Suna Arev: Bıldırcın yürekli Zeynep

Avcılar geçiyor pancar tarlalarından, kuşaklarına geçirilmiş fileli torbalarla…Torbalarda bıldırcınlar, ayakları iple bağlı, birbiri ardına başağı dizilmiş….Saçma mermilerinin yaktığı tüyleri yolunmuş. Bıldırcın avcıları; bıldırcın avcıları;  siz ne kadar kötüsünüz…

– Garip bir kuş nereye gider ? ‘’Gelir bir çalıya sığınır’’ derdi annem. ” Kuş kadar ömrü ola, kuş vuranın” derdi babam…

Uçsuz bucaksız bir yoksulluk çölünün ortasında yaşam kaynakları ellerinden alınmış insanları daha rahat sömürmek için, buraları bu kadar geri, çaresiz, çözümsüz bırakmış iktidarlar. İnsanlar da bundan dolayı hep gitmişler ve bıldırcınlar misali hep bir çalı yumağına sığınmışlar. Bu yoksul halkı vuranların ömrü ise kuşlardan uzun olmuş. Onlar gitmiş, onları gitmek zorunda bırakanlar talana, yağmaya, katliama devam etmiş.

Ne çok geldiler…Önceden gelenlerin ayak izlerinden yürüyerek geldiler. Her gelen eşini, dostunu , tanıdığını da getirdi. Duyan duymayana haber saldılar,  geldiler de geldiler…Hep yeni yüzleri, hep acılı zorlu hayatlarıyla, birbiri ardına dizilmiş tesbih taneleri gibi geldiler. İsimleri, renkleri, düşünceleri, kimlikleri, inançları ayrı olsa da özlemleri aynı, kaderleri ortaktı…

Gelenlere yer açtı, önden gelenler…Onlar ki aynı gökyüzünün altında yaşanan aynı sürgünün devamı, yoksul ve zulme uğramış insanlardı.

Bir dağ köyünden Zeynep ve annesi Cemile de geldi. Niye gelmesinlerdi ki ? Kuzova herkese yetecek kadar büyük ve sonsuz değil miydi ? Yeter ki herkesi saracak şefkatli kolları olsundu onların. Bir Almancı evi vardı iki katlı,  büyük ve genişti. Sarı , kızıl boyalı, gölgesinde toprak bir ev vardı ki yıkık döküktü.  Geçmişin anılarıyla bakan , yaralı, boş toprak bir ev.  Hangi anıların , hangi acıların yorgunu olduğunu önceden burayı terk etmiş gitmiş olanlardan başka kim bilebilirdi ki? Yoksul yoksulu alır ya , bu toprak ev de Zeynep  ve annesine açtı kollarını . Zaten boş değil miydi ? Babalarının hayrına , ana kız ölünceye kadar bu evde bedava yaşasındı. Kime ne zararları olacaktı ki, iki garip kuş işte , iki kimsesiz yürek ,varsın onlar da kursaklarını doyursundu .Kime ne zararı…kime ? Kirinden, örümceğinden , delinmiş fare yuvalarından, akan damından arındı, badalandı ve böylece  iki garip kuşun sığınağı oldu. Onların hayatına, yeniden başlamaya sonuna kadar açtı kollarını . Bu görmüş , bu geçirmiş evin bacası yeniden tüttü işte…

Cemile 40’ında var mıydı ? Ne kadar da yıpranmış , ne kadar pörsümüştü? Orta boylu ve ne kadar da zayıftı . Hani burnunu tutsan canı çıkacak gibiydi…Zeynep ise kısa boylu , esmer , saçları güneşte öyle yanmış ki sanki bir alev topu saçlarını yalayıp da geçmiş. Zeynep çirkin değil aslında , iri gözleri , yuvarlak bir yüzü var , etli dudakları arasında önde ayrık iki dişi var,  hep gülüyor. İkisinin de okuryazarı yok. Cemile bir tek kelime Türkçe bilmiyor. Zeynep kısa sürede öğrenir, ne de olsa buradaki yeni kuşaklar hep Türkçe konuşuyor. Yeni nesillerin ana dilleri kökünden kesilmiş, lal iklimi. Zeynep 20’sinde ya var   ya  yok. Hep yalınayak dolaşıyor , ayağında bir karış kir. Saf , diyorlar ya aslında değil. Cahillikten , yalnızlıktan, yoksulluktan bir de günyüzü görmediğinden garip davranışları var.

Adetten değil bu çaresizlikten , buraya her yeni gelen ille de köyün davar çobanı olur ya Zeynep ile anası da ilk yıl köyün çobanı oldular. Köylünün davarını tuttular , güneşin kavurucu sıcağında ayaklarıyla diken topladılar, bütün yazı yabana , ağaç gölgelerine ,su başlarına ve yorgun bedenlerini konuk ettiler. Vesselam onlar da böylece sıralarını savdılar…

Bu köy merhametlidir, buraya sığınanlar korunur,  yoksula el atılır. İşte  yine herkes , birlik oldu, kimi yatak verdi , kimi yorgan , kimi teneke bir soba , kimi un , kimi kap-kacak, kimileri de artık giymedikleri elbiselerini verdiler bu ana kıza. Cemile’nin kocası erken ölenlerden. Onlarda artık buralı;  bu köylü oldular,  muhtar hanesine adlarını yazdırdılar.

Bu ana kızın oturdukları evin köşesine düşen bir başka ev var ; iki katlı , sahibi bir duvar ustası adı: Cebrail Usta ama ona herkes Çakır der. Garip bir göz rengi var , ne ela , ne mavi daha çok sarıya çalan bir çift soğuk bakan göz. Bir düzine çocuğu var, karısı kendini asmış, dostun var diye sürekli dövermiş. Cebrail’ i kendi aşiretinin dışında pek de sevip sayan yok aslında; gittiği her yerde karısının asılı bedeninin ruhu sanki arkasında yürüyor. Bir gölge gibi onu takip ediyor. Cebrail’i her gören göz , ille de karısını anıyor,  “günah alanın günahı bol olsun ” deniliyor.

Cebrail’in büyük oğlu Ahmet askerden yeni gelmiş , uzun boylu, yakışıklı , yeşil bir Ford traktörü var, bir de üzerinde bir kurulması. Hangi kızı istese onunla evlenir. Orta köylü bir sınıftan. Ahmet biraz da babasının ‘rol modelinin’ kurbanı . Karısına çamur atıyor ama köyün dul kalmış bir kaç  kadınıyla “aşna fişnesi ” de çok konuşuluyor. Cebrail ürkütücü, Ahmet babasının izini süren çaylak bir izci. 

Zeynep ile annesi bu köye epeyce alıştı, ikisi de ırgatlığa gidiyor. İyi kötü geçinip gidiyorlar. Zeynep artık bozuk bir Türkçeyle konuşabiliyor. Güzelleşmiş de, onun bunun verdiği renkli elbiseleri giyiyor ve aynaların önünden ayrılmıyor..Güneş yanığı saçlarına  renkli çingene tokaları takıyor. Zeynep çok mutlu bir sevda güzeli olmuş , yanakları pembeleşmiş , kendi kendine gülüyor , gelecek hayalleriyle , dalıp dalıp gidiyor. Sık sık da kayboluyor…

Anasına diyor ki,  “Yakında beni istemeye gelecekler ,benim de bu Kuzova’da bir yuvam olacak…”

Ahmet çok neşeli,  gençlerle gülüp şakalaşırken bir ara diyor ki, ‘’bu dünyada en güzel şey nedir biliyor musunuz? Vahşi bir bıldırcının eti…” Gülüşmeler…Sonra  asıl heyecanını hiç tereddüt etmeden dile getiriyor; “Et ile ekmek , et ile ete girmek…”

Köylük yerde  tarla yüzünden kavgalar olur, basit sorunlar yüzünden ufak tefek kırgınlıklar yaşanır fakat bir tecavüz olayı daha duyulmamış. Ya da üstü kapatılmış da kimseler duymamış.

Kim bu bıldırcın? Nasıldır bu bıldırcın eti? Kimdir bu bıldırcın kaderini paylaşan, bıldırcın yürekli insan? Kim?

Zeynep geceleri hep kayboluyor…Bir , iki ,üç  ,beş….geceler  hep böyle. Ahmet, Zeynep ile gizli gizli, orda- burda- şurda hep yatıyor . “Korkma, çıkar donunu , nasılsa seninle evleneceğim” diyor. Hep umut veriyor,  sürekli bekletiyor.

Bu böyle hep devam etmiş ve ne Ahmet’in babası Cebrail, Zeynep’i istemeye gelmiş ne de Ahmet bu ilişkiyi birilerine duyurmuş. Sonra? Sonrası Zeynep 7 aylık hamile…

Ahmet bu aralar babasına yalvarıyor , bir çıkmazda artık, ‘’git işte şu kızı’’ diyor. Zeynep’i  sevdiğinden değil, köyde rezil olacağından korkuyor. Cemile kadın Cebrail’in evini su yolu etmiş , ayaklarına kapanıyor da Cebrail , Nuh diyor da peygamber demiyor. “Etme eyleme, kimseler duymadan gel şu işi bağlayalım” diye ne diller döküyor ama Cebrail, “olmaz da olmaz , o deliyi bu eve sokmam ” diyerek hep ret karşılığı veriyor…

Cemile muhtara , muhtar Cebrail’e , git babam , gel babam ama yok oğlu yok. Cemile’nin umudu kesilmiş. Anlamış ki Cebrail’de hiçbir kapı yok, kör karanlık bir kuyu, düşmeye gör , boğulup da gidersin.

Cemile ne etsin , ne eylesin. Son bir umutla eski bir geleneği canlandırmak aklına geliyor ve kalkıyor, son bir şansla köylünün vicdan kapısını çalmaya karar veriyor…

Bir akşam üstü serinliği, güneş günün bütün yorgunluğunu omuzlamış ,dağın ardına geçmeye hazırlanıyor. Bu saatlerde köy serin olur , en uzaktaki sesler dahi duyulur…günün son işleri de bir çırpıda bitirilir. İşte  tam bu saatlerde yukarı mahallede bir kızıl kıyamet kopar . Bir kadın sesi , öyle bir bağırıyordu ki sanki biri ölmüş de üzerinde göğsünü parçalayıp ağıtlar yakıyor.

Öyle bir ses ki rüzgar nasıl ağlar ise öyle uğultulu, öyle acılı.

Annem,  ‘’Ahh’’ dedi , ‘’kimin evinde baykuş öttü?”  Baykuş bizim oralarda ölümün habercisidir de, ondan işte.  Bu ses Cemile kadının sesiydi, öyle ince , öyle güçlü , taa yukarıdan , Kürtçe ağıtlarla,  beddualarla, ağzı açılmamış küfürlerle geliyor. Bir ince dal Cemile, bir iskelet yığını , bir o yana , bir bu yana , dövülecek döşü kalmış mı ki? Döşünü döve döve geliyor… 

Cemile geldi ve köyün tam ortasındaki kahvenin önünde durdu. Kahvenin önü kızıl kıyamet , sesi duyan koşup gelmiş. Cemile’ye şuracıkta bir kurşun değse bir damla kan akmaz. Kaskatı kesmiş , terden adeta su kesmiş .

Öyle bir nefes alıp veriyordu ki sanki kalbi yerinden sökülecek.  Hepsine şöyle bir baktı, o yorgun , o yardım isteyen gözlerini köyün muhtarın üzerinde bıraktı. Sonra o elleri ,o nasırlı ,o güneşten kapkara olmuş ellerini , şalvarının uçkuruna uzattı, bir hışımla şalvarını çıkardı ve üzerinde soluk renkli bir ayak donuyla öylece kalakaldı.

Şalvarını önce bir eline doladı , bir iki havada savurdu , sonra  orada oturan erkeklerin önüne attı .

Ve  bağırarak, dedi ki: ” Bizim kimsemiz yok , bu şalvar sizin namusunuzdur , alın onu , namusunuzu temizleyin…” 

Cemile bir ayıbı  ,bir günahı , orada,bütün o erkeklere teslim etmiş gibi , ayak donuyla yorgun , bitkin bir halde geri çekilip yoksul evine doğru, rüzgarda sallanan bir yaprak misali gitti…

Zaman su gibi akıp gitti . Zeynep o yıkık evde anasının önünde diz kırıp bir oğlan çocuğu doğurdu. Adsız bir oğlandı.

Cemile, Zeynep ile bebeği alıp karakola gitti. Cebrail’ e suçluyu korumaktan,  Ahmet’e de tecavüzden dava açtı. Bebekten DNA örneği alınıp Ankara’ya yollandı .Nasılsa devletin eli kolu uzundu ,mazlumu korumaya ,kollamaya mecburdu !

Ahmet köylünün huzurunda, elleri kelepçeli hapise yollandı. Bu süreçte babasına, diz çöküp yalvardı ” bırak evleneyim ,rezil oldum’’ diye ağlıyordu. ” Evlenip sonra bırakırım..” Öyle ya nerede görülmüş zengin bir erkeğin, yok yoksul kimsesiz bir kıza aşık olacağı ? Masallarda, filmlerde sadece , gerçeği külliyen yalandı

Cebrail  bu süreçte durur mu? Ankara’lara yol aldı  ,adam buldu, rüşvet verdi devlete . DNA örneğini değiştirdi. Ahmet’i hapisten çıkardı. O taş , o içi bomboş yüreğine bir tas su serpti. Köy köy olalı böyle zalim ve, böyle taş yürekli birini bir daha hiç görmedi.

Davayı kazanan Cebrail, hayvan pazarına gitti , pazarda en irisinden, en besilisinden bir boğa satın aldı. Cami hocasını getirdi ve bir güzel de dua ettirdi. Sonra keskin bir bıçağı boğanın boynuna çalıp kan akıttı, Ahmet’e kurban adadı. Ahmet aşiretin gözünde aklandı, temize çıktı , kurbana mührü basıldı. Her şey oldu da bitti.

Sonra boğayı parçalara bölüp, köyün en yoksullarına dağıttı. Bizim eve de boğa etinden, epeyce bir but düşmüştü. Annem ocağı tutuşturuyordu , babam yorgun ırgatlıktan geldi, üst üste yığılı iki torba un. Un torbasının üzerinde koca bir et parçası. Ete baktı. Önce gülümsedi, ‘’ bu nereden “diye sordu.

Annem de ‘’Cebrail usta kurban kesmiş” dedi. Babam tir tir titredi , yumruğunu sıkarak, “sen de aldın ha” diyerek annemin üzerine yürüdü.A blam hemen ellerini açıp araya girdi. Babam ablama asla el kaldırmazdı.

“Şimdi sen bunu çocuklara mı yedireceksin ” diye sordu, babam

Annem usulca,  “Allahın kurbanı, ne yapaydım geri mi” demeye kalmadan, babam öyle bir kükredi ki; “Onun kurbanı geçmeeeezz” diye bağırdı. “Onlar mundar oldu…”

Biz küçükler korkudan dışarı fırladık. Dış kapımız yerinden sökülürcesine gürültüyle açıldı. Babam eliyle kavradığı eti, evimizin hemen bitişiğindeki boş tarlaya fırlatıp attı.

Biraz sonra etin üzerinden köpekler dalaşıyordu…

Zeynep’in adsız oğlu , bakımsızlıktan, kötü yaşam koşullarından fazla yaşamadı. Bir iki ay sonra öldü . Annesi Cemile, bütün bu olanları kaldıramadı, yataklara düştü… Zaten bir dirhemlik vücudu iyice eriyip döküldü. Bir şafak vakti onun da ölüm haberi köye düştü.

Ahmet, el içine pek çıkmaz oldu. Köye yeni gelen bir Almancı kızla ki aynı aşirettendiler, evlendi ve Avrupa’ya yerleşti. Köyde kimse ona yüz vermedi , el içine çıkamaz oldu. Her bakış bir kurşun oluyor, ona saplanıyordu.Yıllar, yıllar sonra doğup büyüdüğü toprağa bir kez ayak bastı . Baba evinden dışarı bile çıkamadı. Bir daha da gelmedi.

Köylünün gözünde idam edilmişti, o bir düşkündü artık . Mutsuz bir evliliği oldu , tüm çabalarına ve tedavilere karşın karısı hiç hamile kalamadı . Ahmet bir daha baba olamadı. Ezik , silik hep saklanan bir yaşam içinde, vicdan azabı ve suçluluk içinde ömür törpüledi.

Cebrail hiçbir şey olmamış gibi hala yaşıyor, hala itici, yaşıtlarından kimse kalmadı hepsi öldü. Zeynep’in bu köydeki ömrü bir gidip, bir dönmesiyle  4 ile 7 yıl arasında sürdü .Bu yıllar bir bıldırcının yaşam süresi kadardı.

Geldiği dağ köylerine dönmemek üzere gitti. Yaşlı bir adamla evlendi .İki üniversite bitirmiş oğluyla yaşıyor.

Zeynep ve Cemile’nin oturdukları ev bir harman yeri kadar düz olmuş. 

Sanki hiç yaşanmamış , sanki hiç bir şey olmamış gibi dümdüz işte…

İlginizi çekebilir