Sibel Özbudun: ”Kadın(lık) Bilinci” Mi?

Spartaküs ayaklanmasına katılan köle kadınlarla erkeklerin ilişkileri, dönemin Roma’sının standartlarına göre çok daha eşitlikçiydi, köle kadınlar ayaklanmalarda komuta kademelerine dek yükselebilmişlerdi… Ya da Anadolu’nun köylü isyancıları Babaîlerde, Orta Doğu Karmatîlerinde, Batı Avrupa Cathar isyanlarında… 

“KADIN(LIK) BİLİNCİ” Mİ?

(GENÇ BİR KADIN ARKADAŞIN SORUSUNA YANIT)[*]

“Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar,

  başkaldırmazlarsa da bilinçlenemeyecekler.”[1]

 Öncelikle, kavram bence oldukça tartışmalı. Bir cinsiyete, üstelik de tarih-aşırı bir bilinç atfetmek, bırak Marksizm ile, düz mantıkla dahi mümkün değil. Örneğin Kleopatra da kadındı, onun cariyesi de, sen de… Üstelik ataerki (patriyarka) o günlerde de vardı, bu günlerde de… Şimdi buna dayanarak, Kleopatra’yı, Hürrem Sultan’ı, onların cariyelerini, ırgat kadınları ve seni-beni (bir de Angela Merkel’i) kapsayan bir “kadınlık bilinci” varsayımı, en yalın deyişiyle anakronizm olur.

Onun yerine, şöyle düşünmenin daha doğru olduğu kanısındayım: her çağın, daha doğrusu her iktisadi-siyasal-toplumsal sistemin ve “kendisi için sınıf” konumundaki her sınıfın, kadınların konumu ve toplumsal cinsiyetler-arası ilişkilerin nasıl olması, ailenin biçimi, cinsiyet rolleri, cinsiyete dayalı işbölümünün nasıl olması gerektiğine dair tasavvurları vardır.

Egemen sınıflar, kendi tasavvurlarını hâkim tasavvur, giderek etik, dinsel, yasal çerçevelere dayandırmak suretiyle geçerli zihniyet, bir çeşit “zamanın ruhu” hâline getirecek araçlara sahiptirler ve bunu çoğunlukla başarırlar.

Ama malum, sosyo-ekonomik sistemlerde yalnızca egemen sınıflar yok. Bir de ezilen, sömürülen sınıflar var. Ve bunlar zaman zaman kendi koşullarını değiştirmek, üzerlerindeki tahakküme, sömürüye son verme kararlılığına kavuşurlar, ya da Marksist deyişle “kendinde sınıf” olmaktan çıkarak, “kendisi için sınıf” hâline gelirler. 

Egemen sınıfın karşısında yer alan, onunla taban tabana zıt çıkarları olan ve egemen sınıfla(rla) bir mücadele içinde olan ezilen-sömürülen sınıflar (emekçi sınıflar: köleler, serfler, köylüler, işçiler…) da kadınların konumu vb. konusunda (genellikle egemenlerin tasavvurlarından çok daha özgürlükçü olan) bir tasavvura sahiptirler ve özellikle de kalkışma/ayaklanma momentlerinde bu tasavvurları hayata geçirirler.

Örneğin Spartaküs ayaklanmasına katılan köle kadınlarla erkeklerin ilişkileri, dönemin Roma’sının standartlarına göre çok daha eşitlikçiydi, köle kadınlar ayaklanmalarda komuta kademelerine dek yükselebilmişlerdi… Ya da Anadolu’nun köylü isyancıları Babaîlerde, Orta Doğu Karmatîlerinde, Batı Avrupa Cathar isyanlarında… Kadınlar kendi toplumlarında geçerli ahlâksal-dinsel-toplumsal kuralların çok ötesinde özgürlükçü-eşitlikçi bir ethos’tan yararlanabilmişlerdi…

  1. yüzyıldan itibaren sanayileşmiş ülkelerde baş gösterip, kapitalist dünyaya yayılan işçi mücadeleleri de genel olarak kadınların eşitlik ve özgürlüğünü talepleri arasına katmışlardı…

Ama dikkat: 14.-15. Yüzyılın Cathar isyancıları ile 20. Yüzyılın proleter devrimcilerinin “kadınların özgür ve eşit olması”ndan anladıkları, oldukça farklıdır. Örneğin Cathar’lar için kadınların “dinsel baskılardan kurtulmaları” gibi bir talep söz konusu değildi/olamazdı. Ama örneğin kadınların İncil’i va’zedebilme özgürlüğü” temel talepleri arasındaydı. Bir başka deyişle, belirli bir dönemin kadınların konumuna ilişkin tasavvurları (diğer tüm tasavvurları gibi) 1) İçlerinde yeşerdikleri tarihsel-toplumsal ortamın; 2) Bağrında biçimlendikleri sınıf(lar)ın dünya kavrayışlarıyla sınırlıdır.

Diyeceğim şu: her çağın ve mekânın, bağrında yer alan sınıfların mücadelesi tarafından belirlenen bir “ruhu” (“kültürü” diyelim mi?) vardır: Çağa hâkim olan, genelde egemen sınıfların fikir ve tasavvurlarıdır; ama özellikle sınıf mücadelelerin yoğunlaştığı dönemlerde egemen fikirlere/ zihniyetlere, ideolojilere karşıt, alternatif fikirler gündeme gelir. Hem egemen fikirler, hem de alternatif/ karşı ideolojiler tarihsel olarak değişkendir. 

Bir örnek vermek gerekirse, 19. yüzyılda kadınların eşitliğine ilişkin tasavvurlar kompleksi, (feminizm) ağırlıklı olarak liberal burjuvazinin dünya kavrayışıyla sınırlıdır; liberal burjuva ideolojisinden beslenir ve hem 1) Kendisi formel eşitlik (oy hakkı, eğitim hakkı, mesleklere girebilme, miras hakkı vb.) taleplerine yaslanırken, kadınların her türlü baskıdan kurtulması ve tam eşitliğini savunan çağdaşı işçi sınıfı perspektifinden; hem de 2) 19. Yüzyıl feministlerinin taleplerini yetersiz ve sınırlı bulan ve topyekun özgürleşmeyi savunan ikinci dalga feministlerden farklılaşır.

Gelelim ataerki meselesine. Ben ataerkini bir “erkeklik bilinci” olarak tanımlayan yaklaşıma katılmıyorum. Ataerki prototipini kabile patriyarkında bulan bir “iktidar formu”dur: kabilenin yalnızca kadınları üzerinde değil, gençleri, çocukları, hizmetkârları, köleleri… vb. üzerinde yetkesi olan yaşlı eril figür. Kabilenin mallarını, sürülerini yöneten, topraklarının nasıl dağıtılacağına, ürünün nasıl kullanılacağına, savaşa, barışa karar veren güçlü gerontokrat figürü. İlk devletlerin çekirdeği, prototipi…

Yani bence ataerki kavramını salt kadın-erkek ilişkileri bağlamıyla sınırlamak, hatalı olur. Ataerki, (ilk biçimlenişi itibariyle eril olan) iktidardır; yalnızca kadınların değil, topluluğun bütününün idaresiyle ilişkilidir. Bu form, farklı üretim tarzlarına kendini uyarlama esnekliğine sahiptir, ama sınıfsal sömürü ve tahakküme dayalı her üretim tarzı, ataerkil siyasaya dayanır: ezenlerle ezilenler, sömürenlerle sömürülenler, erkeklerle kadınlar, merkez ile çeper arasında eşitsiz, ve birincinin ikinci üzerine tahakkümüne dayanan bir ilişki. 

Özetle vermeye çalıştığım bu yaklaşımla baktığımızda, bir sınıfın diğerini sömürüsü ile bir cinsiyetin (erkek) diğeri (kadın) üzerindeki tahakkümünün zorunlu bir ilişki içerisinde olduğunu görürüz. Nasıl siyaset iktisadın bir yüzü ise, ataerki de sömürünün bir yüzüdür.

“Yalnızca sistem mi? Erkeklerin hiç mi suçu yok?” dediğini duyar gibiyim. Erkekler, elbette ki ataerkinin paydaşları. Eve döndüğünde önüne bir tas sıcak çorba konulması, elinin altında çocukların sorunlarıyla, ev işleriyle ilgilenip kendisine “büyük şeylere” kafa yoracak zaman bırakan, canı çektiğinde nefsini körelteceği, canı sıkıldığında bağırıp çağırarak, döverek “stres atacağı” birinin olması, bütün erkekleri ataerkinin “paydaş”ı kılar. Ama bu “paydaş”ların bir kısmı büyük, büyük çoğunluğu ise küçüktür.

Örneğin fabrikasında erkek işçilerden çok daha düşük ücretlerle binlerce kadın işçi çalıştırıp kârını azamileştiren patron; yaşlıların, hastaların, çocukların bakımını, kriz zamanlarında ev ekonomini eserip besermeyi kadınların sırtına yıkarak sosyal masrafları asgarileştiren ve de anneler aracılığıyla uslu, itaatkar, uyumlu, “vatansever” yurttaşların yetiştirilmesini sağlayan kapitalist devlet, “büyük paydaşlardır.” Sistem, bu büyük paydaşların yüzü suyu hürmetine var… 

Bütün bunlardan sonra, Marksist açıdan bir “kadın(lık) bilinci”nden söz edilebilir mi? Bana pek doğru gelmiyor. Örneğin, kadınların her türlü (iktisadi, siyasal, toplumsal, cinsel, dinsel, ahlâksal…) tahakküm ve sömürüden özgürleşmesi perspektifi”nden söz etmek, bence daha yerinde. Bu perspektif, “büyük hissedar”ları yok ederken, küçükleri de dönüştürmeyi hedefler…

Son bir söz de Karl Marx’dan: “Tarihsel değişimi belirleyen, kadınların özgürleşme oranıdır. İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin bulunduğu nokta, kadının erkekle, zayıfın güçlü olanla karşılaştırıldığında ortaya çıkan durumdur. Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür.”[2]

Bilmem sen ne dersin?

 N O T L A R

[*] Kaldıraç, No: 227, Haziran 2020…

[1] George Orwell.

[2] Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Kadın ve Aile, çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1979.

İlginizi çekebilir