çıkmıyor….Bir saat on beş dakika bekliyorlar, bir mesaj düşüyor kadının telefonuna “ bitti mi“?

-Hayır… 

“Bitince çarşıya gel, seni bekleyeceğim, bir kahve içelim konuşacaklarım var, gözlerinde dünyaya bakacağım..“

“Olmaz“ yazıyor  kadın… “olmaz azizim, olmaz efendi, olmaz bey, olmaz olamaz…“

“ Sen benim dökülen etlerimi toplayamazsın…“

“ Geçti artık, kuş barınamaz göğsümde anladım…“

Nihayet sıra ikisinde, iki kuru sandalyede iki geçmiş, boynunu bir mavi imzaya uzatmış. Kadın soyismini geri almak istiyor, adama ait bütün kütüklerden silinmek, kaybolmak istiyor.

-Biraz sürecek, birkaç ay…

Olsun bekleyecek .

İşte bütün işlemler bitti…Gökyüzü ne kadar mavi bugün…Kapının önünde sıra bekleyen gurbetçi emekçiler ne kadar sevimli, ne kadar iyi, dünya ne kadar da yaşanılası bir yer böyle.

Koşun çocuklar koşun, sarılın annenize, anneniz yeniden büyütsün sizi…

Hiç dayak yemeden, hiç saçları sökülmeden, hiç ihanete uğramadan, hiç sırtına bıçak saplanmadan büyütsün sizi. Öpün çocuklar öpün, anneniz evdeki devleti yıktı şimdi, tamamen yıktı…

Bunları düşünüyor kadın.

Yol uzun, hava yağışlı, şimdi onu bırakıp gitmek vardı ya…

Ahh körolası vicdan. Adam arkasında kuyruğunu bacaklarının arasına gizlemiş bir it gibi yürüyor…

Kadın maddi manevi bir posaya çevrilmiş, bütün hayalleri yıkılmış ama olsun, yeniden yeniden yamalayacak yaralarını.  Bir kitap okumuştu geçenlerde „Kötülüğün Sıradanlığı“ işte bu pencereden bakacaktı…İşte bu kuyudan merdivenlerle çıkıp çocuklarına sarılacaktı.

Adam adımlarını hızlandırıyor yetişiyor kadına, biniyor arabaya , otobana kadar, bütün kelimeler ölü…

Kadın alıyor sözü: “Yüzünü unutmak istiyorum, bir daha karşıma çıkma, yalancı sahtesin sen, göğüs kafesinin içinde bir kalbin yok senin, bana da çocuklarıma da göre değilsin…“

Adam yumruğunu sıkmış kölesini kaybetmiş bir efendi gibi kükrüyor.

Kadın gülümsüyor, yanındakinin hiçliğine gülümsüyor.

Sıkılmış yumruklarına …Ucuz güç gösterilerine, basit hırslarına. Bütün gövdesi bir yumruk kadar.

„Ahh sen miydin , o İstanbul’daki aşk“?

Hükmün buraya kadar, bu imzaya kadar, bütün ağırlığın bu yumruk kadar, cürmün bu yumruk kadar işte.

Kadın basıyor gaza.

İbre 140, ibre 200, adamı bir can telaşı almış , canı tatlı, malı çok daha tatlı.

-Yavaş yavaş, yavaş sür !

Kadın beyaz bir patiskaya döktüğü bütün kanları hatırlatıyor adama. Kötülüğünün sıradanlığıştığını, fakat affetmek yok.

Adam cahil, adam düşkün, adam bir tek bacak arası küfürlerle saldırıyor, öyle savunuyor kendini, ana avrat, hep bel altı. Kadın olanca öfkesiyle adamın yüzüne tükürüyor…

Kadın, “işte bu kadarsın“ diyor.  İşte bu kadar. Faşizm her yerde; hatta evimizde, yanı başımızda, nefesimizi kesiyor, toksit zehirlenmeler yaşıyoruz.

Arabanın camını indiriyor kadın  “Şewa Tari“ ( Karanlık Gece) stranı dışarıya akıyor…

Kentin girişindeler, kadın arabayı bir yol kenarına çekiyor .

“Şimdi in arabadan ve defol“ diyor.

Adam iniyor, arabadan kadınına bağırıyor.

“Orospuuuu …Ananı avradını…“

Kadın acı acı gülümsüyor …

İşte bu kadardın, işte bu kadarsın

“Düşkün“ diyor.

Sonra basıyor gaza … Hiç de yüksek uçmayan o kanatlarına acıyor,  beslediği karganın gözünü oymasına, ederinden fazla değerin soytarıyı kral etmesine.

Fakat geçti geçti, bitti…

Gökyüzü mavi, bahçeler çiçekli, ev diktatörsüz.

Koşun çocuklar koşun, sarılın bana yeniden büyüteyim sizi..

Bir  bahar güneşinde yeniden ısıtayım sizi.

Koşun çocuklar koşun… 

İlginizi çekebilir