Sırrı Süreyya Önder: Ne yerde taş kaldı, ne bağrımızda yer

HDP eski milletvekili, çözüm sürecinin önemli aktörlerinden Sırrı Süreyya Önder, Ayşegül Doğan’ın Yıldırım Türker ve Hâle Şerif’le birlikte hazırladığı “İtirazım Var”ın  konuğu oldu. İki bölümlük söyleşinin birinci kısmında Dolmabahçe Mutabakatı gibi çözüm sürecinin kritik virajlarını, çözümden çatışmaya sürüklenişi, her şeye rağmen barışı ve barış umudunu anlatıyor, eleştiri ve özeleştirilerini dillendiriyor. Ayrıca HDP’ye baskıları ve “altılı masa”yı değerlendiriyor, “buradan nasıl çıkılacak?” sorusuna yanıt veriyor.

“Çözüm sürecinde görev düştüğünde bir saniye bile düşünmedim”

Hiç tereddüt bile etmedim. Üstelik olası sonuçlarının, baskın ihtimalin bundan dolayı bedel ödemek olduğunu bile bile, büyük bir arzuyla, büyük bir şevkle ve sıfır tereddütle kabul ettim. O gün fırsat o fırsattı. Hep o zamana kadar bunu söylemişsin, o gün sana da bir görev düşmüş, tam da deneyimlerini, varsa fikirlerini sunabileceğin. Ve bir anlamda tarih yazılıyor, ona birinci elden tanık olmanın coşkusu, heyecanı, arzusuyla dahil oldum. 

Milletvekili olmamak için çok direndim. Hatta dört gün benim yüzümden, eğer Selahattin Başkan beni kandırmadıysa, dört gün aday listelerini açıklamayı ertelediler. O kadar firar etmeye çalıştım, vekilliğin, halen de öyle, vekilliği çok kendime göre bir iş şey etmiyorum, çok “gedai” yaşayan bir insanım ben. Temsiliyet ayrı hassasiyetler gerektiriyor. Orada çok tereddüt ettim ama çözüm sürecinde görev düştüğünde hiç bir saniye bile düşünmedim.

Varsa hakkım fazlasıyla helal hoş olsun, başkalarının hakkını ve emeğini düşündüğümde “hakkım ve emeğim var” demekten bile haya ederim. Tek üzüntüm, başaramamak. Henüz başaramadık. Ama hiçbir şey yerde kalmaz. Hiçbir şey yapmadıysak, bu meselenin konuşulabilir olduğunu gösterdik.

“O mektubu okurken ilkokul öğrencisi gibi heyecanlanıp gerilmiştim”

Bayağı ilkokul öğrencisi gibi heyecanlandığımı, gerildiğimi hatırlıyorum. Bunu okumanın çok büyük bir onur olduğunu ve bu onuru en son hak eden insanlardan biri olduğumu biliyordum ve bunun da mahcubiyeti vardı üzerimde. Yani hep şey, bunu işte tanık olanlar bilir, hep, Kürt siyasal hareketinde bedel ödemiş, uzun bir tecrübesi olan birinin okuması, daha sembolik birinin okuması konusunda epey direttim ama sonunda arkadaşlar benim okumama karar verdiler, Sayın Öcalan da öyle. Öyle olunca, iş üzerime kalınca, onun çok tarihsel bir an olduğunun farkındaydım. 

Evimi gördünüz, hiçbir fotoğrafım yoktur evde. Şeyi arıyorum, o mitingin böyle güzel açıdan çekilmiş bir fotoğrafını bulursam, sadece onu bütün bu yasama döneminin anısı olarak, o Newroz mektubunun okunması, o insanların gözünde, yüreğinde size dalga dalga gelen iki milyona yakın insanın coşkusu, iyi duyguları, neşesi… O çok unutulmaz tarihsel bir andı. En kısa zamanda ondan daha niteliklisini yaşamak dileğiyle. O anı, yine unutamadığım anlardan birisi.

“‘Galiba bu iş artık çözülüyor’ dedik, umutlandığımız anlardan birisiydi”

Başlangıcı çok umutsuz yürüyordu, yani problemleri bir türlü aşamıyorduk. Fakat Rojava meselesi başladığında bir blokaj vardı, o çözülür gibi oldu bir ara ve ilk defa tarafların böyle ihlas ile yaklaştıkları duygusunu aldım. -Daima bir taraftan bir tarafta güncel konu neyse orada bir güvensizlik şeyiyle boğuşuyorduk.- Onu hissedince Pervin Hanım, İdris Bey ve ben, Kandil de çıkınca yolda birbirimize sarıldık. “Galiba bu iş artık çözülüyor” dedik. Çok onurlandığımız, umutlandığımız anlardan birisiydi o. Ve son umutlandığımız an oldu. Sonra işte, o baş aşağı gitme dediğim şey oldu. 

“Garip bir ev sahibi anlayışı var bu topraklarda”

Bu kadar bu çözüm sürecinde inisiyatif alan, rol ve sorumluluk üstlenen birisi olarak “tek bir cümleye indirin” deseler bana. Çok yaygın ve bir zamanlar moda bir soruydu ya, “Kürtler aslında ne istiyorlar?” diye. Kürtler binlerce yıldır yaşadıkları topraklarda çeşitli değişikliklerle kabuk değiştiren, şekil değiştiren topraklarda, güncele geldiğimizde bu toprakların istikbalinde hisse sahibi olmak istiyorlar, söz sahibi olmak istiyorlar. Bu kadar net ve kristalize bir aralığa indirgeyebiliriz. Peki, bu niye mümkün olmuyor ya da niye bir çatışmanın konusu olageldi hep ve giderek de artan bir şeyle böyle devam ediyor? 

Garip bir ev sahibi anlayışı var bu topraklarda. Kendisinden başka herkesi muvakkat sayan, kiracı sayan, işgalci sayan bir anlayış var. Ve bu konuda, işte demokrat gibi gözüken, Müslüman gibi gözüken, yer yer solcu, sosyalist gibi gözüken; kimi birazcık eşelersek eşeleyelim altından pırıl pırıl bir Türk milliyetçisi ve onun reflekslerinin çıktığını görüyoruz. 

“Kürtler halen barışı talep ettikleri için bu tren kaçmış değil”

Peki, uzak mı? Ya da bu tren kaçtı mı? Bunun iki tarafı var. Ne iyi ki, halen de böyle. İnsandan umut kesilmediği için; bir, kesilmeyeceği için. İki; Kürtler halen bütün bu süreç boyunca çok ağır ve yakıcı bedeller ödemelerine rağmen halen barışı bütün hücreleriyle talep ettikleri için bu tren kaçmış sayılmaz. Sadece ortalık vandallara bırakılmış durumda, onların sesi çok çıkıyor. Barışı talep edenler, bu savaş politikalarına itiraz edenler, mübalağalı baskılara, işkencelere, yok sayılmalara, aşsız, işsiz, ekmeksiz bırakılmalara rağmen bir şekilde bu irade, barış iradesi halen ayakta ve halen bel bağlayabileceğimiz durumda. Gelecektir. İlanihaye sürmüş, sonsuza kadar sürmüş bir çatışma ve savaş hali yoktur. Bize düşen, bu sorunun cevabını aramak yerine, “bunun daha az maliyetli gerçekleşmesi için neler yapabiliriz”e yoğunlaşmak

Yeniden diyalog ihtimali var mı?

Diyalog kesintiye uğrar. İki taraf tekrar birbirine alabildiğine düşmanlaştırıcı tutumlar içerisine girer. Böyle de oldu. Ama buna rağmen herkesin barış için zihnen ve fiziken bir hazırlığı sürekli devam eder. Müneccim değilim, herhangi bir kesimden gelen bir enformasyon üzerinden de konuşmuyorum. Sadece tarihsel olarak bakıyorum. Bundan çok daha çatışmaların yüksek seyrettiği günlerde bile sonradan açığa çıkan bilgilerden anlıyoruz ki, bir yandan bu zemin hep yoklanıyor. Birincisi bu. İkincisi, iktidar kanadının geliştirdiği programların, yaklaşımların hiçbirinin zamana bir direnci yok. Zamana mukavim şeyler değil. Yani “yok edeceğim, bu sorunu da ülkenin gündeminden kaldıracağım ve bunu da şu şekilde yapacağım” dediği şeyin önce ömrü birkaç hafta sürüyordu, sonra birkaç güne düştü. Şimdi bakıyoruz ki saatler içinde fikir ve yaklaşım değiştirebiliyor. Elinde kullandığı tek enstrüman, zor enstrümanı. Zor da limitli bir şey. 

Bu ülkenin kaynakları, bu ülkenin geleceği, bu ülkenin kaybettiği zaman artık yakıcı bir şekilde halkın yoksullaşmasıyla, büyük sıkıntılarla can alıcı bir gündem olarak hayatımıza sızdı. Önceden bu kadar yakıcı değildi. Daha maliyetsiz, daha insani yol ve yordam arayışları artık tabandan da zorlanmaya başladı. İşte yeni bir çözüm sürecini zorlayacak ve gündeme getirecek olan budur. “Şekli nasıl olur?” sorusuna verilecek bir tek cevap var; eskisi gibi olmaz. Onun dışında ön göremeyeceğimiz birçok 

“Barış çok ciddi bir iştir, savaşmak çok basit”

Bence aracısız görüşmek durumundalar, bir. İki, ön hazırlığını çok ciddi tutmak zorundalar. Barış çok ciddi bir iştir. Savaşmak çok basit, bir tetiğe basmaya bakar. Ama barışmanın birçok alt başlığı var. Bu süreçlerden zarar gören insanları dinlemek, onları sürece dahil etmek. Bu süreçte kriminal bir noktaya savrulan her şeyi ve herkesi teşhir etmek, mahkûm etmek. Talepleri toplumsallaştırabilmek ve şeffaflaştırabilmek ve halkın geniş kesimi tarafından dedikodu alanının dışında, hayatiyetiyle ve ciddiyetiyle tartıştırmak gibi bir sürü şeyi var. Hazırlığını ciddi tutmak, özenli gerçekleştirmek, icra edilmesini de fazlaca zamana yaymamak. Yani o meşhur laf gibi: “Hayır işi uzarsa şerre dönüşüyor.” 

“Çatışan taraflar aracısız görüşmeli”

Çatışan taraflar. Doğrudan birbirleriyle muhatap olmalılar. Çünkü önceden bir literatür farkı vardı. Kavramlara yüklenen anlamlardan iki tarafın anladığı aynı şey değildi. Ve en önemlisi, bir içtihat yoktu yaslanacak. Yani bizim yürüttüğümüz süreç, kendi içtihadını kendisi oluşturan süreçtir. Ne demek istiyorum? Örneğin bir yerde süreci bozucu bir şey gelişti. Böylesi bir durumla karşılaştığımızda biz nasıl davranmalıyız, bunu bir engel olma vasfından hangi yol ve yöntemlerle çıkarmalıyız konusunda elimizde hiçbir bilgi, birikim ve deneyim yoktu. Hep kendi içtihadını kendisi oluşturarak, ama kimi zaman başarılı kimi zaman ağır başarısızlıklarla düşe kalka ilerleyen bir süreçti. Bu o gün öyleydi. Ama bugün için yadsınamayacak bir külliyat oluştu. Yani bugün çıkması muhtemel hiçbir sorun yok ki, geçmişe müracaat edip, “bakın o gün böyle yapıldı, taraflar ya da taraflardan birisi şu şekilde yaklaştı ve sonuç şuralara vardı” denilebilecek bir repertuvarın üzerinde oturuyoruz artık. Onun için geçmişe nazaran artık tarafları birbirine tercüme etmeye, ruhsatlı bir yapı aramaya gerek yok. 

“Kim kamusal sürece hükmediyorsa bizim muhatabımız odur”

Bu konuda iktidar ve muhalefet ayrımı yapacak durumda değilim. Fakat deneyimlerimizden ve tarihten biliyoruz ki, bir müddet sonra bugün barışma iradesine sahip çıkmayı vadeden bir yapı üç gün sonra bu sorumlulukla baş başa kaldığında, “ya aslında meseleler sizin bildiğiniz, bizim bildiğimiz gibi değilmiş” plağını çıkarıp çalmaya başlayacak. Onun için, ben iktidar ya da muhalefet diye bir ayrıma gitmeyi doğru bulmuyorum. Kim kamusal sürece hükmediyorsa bizim muhatabımız odur. Aynı ciddiyetle muhalefette olan kesimlere de, aynı ciddiyetle, aynı muhataplıkla bu derdi anlatmak, katkılarını istemek, mümkün olduğunca sürece katmak görüşen tarafların asli sorumluluğu olmalı. Kişisel olarak kendimden örnek vereyim. Soruların muhteviyatı belli. Çünkü uğraştığımız temel alan belli. Bununla ilgili soracağınız her sorunun iki cevabı var ya da birden fazla cevabı olabilir. İndirgediğinde iki cevabı var. Fakat o iki cevaptan birisinin karşılığı yıllarca hapis. Yasal düzlemde, böyle bir yasal olmayan durum, demokratik olmayan bir durum olduğunda siz bu meseleyi tartışamazsınız. Rahatça, özgürce kendinizi ifade edemezsiniz. İşte bu alanlarda bunun nasıl düzenleneceğine dair HDP’nin tecrübeleri ve yaklaşımı ve önermeleri altın kıymetinde tabiri caizse, hayati önemde. 

“Bu iş, sadece demokrasi güçlerinin ve demokrasiye inananların çözebileceği bir şeydir”

HDP, malum, HDP’den ibaret bir yapı değil. Ne kastediyorum? Sivil siyaset alanında ve demokratik düzlemde barışı, barışın önündeki engelleri siyaseten düzenleme, talep etme, itiraz etme noktasında belki dünyanın en deneyimli mirasını barındıran bir siyasal oluşum. Tarihselliği var. Yani yedi yıllık bir parti değil, on yıllık bir parti değil, yaklaşık işte otuz-kırk yıllık bir mirastan söz ediyoruz. Dolayısıyla HDP böyle bir sürecin temel aktörlerinden birisi olacaktır, rol ve sorumluluğunu yerine getirebilme yetkinliği ne kadarsa. Yani bunun içinde bir barış süreci bahsedilecekse önce zeminin bunu konuşmaya elverişli bir hale getirilmesi lazım. 

Bu iş, sadece demokrasi güçlerinin ve demokrasiye inananların çözebileceği bir şeydir. Çünkü bu yaklaşımı, bu kolaylaştırıcılığı onlar görürler. Onun dışında meseleye -silahlı bürokrasi de, silahlı gruplar da meseleye savunma ve öldürme, yok etme, etkisiz bırakma, adına ne derseniz deyin, bu eksenden bakmak durumunda. Bununla alınacak bir yol yok. 

“Barış mühendislik çabalarıyla gelmeyecek kadar girift bir problem”

“Bu nasıl başlayacak” meselesine; bence özeleştiri vermesi gereken kesimlerin bu konuda samimi bir yüzleşme ve öz eleştiri yaklaşımına girmeleri, bunu da pratiklerinde hissettirebilmeleri, inanılır kılabilmeleri yeni bir süreç için olmazsa olmaz bir yaklaşım. Onun dışındaki her şey mühendislik kokar. Barış da mühendislik çabalarıyla gelmeyecek kadar girift bir problem. 

Bizim samimiyetimizi, bizim bu konudaki içtenliğimizi hiç kimse sorgulayamaz. Bizden başka belki herkesin içtenliği ve samimiyeti sorgulanabilir. Çünkü savaşa dönüldüğünde onlar hiçbir bedel ödemiyor. Oysa bizim başımıza gelmedik kalmıyor. Onun için, buna rağmen, tüm bu ağır duruma rağmen en cesur yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı yine bizler yaptık. Kendi adıma, tekraren söyleyeyim, barış talebini toplumsallaştırma da eksik kaldık, yetemedik. Engelleri, blokajları aşma konusunda daha yaratıcı yol ve yöntemler bulabilirdik. Bulamadık, yetemedik. Sebepleri var. Bahsi diğer. Mazeretlerimiz var. Elbette var. Ama -tüm bunların- hüner tüm bunların üzerine çıkabilmekteydi. Bu kadarını yapabildik. Dolayısıyla bizim açımızdan bu bir eksikliktir. Hakkımızda söylenen şeyler buğz edilen şeyler, çoğu gerçek değil. 

“Literatürde ‘barış korkusu’ denilen şey devreye girdi”

Bu “hendek” meselelerinin yaklaşımında sivil siyasetin yeterince inisiyatif alamadığı kocaman bir yalandır mesela. Siyaset can telef etti. Aktörlerin tümü can telef ettiler. Fakat önüne geçemedik. Dolayısıyla benim, bir özeleştiriden bahsettiğimizde, savaştan kendini besleyen, savaşla varılabilen, bunun dışında bir logaritmaya ne aklı eren, ne bunun oluşturucusu olmaya gücü, kapasitesi yetmeyen insanların ağzında iki, üç tane sakız var. Bunları kastediyorum. Ama benim nazarımda bu yaratıcı yol ve yöntemleri bulamamak, bunun için daha fazla çaba gösterememiş olmak, kendi adıma, mahkûm edilmesi gereken bir şey olarak görüyorum.

Tek tek olaylar üzerinden, “şu olmasaydı böyle olurdu, bu olmasaydı böyle olurdu”nun sağlıklı bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Gerçeği karşılamıyor çünkü. Yani, bütün örgütlenmesini, bütün tahkimatını savaşa göre oluşturmuş; bütün dilini, reflekslerini bunun süzgecinden geçirmiş; yapılar, kurumlar, devlet, iktidar, örgüt, ne derseniz deyin; bunlar barış böyle uzansan dokunacak mesafeye geldiğimde birdenbire işte literatürde “barış korkusu” denilen şey devreye giriyor. Statü endişesi, bundan sonrasına dair ne yapacağını ya da ne olacağını bilememe hali gibi bir sürü şey. Bir bu. İki; bu aynı zamanda bizim topraklarımızla sınırlı bir şey değil. Bu bir Ortadoğu meselesi. Dolayısıyla da gelinen konjonktürde baktığımızda bir dünya meselesi. Dünya meselesi olunca da sizi size bırakmazlar. Hüner, bunu kendi dinamiklerinizle, fazlaca da zamana yaymadan çözebilmekte. “Hayır işi uzarsa şerre dönüşür”den kastettiğim bu. Bölgeye dair hesabı olmayan hiçbir küresel güç odağı yok. Hepsinin bölge üzerinde bir hesabı var. 

Dolayısıyla “süreç niye bozuldu”nun sebebi, tahkimatın, barış tahkimatının zayıflığından. Bütün bu savaş isteyen güçlerin, savaştan fayda bekleyen ya da faydası olan güçlerin organize yaklaşımlar karşısında barış isteyenlerin son derece güçsüz kalması. 

“Dolmabahçe Mutabakatı ülke tarihinin barış konusunda ilk ve tek zabıt altına alınma biçimiydi”

Önce Dolmabahçe Mutabakatı neydi? Onu konuşmak lazım. Dolmabahçe Mutabakatı bu ülkenin tarihinde, ilk ve tek bu barış konusunda bir ortak yaklaşımın imza ve zabıt altına alınma biçimiydi. 

Tam da işte çatışan tarafları, yani devletle PKK arasında süren bu meselenin demokratik bir zeminde çözülmesine dair bir yol haritasıydı. Ve baktığımız zaman, bugün muhalefetin gadrettiği gibi Dolmabahçe Mutabakatı’nı bir metin olarak okuduğunuzda tüm taleplerin demokratikleşme eksenli olduğu görülecektir. Yani, toprak talebi yoktur, özerklik talebi yoktur, aklınıza gelebilecek, böyle bir süreçte şerh edilmesi gereken şeylerin hiçbirisi yoktur. Bütün mesele demokratikleşme zeminine oturtulmuştur. Niye? Demokrasi ve çatışmasızlık bir araya gelince, demokratik bir zemin ve çatışmasızlık, ondan sonra bu meselenin diğer boyutlarını tartışmak, geliştirmek, yol almak daha kolay bir noktaya gelecektir. Dolayısıyla, tarihte ilk defa Türkiye Cumhuriyeti devleti bir konuda, o güne kadar çatıştığı bir kesimle oturup bir deklarasyonu dile getirdi. 

“O resim statükoyu çok rahatsız etti”

Bu resim statükoyu çok rahatsız etti. Yani, Türkiye’nin yaklaşık işte 100 yıllık tecrübesinde, daha da geriye götürmek mümkün, pek alışıldık bir şey değildi. Ve süratle kriminalize edilmeye başlandı, bir. İki, flaş-forward dediğimiz mekanizma çalışmaya başladı. Yani “siz bugün bunu yaparsanız yarın şunu da isterler, yarın bunu da isterler.” Haldeki durumu tartışmaktan çok muhayyel tehlikeler ve tehditlere odaklanan bir, böyle hücum şeklinde bir itibarsızlaştırma bu yaklaşımı mahkum etme anlayışı, pratiği gelişti. Buna karşı bu mutabakatın iki tarafı vardı. Birisi iktidar. İktidar bizim savunduğumuz cesaretle, kararlılıkla bu mutabakata sahip çıkmadı. Daha birkaç saat geçmeden, tevil yoluna gitmeye başladı. 

“Erdoğan başlangıçta rahatsızlık ifade etmedi, ‘biraz daha fazlasını bekliyorduk’ dedi”

Başlangıçta rahatsızlık ifade etmedi, hatta şunu söyledi, “biz biraz daha fazlasını bekliyorduk” dedi. Çünkü Öcalan’dan silahsızlanma kongresi için tarih vermesini bekliyorlardı. Öcalan da bunu, o güne kadarki deneyimlerinden yola çıkarak, “bundan sonrası üçüncü bir gözün nezaretinde yürüsün ve o üçüncü göz dediğimiz insanlar ilk geldiklerinde ben bunu, bu tarihi deklare edeceğim” yaklaşımı gösterdim. “Daha fazla bekliyorduk” dediği oydu. Daha sonra bu salvolar başlayınca, “ben o resmi de doğru bulmuyorum, ne üçüncü gözü” falan noktasına geldi. Başlangıçta ilk demeci, “biz biraz daha fazlasını bekliyorduk” şeklinde, olumlayan bir yerden. 

(Metinden kendisi de haberdardı öyle değil mi, yani o mutabakat metninden?) Elbette ki. Yani bu işler ciddi işlerdir, oturup benim, senin ötekinin yazacağı bir şey değildir. Bu, yaklaşık bir buçuk aylık bir tartışma ve çalışmanın ürünüdür o metin.

Bir kişi bile barışı talep etmeye devam ederse barış umudu var demektir”

Benim meşrebimde “bir iş bitti” deme yok. Başka şansımız mı var? Ben meseleye böyle bakıyorum. Başka bir şansımız yok. Sonsuza kadar çatışacak mıyız? Buna bir yerinden “dur” demek lazım, “yeter” demek lazım ve bu konuda ısrarlı bir çabanın içinde olmak lazım. Dolayısıyla o çok teslimiyetçi bir yaklaşım olur: “Tren kaçtı artık.” E ne yapalım? “Tren kaçtı” demek. Onu demekle bitmiyor ki. 

Ondan sonra o zaman bütün bu alanlardan çekilmen gerekiyor ya da başka bir biçim alman gerekiyor. Yok. Barışta ısrarlı olmak lazım. Yani bir kişi bile barışı talep etmeye devam ederse barış umudu var demektir. Ben meseleye böyle bakıyorum. 

“Muhalefet bu konuda dünya gerçekliğinin gerisinde”

Muhalefet şu konuda dünya gerçekliğinin gerisinde, sorun bir parça oradan kaynaklanıyor. 

İktidarın dışındaki bütün kesimler. Meseleyi bir sistem tartışması bazında ele almaktan ödü kopuyor. Ya da buna yatkın değil ya da buna yetkin değil. Her ne hal ise meseleyi sistem bazında ele alamıyor. Buna Atçalı Kel Mehmet Sendromu diyorum.. Aydın İsyanı, 1829-30 yıllarında bu toprakların gördüğü en önemli alt üst oluşlardan birisini yaşadı. Bu (Eric) Hobsbawm, Atçalı için “sosyal eşkıya” diye bir tanımlama yapar. Durum tarihsel olarak bugünle bir anoloji kurmaya müsait. İşte bir vergi toplama sistemi var Osmanlı’nın. Bunu Voyvoda’lar eliyle yapıyor. Diyelim bugünkü kavramlar, bugünkü harita üzerinden konuşursak: Ege Bölgesi’ni ihaleye çıkarıyor. Birisi diyor ki, “ben yılda 20 bin altın veririm saraya, toplarım buradan.” Öbürü “30 bin altın” falan. Padişah bunu birine irade ediyor. O da mültezimler eliyle ahaliden bu altını toplamaya başlıyor. Kuraklık varsa, savaş varsa, başka güçlükler varsa ahaliden bu parayı tahsil etmek güçleşiyor, güçleşince zor devreye giriyor ve Voyvodalarla mültezimlerin zor kullanma şeyleri var “meşruiyetleri” var. Ahalinin tepesine çöküyorlar, 30 bin farz-ı misal saraya verecekse, 30 bin de kendisi ziftlenecek. Onun için halkın üzerine sopa, baskı, zulüm, öldürme, yağma, talan, bununla gidiyorlar. Atçalı Kel Mehmet böyle bir ortamda ortaya çıkıyor. İtiraz ediyor. Ve temel düşüncesi şu: “Padişahımız, efendimiz aslında iyi, bu zalim Voyvodalar olmasa ne güzel olacak.”. On binlerce insan iltihak ediyor Atçalı Kel Mehmet’e. Sonra Tanzimat’ın maddeleri olabilecek ne kadar talep varsa Atçalı Kel Mehmet tarafından dile getiriliyor. Ve Voyvodalarla mültezimler bölgeden canlarını zor kurtarıyorlar, kaçıyorlar, gidiyorlar. Saray epey bir baş edemiyor. Sürekli de sosyal hayatı düzenleyen, halk lehine düzenleyen, mazlumlar lehine düzenleyen bugünkü tabirle yönergeler, talimatlar, fermanlar yayınlamaya başlıyor Atçalı Kel Mehmet. “Sosyal eşkıya” olarak nitelenmesinin sebebi şu. Bütün bu sarayın vergisinin bir kuruşuna dokunmuyor. Kendi cebine ya da yaranlarının cebine bir çeyrek altın girmiyor. Sadece o zorbalığa bir itiraz olarak çıkıyor. Çünkü niye? “Efendimiz iyi sistem kötü, ah bu kötü Voyvodalar olmaz.” Etrafındakiler buna bir akıl veriyorlar. Diyorlar ki, “sen bu kadar ferman yayınlıyorsun, bir mührün olmalı.” Bugün Aydın’ın Atça kasabasında büstü vardır, o heykelin altında bu mührün kabartması da vardır. Kendi unvanını şöyle tarif ediyor: “Vali-i vilayet, hademe-i devlet, Atçalı Kel Mehmet.” Burada vali-i vilayet, vilayetin valisi. Fakat hademe-i devlet yani devletin hademesi, hizmetkârı. Bu çok önemli. İkinci Mahmut, bunun artık mühür de bastırdığını duyunca, civardaki dağınık güçlerini toplayıp kuvvetli bir ordu bunun üzerine gönderiyor ve bütün adamlarıyla beraber öldürülüyor, padişah eliyle öldürülüyor, sistem eliyle. Muhtemelen ölürken şunu düşünmüştür diyorum ben: “Ya ben ne yaptım, ben efendimize son derece bağlıydım ha ben bu zalim voyvodalara itiraz ettim.” 

“Muhalefet sistemi tartışmazsa, hepsi sistemin bıçağının altına yatacak”

Muhalefet eğer sistemi tartışmazsa, hepsi sistemin bıçağının altına yatacak. Ve anlayamayacaklar: “Ya biz ne yaptık yani, biz bu devlete bendelerdik, bu devleti, milleti, şunu, bunu, bayrağı önceliyorduk. Bunlara sıdkı sadakatle bağlıydık. Bizi niye böyle etti devlet?” Ancak son nefesinde idrak ettirir adama sistem. Sistem, zalim bir şeydir. Yukarıda becerikli hain, aşağıda muti kul ister. Onun için muhalefet akıl ederse, sistemi tartışmak durumunda. Ancak o zaman kendisini, iddialı bir cümle kurayım, on yıl sonrasına taşıyabilir. Bunu akıl edenler, örgütlenmesini, kitlelere yaklaşımını bu temelde geliştirip dönüştürebilen siyasal yapılar geleceğe kalacaktır. Yoksa bugün çok cesametli gibi gözüken birçok siyasi yapının mülga olduğunu göreceğiz. Çok değil, on yıl içinde. Hayatın paradigması değişmiş, sen nerelerdesin? Yani “Z kuşağı, Z kuşağı” dedikleri şey. Gelmiş aslında gelmekte olan. Yeni bir paradigma, yeni bir yaklaşım, küreselleşmenin getirdiği binlerce cüruf ve sen halen babadan atadan kalma literatürle sadık bendeler olduğunu varsayarak bir toplum tasavvuru, bir gelecek inşasına nasıl oynuyorsun? Vasıta elverişsiz, tespit temelsiz, yaklaşım saçma. Bununla alınacak bir yol yok. 

Herkes zannediyor ki, yani böyle muhalefete böyle söylediğimizde, işi gücü bırakmışız muhalefetle uğraşıyormuşuz gibi. Öbürü zaten iktidar. Öbürü zaten her gün kanımızı iliğimizi emmekle meşgul. Umut, iktidarın dışında kalan sosyal-siyasal yapıların bir araya gelmesinde. Onun da hal-i pür melali bu. Şeyden anladığı bu ve umutlanmak için bir sebep vermiyor. Tekraren söylüyorum ki, hepsinin samimi olduğunu inanıyorum. Ama çi fayda?

“Ne yerde taş kaldı, ne bağrımızda yer”

Bazı tarihsel dönemler vardır şimdi bakıyoruz o faşizmin yeniden inşa edilmesi, her gün üzerine bir briket de sözüm ona sofistike yaklaşanların koyması meselesinde şimdi bizim süreçteki olası eksikliklerimiz ya da gerçekten hatalarımız, yanlışlarımız, yetemediğimiz durumlar üzerinden muazzam bir kriminalizasyon var. Herkes şunu bilmek zorunda, sıradan insanın algısında onlar pir u pak ve biz bir sürü böyle yalan yanlış süreçlerin içinde olmuş aktörler gibi gözüküyoruz. 

Fark yaratan şeyler vardır tarihte kıymetli olan da budur. Şimdi farz edelim ki, x bir siyasi yapının muhalif bir siyasi yapının milletvekili, bunu dert etmeden bu konuda bir söz söylemeden değerli olmaya devam edebiliyor ama fark yaratan tarihe kalacak olan bizim yaklaşımımız. Herkes onun gibi yaklaşırsa bir müddet sonra işte kasabın bıçağı onu da bulacak. Tipik o Almanya analojisi onu götürdüler seslenmedim, bunu götürdüler seslenmedim, beni götürdüler seslenecek kimse kalmadı. Bu bana alçaklık gibi geliyor. Fark yaratan, kıymetli olan bir çabanın içindeyiz ve utanmadan iktidar eleştirisi adı altında “Siz de Öcalan’la görüştünüz.” Ve sonra da bağrımıza taş basmamızı istiyorlar. 

Bu HDP’nin bağrına taş basması sonucu yerel iktidarı kazanan hiç ama hiçbir yönetici, seçimden sonra yav niye bağrınıza taş bastınız verdiniz sağ olun ama bağrınıza niye taş bastınız biz size ne yaptık ki sorusunu sormadı. Bundan daha büyük bir aymazlık olamaz. Herkes tatlı su kurnazı. Aldık tamam işimiz bitti. İcap ederse yine böyle alicengiz seçeneksiz bırakma numaralarıyla bir daha alırız zannediyor. Oysa bana benim doğal tabanım olmayan bir kitle bana bağrımıza taş basıp sana oy vereceğiz dese günlerce uykuyu yitirirdim ben. Niye böyle hissettiler. Ve bir dahakinde bağırlarına taş basmamaları için yapabileceğim şeylerin imkân zeminini arardım. Bunların imkân zemini önce bu soruyu sormak. Bunu söyleyene hiç kimse gidip sordu mu kamusal alanda ya da özel alanda, ya Selahattin bey sağ olasın, var olasın ama niye bağrınıza taş, seçmeninizin bağrına taş basmasını istediniz. Zannediyorlar ki işte haksız tutukludurlar siyasi tutukludurlar, demekle bu iş bitecek. Bu iş onunla bitmez. Yapısal tarihsel sosyokültürel siyasal birçok arka plan şeyi var. Onun için…

Arkadaşlar yeni bir sürece giriyoruz, geçen sefer bağrınıza taş basmıştınız. Ne yerde taş kaldı, ne bağrınızda yer kaldı, bağrınız Karacaahmet mezarlığını geçti taş dike dike. Ne yapabiliriz? Bu soruyu sordukları zaman o imkan zemini ortaya çıkar. Yani falanca adayda ortaklaşalım meselesinin yeteceğini düşünmüyorum. Bunca süreç geçirmiş birisi olarak. Kim ki buna dayanarak bir hesap yapar seçimin ertesi günü şapkasını koyacağı bir masa arasın şimdiden. 

“O altılı masadaki partilerden birinin temsilcisi bize isimlerimizi layık görmüyordu”

Ben bir ana yaklaşıma işaret etmek istiyorum. Siz sizin derdinizi çözmeye gönüllü bir yapıyı 40 metreden tanırsınız. Siz sizin derdinizle hemhal olacak çözecek cümleyi fısıltıyla edilse bile duyarsınız. Onun için bunlar derde deva işler değil. Kamusal alanda şeffaf açık hadi ben de size şeyi sorayım, bu altılı masa her şeyi tartıştı. Kendi açıkladıklarından anladığımız kadarıyla memleketin en önemli meselesi hakkında hiçbir şeyi ne tartıştıklarını duyduk ne konuştuklarını duyduk. O altılı masadaki partilerden birinin temsilcisi bize isimlerimizi layık görmüyordu, isimlerimizi. Ben bunlara Selahattin Sırrı Emine Pervin adlarını layık görmüyorum diyordu. Çok merak ediyorum ben yahu acaba bunlar geldiğinde ismimizi bize layık görecekler mi? Bunun cevabını almadan hiç kimseyi adından emin olamayacağı hiç kimseyi hiçbir tatlı su kurnazlığıyla hiçbir yere sevk ve idare edemezsiniz. Bu hesabı yapan herkes oturup işi ciddiyetle ele almak durumundadır. 

“Bizim yanımızda durmayacak ne var?”

(HDP’yle de açık diyalog kurmak durumundadır diyorsunuz?) Evet, neyimiz var bizim? Bu ülkenin en şerefli insanlarıyız. Ne, bizim yanımızda durmayacak ne var? Demokrasi mücadelesi, demokrasi mücadelesi diyorsun. Partisinin 3’te ikisini cezaevine vermiş bir sürü insanını toprağın altına vermiş bir yapı. Sen ne yapmışsın? Bir bardak çayından vazgeçen üç tane adam söyle üç tane kadın söyle. Cezaevindeki mevcudunuzu söyle diye sorarlar adama. Sen oradan kalkacaksın bana demokrasi donu biçeceksin öyle mi? Ve sonra da ufak kurnazlıklarla beni sevk ve idare edeceğini sanacaksın. Geçti Bor’un pazarı eşeği sürecek Niğde’yi bile bulamazlar. Çiddi olacaklar, dürüst olacaklar, kararlı olacaklar. Cesur olacaklar. Olunacaksa ha şimdi tam zamanı. Öyle hele durun daha biz kendi aramızdaki işi çözelim. Size de allah kerim geldiğimizde biz hiç onlar gibi davranır mıyız’a karnı tok bu kitlenin. 

“Dövmeden korkup dövme yaptırmaya çalışan insanın hikâyesine benziyor”

(Altılı masanın akıbetini nasıl görüyorsunuz?) Siyasi zekalarına ve yaklaşımlarına bağlı. Ama muhtemelen kendi içlerinden sabote edileceklerini düşünüyorum. Yani bu şeyde bu görünümde seçimlere kadar taşıyamayacaklarını düşünüyorum ve bunda da temel sıkıntının kendi bileşen yapılarından kaynaklanacağını düşünüyorum. 

Şimdi dövmeden korkup dövme yaptırmaya çalışan insanın hikayesine benziyor. Yani gitmiş adam, heves etmiş ben de bir dövme yaptıracağım demiş. Figürleri göstermişler aslan figürünü beğenmiş. İlk iğneyi yiyince zıplamış neresini yapıyon demiş kuyruğunu demiş. Boşver kuyruksuz olsun. İkinci iğne neresini yelesini yapıyom, boşver yelesi de olmasın. Tam böyle bir akıbet yaşamaya aday gibi gözüküyor. Sen önemli meseleleri önce konuşursun, bir mutabakat sağlarsın. Ya da sağlayamayacağın sınırlar ortaya çıkar ve bir yaklaşım, yeni bir yaklaşım geliştirebilmenin imkanlarını araştırırsın. E bunlar ne kadar yapısal mesele varsa bunların tümünü erteleyerek, kundağa saçak meselelerle uğraşıyor. 

“Masada olmamamız iktidarın bize dönük imha yaklaşımının daha etkili bir şekilde üretilmesidir”

Şimdi masada (HDP) olmalı mı olmamalı mı? Ben onun derdinde değilim. Peki ben neyin derdindeyim? Masada olmamamız bu iktidarın bize dönük kıyıcılığının, bize dönük zalimliğinin, bize dönük imha yaklaşımının yeniden ve daha etkili bir şekilde üretilmesidir. Kimi kandırıyorlar? Çünkü sıradan insan diyecek ki, ya bu AKP’ye bu kadar itham ediyorsunuz iyi de kardeşim bu da senin yanından vebadan kaçar gibi kaçtığına göre demek ki sende bir şey var. İşte faşizmin yeniden üretimi budur. Masada olsam ne olur, olmasam ne olur ama masada olmama tutumu bizi iktidarla aynı yerden mahkûm etme anlayışını yeniden ve daha perçinli bir şekilde üretmektir, kimi kandırıyorsunuz? Bu tuzağa düşen solcu bile var. Güya adı solcu biz onlarla bir araya gelmeyiz çünkü şöyle çünkü böyle. Al sana faşizmin yeniden üretimi. Onun için sorular, cevaplar, yaklaşımlar hep farklı yerlerde, derde derman olmayan yerlerde. Yani hoca yüzüğünü kaybetmiş ahırda, elektrik direğinin altında arıyor iyi de sen ahırda kaybettin hoca. Orada ışık yok diyor. Kimse bu karanlığa girmeyi göze alamıyor, gözü kesmiyor dediğim gibi bu yapıların içinde oransal olarak kıymet teşkil edecek yani hadi daha ileri gideyim bir düzineyi geçebilecek bir insanın cezaevinde olan bir tane yapı gösterin bana, bir tane yapı! 

Sonra bana bu demokrasi mücadelesinde önüme düşüp mihmandarlık edecek öyle mi? Kürt coğrafyası cezaevini ikametgâh olarak ikinci konut yapacak yere, şekle gelmiş. Onun için öyle tatlı su kurnazlığına şey yok, altılı masaya eğer dert edecekse, geleceğe şamil bir şey yapacaksa aha bir oturumunda da otursun bunları tartışsın, bakayım hele hangi hikmetli inciler çıkacak biz de bir görelim. Onlardaki akıl bir geceliğine bizde de olsun da bir gece rahat uyku uyuyalım. Ben sabah 6 olmadan uykuya geçmiyorum, aha polis gelir götürür diye. Tamam, bu sadece bana özgü bir şey değil. Bu bir kaygı, endişe de değil yani. Kürt siyasal hareketiyle yan yana duran, ona dahil olan herkesin günlük rutinine dönüşmüş bir kitleye, büfe yeri kovalayan bir dingil gelip demokrasi dersi verecek, öyle mi? Ciddiyet, ciddiyet, ciddiyet!

“Kılıçdaroğlu’nu bu siyasi tablo içerisinde kıymetli bir yerde görüyorum”

Kemal Bey’i tüm bu siyasi tablo içerisinde çok yüksek ve kıymetli bir yerde görüyorum. Çabalarını, efendime söyleyim yaklaşımlarını fazlasıyla, benim durduğum yerden fazlasıyla kıymetli ve soylu bir çabanın içerisinde. Önce bunu söylemeliyim. Fakat “bu yeter mi”nin cevabı kocaman bir “hayır.” Malum, cehenneme giden yolun şeyi iyi niyet taşlarıyla bezelidir. Onun için öncelikle bizim oyumuzla yerel iktidara gelmiş olan yöneticiler, partiler, yapılar işe bu bağıra taş basma meselesinden başlamakla mükellefler.

“Siyaseten bütün taşlar yeniden karılacak”

Nasıl çıkılacak? Bir, genç enerjiyle. Köhnemiş yaklaşımlarla, yaşı kastetmiyorum, yani yaşlanmayı da kastetmiyorum, köhnemeyi kastediyorum. Bunlar çok farklı şeyler. Köhnemiş, enkaza dönüşmüş, ölmüş, cesedi kaldıran yok, orta yerde. Böyle bir yaklaşımı hayat tasfiye edecek. Siyaseten bütün taşlar yeniden karılacak. Türkiye’de köklü bir sistem tartışması ve hesaplaşması her siyasal yapının içerisinde yükselecek. Bunu görebilenler kendilerini geleceğe taşıyacaklar, bunu göremeyenler siyaseten mülga olacaklar.

İlginizi çekebilir