Söyleşi: Kazım Öz’ün Gözünden Kürt Sinemasının Yakın Planı -1

”Benim sinema yapmamda duygularıma ve düşüncelerime yön veren asıl sebeplerden biri de, kaybedilen, yok edilen / yok edilmek istenen değerlerimizle olan bağımdır. Bunlar bana acı veriyor, kaybettiğimiz insanların acısını ve sorumluluğunu hissediyorum.” diyor ödüllü Kürt yönetmen Kazım Öz…

Fırat Yavuz:

Kürt sinemasının Kuzey Kürdistan’daki başlangıcında sen Mezopotamya Kültür Merkezi’nde (MKM) yer alıyordun. Sinemaya öyle başladın. Hem geçmişte hem günümüzde pek çok Kürt genci, sinemaya bir yerlerden başlangıç yapıyorlar ama devamı çoğu zaman gelmiyor. Oysa sende bir devamlılık oldu. Bunu neye bağlıyorsun? Sinema sanatını hangi dürtüler, duygular ve motivasyonla yapabildin? 

Kamera ile tanıştığımda çektiğim şeylerin bende bıraktığı iz, vizör gibi optik bir şeyden bakarken yaşadığım farklı gerçeklik duygusu, hayata bakış açımı etkilemişti. Demek ki, gözün gördüğü ve algıladığımız gerçeklik dışında da başka bir gerçek vardı. Örneğin kameraya taktığın tele objektif, uzaktaki herhangi bir şeyi yakın gösteriyor. Bir duyguyu, düşünceyi, tarihi ya da toplumu da sinema yoluyla yakın plana alabiliyorsun. 

Bunun seyirci üzerindeki etkisi müthiş ilgimi çekmişti. 

Böyle etkilendiğin ilk ne çekmiştin?

Dersim’deki köyümde koyunları, kuzuları ve insanları çekmiştim 🙂 Sonra evde o köylüleri toplayıp kamerayı televizyona bağlayarak çektiğim görüntüleri onlara izlettim. Herkeste büyülü bir şaşkınlık olmuştu. Kimisi şok oldu, kimisi kendini izlemekten çok hoşlandı. Ben de onların tepkilerini izliyordum. O ilk anlar, tepkiler, seyircinin durumu oldukça sarsıcıydı benim için de. 

Yıllar sonra çektiğim Zer’de bile duyguyu hissettim. İstanbul’da sırtıma çantamı ve filmi aldım. Buradan Selanik’e, Atina’ya, Londra’ya, oradan Amerika’ya, oradan da Japonya’ya kadar tam 33 günlük bir gösterim yolculuğu yaptım. Aslında bir militan gibi, sırtımda çantam, elimde filmim her gün başka evlerde kaldım. Öyle otellerde pek kalmadım. Her gösterim sonrası söyleşide, tartışan, eleştiren, beğenen aktif bir seyirci kitlesiyle buluştum. Tabi işte seyirciyle kurduğum bağ, beni sürekli tetikleyen ve motive eden şey oldu. 

Seyirci izlediği filmi, tartışarak müdahil olarak yeniden üretmiş oluyor. Çekimlerin tamamlanması, post prodüksiyon aşamasının bitmesi o filmin bittiği anlamına gelmiyor sanırım.  Bu anlamda sinema seyirci ilişkisi, daha özelinde seyircinin Zer’le ve nihayet Kazım Öz’le kurduğu ilişki motivasyon ve ilham veriyor sana.

Kesinlikle öyle. Hatta yazdığım, çektiğim ya da izlediğim filmleri analiz etmeyi seyirci ile geliştirdim. Sürekli bir interaktif ilişkim oldu onlarla. Dönüp baktığımda, hiçbir filmimin doğru dürüst bir dağıtımcısı olmadı. Zaman zaman bir dağıtımcı bulsam da, onlar filmimin iyi bir programlama ile gösterilmesine yeterince destek olamadılar. Hatta kimisi aracılık etmekten çok engelleyici oldu. 

2008’deki Bahoz filminde bunu bariz şekilde beraber yaşadık. Ben de film ekibinden biri olarak bu engelleyici tavıra tanık olmuştum.

Evet, mesela hatırlarsan Bahoz için izleyiciden talep vardı. Ama dağıtımcı veya bazı sinema salonları göstermek istemiyordu. Bir dağıtımcı filmin DVD’lerini bastığı halde, dağıtımını yapmayıp DVD’leri bize göndermişti. Buna rağmen film seyirciye, halka dayanarak yoluna devam etti.

Biraz politik hareket eden sinemacılar için sinema yapmanın koşulları daha mı ağır oluyor?

Bizim ülkemizde oldukça zor oluyor. Normalde klasik sinemada yönetmen olarak geçiyorum. Ancak ben sadece yönetmenlik yapmıyorum. Aynı zamanda yapımcıyım, kurgucuyum, alt yazıcıyım, işçiyim. Mesela Fotoğraf filmini biz 35 mm çekmiştik. Filmin makaralarını sırtımızda çuvallara koyup gösterim yerlerine taşıyorduk. Fakat tam da böylesi bir pratiğin içinde olduğum için devam edebildiğimi düşünüyorum. Bazı söylentilerde olduğu gibi, arkamda politik bir gücün desteği ya da olanakları yok. Bulunduğum kurumsallıkta, genelde orayla da mücadele ederek film üretmeye çalıştım. Bu konuda senle de ortak bir pratik dönemimiz oldu.

Benim sinema yapmamda duygularıma ve düşüncelerime yön veren asıl sebeplerden biri de, kaybedilen, yok edilen / yok edilmek istenen değerlerimizle olan bağımdır. Bunlar bana acı veriyor, kaybettiğimiz insanların acısını ve sorumluluğunu hissediyorum. Bazen kaybolan bir canlının ya da bir kelimenin bile bende etkisi oluyor. Vicdan çok belirleyici benim için. Bunların sinemasını yapmalıyım, diyorum.

Sanatı ve sinemayı uzun bir dönem kurumsal bir çatıda sürdürdün. Bu dönemde şüphesiz ortam sana düşünsel, ideolojik ve manevi bir güç kattı. Aynı zamanda sanata ve hayata dair fikirsel çatışmaların olduğu, olumlu ve olumsuz kimi süreçler yaşadın. Bunları biraz anlatabilir misin?

Sanatla ve özelinde sinemayla tanışmam, Mezopotamya Kültür Merkezi’nin bir parçası olmamla gerçekleşti. Aslında dünyayı, toplumsal gerçeği ve kendimi anlamamda MKM’nin büyük katkısı var. Benim için kutsal bir gerçeklik. Bugüne kadar biraz saygın bir şeyler yapabildiysem, toprağımın ve dilimin değerini anlayabildiysem, bu kurumsallığın bunlarda etkisi büyüktür. MKM, hayata bakışımda açılan yeni bir pencere olmuştu.  

Belli bir gelişim sürecinden sonra bazen kendi kabuğunu kırmak istersin. Kendi fikirlerinle çatışma haline girersin. Zaten çatışma hali, kurumsallıktaki gelişim sürecinde, öğrendiğin şeyler içinde bile oluyor. Yani tekdüze olumlu gelişme süreci değil. Elbette kolektif üretim ve dayanışmaya dayalı işbölümü, tektipleştirici ve sömürgeci rejimlerde çok önemli silahlar. Tarihte bunun iyi örnekleri var. Sanat söz konusu olduğunda dayanışma, düşüncenin ve işin bir yanıdır. Ancak dayanışma ile sanatta her şey halledilemeyebiliyor.  Dayanışma, sanatsal bir fikrin zihinde ve üretim için hazır hale gelmesinden sonra etkili olabilir. Buradaki üretim, siyasettekine benzer bir fikir üretmek gibi değildir. Oldukça özgün ve bireysel bir çalışmayla sanat ortaya çıkabilir. Toplumsala dayalı bu kurumlarımızda sanatsal üretim, bir karmaşa haline geldi. Bir film çekmek ya da tiyatro oyunu yapmak, bir siyasi parti örgütlenmesi veya ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çalışma tarzlarıyla karıştırıldı. Burada fabrikasyon çalışma örnekleri oluştu. Sanatın özgün ve özerk üretimi, çalışma şekli ihmal edildi. Hatta Kürt kurumlarında farkında olmadan devlete benzeyen bir yapılanma ortaya çıktı. Bir iktidar olgusu gelişti. Sonuçta Kürt sanatçılarının kurumlarla birlikte büyük ve evrensel işler yapamadığını düşünüyorum. Elbette Kürt hareketinin kültür ve sanat adına her yaptığı şey yanlıştır, gibi yüzeysel bir sonuç çıkmasın. Burada eleştirinin odağı, devletleşme ve iktidarlaşma olgularıdır.

Tam da Kürt hareketinin bahsettiği Üçüncü Yol stratejisi, sanatın doğasına, sanatçı bakışına yakın bir fikirdir, diyebilir miyiz?

Bu Üçüncü Yol, asıl sanat için geçerli. Sanatın özgürlüğü, sanatçının özerkliği için… Sanat hem vicdanlı hem eleştireldir ve eleştiremeyeceği hiçbir kimse, kurum ve durum olamaz. Ya da tersine, eğer vicdanımız bir şeyleri desteklemek için bize sesleniyorsa, yaptığımız işte bu desteği yansıtırız. Sanat, en iyi politik hareketten bile daha temiz bir noktada olmak zorundadır. 

Tabi birileri eğer devletten, iktidardan destek almak için Kürt hareketi veya kurumlarını eleştiriyorsa bu da etik ve üçüncü bir yol değil. Hatta korkunç bir şey… İktidar bugün siyaset kurumlarıyla sanatı örgütlemeye çalışıyor. Yanlış ve tehlikeli bir şey bu. Zaten sanat böyle olmaz. Sanatı, sanatın iç dinamikleri örgütler.  

Kürt hareketi ve Kürt sanatı birbirini tamamlayan gerçekliklerdir. Bazen bir nehirde birlikte akar, bazen de nehrin kolları gibi birbirinden ayrılır. Mesela Kürdistan halen sömürgeyken hareket ve sanat birlikte akar. Ama bu durumdan, sanatı araç görmek gibi bir sonuç çıkmamalı. 

Biraz filmlerine gelelim. Ax (Toprak)’tan, Fotoğraf, Bahoz ve Zer’e kadar hemen her filminde, “yol” teması, ya hikayenin konusu ya da bir metafor olarak var. Tıpkı senin hep yol’da olman gibi…

Yolculuğun kendisi sinemaya en yakın kavramlardan biri. Yolculuktaki yer değiştirme olayı, sinemada açı değiştirmekle, uzak plan-yakın plan yapmakla özdeş bir şey. Bir şeyi geride bırakmak ya da tersine bir hedefe varmak, kısacası hareket halinde olmak, tam da sinemanın anlamının özünde olan bir eylem. Bahoz’da, Cemal’in gittiği evdeki duvarda, “hareketin en basit biçimi yer değiştirmek, en yüksek biçimi ise düşüncedir” diye yazıyordu. Bu aynı zamanda Hegel’in sözüdür. O evden geçen başka biri de, o yazının hemen altına “bizse basitinden en yükseğine doğru, daha karmaşık bir hareketi yaşayacağız” diye eklemiş. Biz Kürt sinemacılar için de öyle. En basitinden daha karmaşık olana doğru bir yolculuk söz konusu. 

Ben birçok şeyi yolda düşündüm. İnsan ilişkilerimi yolda düşündüm, yolda ağladım, özledim; hikayelerimi yolda yazdım. Hüznün, heyecanın yaşandığı anlardır, yolculuk. Aslında yol temasının, yaptığım sinemaya hala az yansıdığını düşünüyorum. Bendeki hislerle karşılaştırınca eksik kalıyor. Bazen, ben yol filmleri çeken bir yönetmen olmalıydım, diyorum.

Yılmaz Güney’in Yol filminde de karakterler hem fiziki hem de içsel bir yolculuk yapıyorlardı. Ve tam senin bahsettiğin gibi, o yolculukları esnasında zihinlerinde bazı karar verme süreçlerini karmaşık çelişkilerle yaşıyorlardı. Bu açıdan bakarsak, senin filmlerindeki yol teması ile Yılmaz Güney’in Yol’u arasında doğrudan veya dolaylı bir ilişki var mı?

Filmlerimin hikayelerini yazarken böyle somut bir düşünme şeklim olmadı. Ama Yılmaz Güney’in kendisi, benim için bir yol oldu elbette. Özellikle siyasi olarak durduğu yer, beni harekete teşvik eden, yola çıkaran bir yerdir. Mesela Sürü, bana en yakın ve çarpıcı gelen filmiydi. Diyebilirim ki, hayatımda ilk izlediğim film Sürü’dür. 1991’de üniversiteyi okumaya başladığımda, Alman Kültür Merkezi’nde izlemiştim. Ben koçer bir aileden geliyorum. Benim çektiğim ilk videoda, köylülerimin yaşadığı şeyi, ben başka bir şekilde yaşamış, filmi izlerken ağlamıştım. Niye ağlıyorum ben, diye kendime şaşırmıştım. Üstelik bu film, iyi bildiğim bir hayatı anlatıyordu. Sürü’de yaşadığım bu ilk duygular, benim film çekmemdeki sebeplerden biridir. Düşün ki, mühendislik okuyorum, daha sinema nedir, bilmiyorum. Ama sarsılmıştım. Fizik, kimya, matematik derslerinde çok başarılıydım ve bunlardan zevk alıyordum ama bunlar değil, bir film beni sarsmıştı. Mühendislikten kopup sinemaya yönelmemde Yılmaz Güney’in Sürü’sü çok etkilidir.

Yılmaz Güney’in en çok hangi yönü seni etkilemişti?

Sanırım en çok politik duruşu ve tavrı… Mesela zengin olmasına rağmen, sınıfsız toplumu istiyordu ve bunun için mücadele ediyordu. Yılmaz Güney’in ekonomik, sosyal, sanatsal olanakları olmasına rağmen, ana akım Yeşilçam sinemasını değil, bağımsız ve radikal politik sinema yapmayı tercih etti. O dönem yüzlerce sinemacı içinde çok ayrı bir çizgide durdu. 

Bir de Yılmaz Güney bence çok iyi bir edebiyatçıydı. Belki sinema daha popüler ve hızlı bir dolaşım ağına sahipti. Edebiyat ise, daha özel ve belli bir kesimin takip ettiği, hem üretici hem okuyucu açısından yoğun ve uzun emek isteyen bir alan. Yılmaz Güney, sinemasıyla daha çok tanınsa da, o işe edebiyatla başlamış ve çok güçlü yazmış. Bu yanı benim için özgün ve ilgi çekicidir.

/devam edecek/

İlginizi çekebilir