Sibel Özbudun: Gezi/ Haziran Hakikati

Kim ne derse desin, Friedrich Nietzsche’nin, “Bir kez uyandın mı, sonsuza dek uyanık kalacaksın”; Franz Kafka’nın, “Bir noktadan sonra, geri dönüş yok… İşte tam o noktadayız…” saptamalarıyla müsemma Gezi/ Haziran hakikâtini yaşadı coğrafyamız (ve yerküremiz)… 

GEZİ/ HAZİRAN HAKİKÂTİ[*]

 SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

“İnsan başını kaç kez çevirebilir

Görüp de görmezlenerek?

Cevabı dostum esen yeldedir

Cevabı esen yeldedir.”[1]

 “Zaman kıyısı olmayan bir nehirdir,” der Marc Chagall; hiçbir şeyin “mutlak” olmadığının altını çizerek.

Siz bakmayın Coronavirüslü bugünlere; O(nlar) da Deniz’lere, Gezi Park(lar)ına, Haziran(lar)ına gebedir.

Boşuna mı demiş, “Günün her doğuşu yepyeni ayrı bir gün getirir,” diye Ernest Hemingway. 

Kim ne derse desin, Friedrich Nietzsche’nin, “Bir kez uyandın mı, sonsuza dek uyanık kalacaksın”; Franz Kafka’nın, “Bir noktadan sonra, geri dönüş yok… İşte tam o noktadayız…” saptamalarıyla müsemma Gezi/ Haziran hakikâtini yaşadı coğrafyamız (ve yerküremiz)…

* * * * *

Tamam; o günden beri çok şey yaşandı; başkalaştı; “Dinin otoritesinin yerini; ‘devlet otoritesi’, devlet otoritesinin yerini; ‘vicdan’, vicdanın yerini de günümüzde genel uyum araçları olarak, ‘sağduyu’ ve ‘kamuoyu’ otoriteleri almıştır. Eski açık otorite biçimlerinden kendimizi kurtardığımızdan, yeni bir otoritenin kurbanı olduğumuzu görememekteyiz. Kendi kararlarını veren bireyler olduğumuz yanılgısı içinde yaşayan, robotlar hâline dönüştük,” deyişindeki üzere Eric Fromm’un.

Kim bilir? Belki de kentin sokaklarındaki sürüleriz; çobana teslim olmuş/ edilmiş…

* * * * *

Bu “normal”(?!) ne kadar böyle gider ya da nasıl aşılır?

“Normal”, egemenlerin olağanüstünü olağanlaştırdıkları bir kurgudur/ oyundur!

Böylesi bir kurgu/ oyun karşısında Vincent Van Gogh’un, “Normallik taşla döşeli bir yoldur, yürümesi kolaydır ama üzerinde çiçek bitmez”; Stefan Zweig’ın, “Herkesin bu derece birbirine benzediği bir toplumda, yalnızca anormalliğin bir değeri vardır”; Nikos Kazancakis’in, “Her insanın kendi deliliği vardır, bana öyle geliyor ki, en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır,” uyarıları kulaklara küpe edilmelidir; Gezi/ Haziran günlerinin öğrettiği gibi…

* * * * *

1968 Paris ayaklanmasından 45 yıl sonra Taksim Meydanı’ndan başlayarak tüm coğrafyamıza yayılan Gezi/ Haziran başkaldırısı, egemenlerce “kriminalize” edilmeye çalışılsa da, tarih içinde yerini aldı; artık o inkâr edilemeyecek bir hakikât ve belirleyici kilometre taşıdır.

Bu bağlamda Gezi/ Haziran’dan öğrenmek çok önemli; ancak abartıp, çarpıtmadan veya “öküz altında buzağı aramak” gayretkeşliğine düşmeden.

Malum “Bilgi fazlalığı bilgiyi yok eder; anlam fazlalığı anlamı yok eder,” Jean Baudrillard’ın uyarısındaki gibi…

* * * * *

Bir yandan “Stalinci, Maocu, dinci ya da silme liberal bir ideolojik saplantı içindeki insana yanlışlarını sıralamak bir sonuç vermez,”[2] tavrında vazgeçmeyen müptezelliğiyle “ulusal solcu”ları, “Orada Kubilay’ın, Hasan Tahsin’in, Şerife Bacı’nın, Pir Sultan’ın, Mustafa Kemal’in, Şeyh Bedrettin’in torunlarının karanlığa karşı isyanını gördüm,”[3] diye çarpıttıkları itiraz; yine neo-liberallerce de, “Gezi bir sosyal patlamaydı. Karşı geliyorlardı ‘çoğunlukçuluğa’. Emelleri devleti zaptetmek değil dönüştürmekti. ‘Biz buradayız’ demekti,”[4] biçiminde tahrif edilmek istendi. Bir uçta ise Gezi/ Haziran’ın “uluslar arası güçler”in, “küresel sermaye”nin, “Sorosçular”ın “darbe girişimi” olarak sunan AKP’nin kirli propagandası… 

Bu kadar değil, “Gezi, kendiliğinden oluşmuş gibi görünse de, dünyada akrabaları olan bir direniş ruhu… ‘Gezi Partisi’, ‘Yeşiller’in açtığı patikadan yürüyor. ‘Lidersiz’, İtalyan ‘5 Yıldızlı Hareket’in izlerini taşıyor,”[5] fantezilerine de kurban edilmek istenen Gezi/ Haziran Direnişi, tarihin önemli kitle hareketlerinden biriydi.[6]

Siz bakmayın; “Gezi Ruhu; birbirini tanımayan, hiç kimseden direktif almayan, hiçbir örgütün peşine takılmayan yüz binlerin aynı meydanda toplanmasının adıdır,”[7] diyen öznesiz tarih anlayış(sızlık)larına!

“Gezi/ Haziran İsyanı’nın özellikle liberal kesimlerden aldığı övgülerin önemli bir bölümü ‘örgütsüz bireylerin özgür iradesi’ kavramı ekseninde şekillenmişti. Yalnızca durumu tespit etmekle yetinmeyip genelleştirmeye ve bu konuda çok önceden yazılıp çizilmiş teorileri yeniden ileri sürmeye başladılar. Hareketin olağanüstü etkili ve yaygın oluşunu yedekleyen bu ‘örgütsüzlük’ propagandası, gerçekte bu büyük halk hareketinin süreksiz ve sınırlı kılınmasının aletlerinden biri oldu”ğunun[8] altını ısrarla çizerek ekleyelim: “Gezi bir örgüttür ve örgüt hâlâ çökertilemedi!”[9]

* * * * *

Hatırlayın: Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in ağaçları sökmeye gelen bir kepçenin önünde durduğu bir videonun sosyal medyada yayılmasıyla olaylar büyürken, gösteriler yurdun dört bir yanında 1 aydan fazla sürdü. Gösteriler boyunca 8 kişi yaşamını yitirirken, polisin attığı biber gazı sonucu binlerce kişi yaralanırken, 10 kişi gözünü kaybetti ve 1 göstericinin de dalağı alındı. Olaylar sırasında 7 polis memuru da intihar etti.[10]

İçişleri Bakanlığı’nın 6 Haziran 2013 tarihli basın açıklamasına göre, 28 Mayıs’ta başlayan Taksim Gezi Parkı protestolarının o tarihte hâlen devam ettiği, o zamana kadar 78 ilde 746 gösteri yapıldığı, yapılan tespitlerde, olaylarda 280 iş yeri, 259 özel araç, 103 polis otosu, bir konut, bir polis merkezi, 5 kamu binası, birisi CHP, 11’i de AKP teşkilâtlarına ait 12 parti binasında hasar meydana geldiği, çok sayıda MOBESE kamerası, sinyalizasyon sistemi, aydınlatma direği, otobüs durağı, reklam panosu, trafik levhası, park ve peyzaj düzenlemesi, çöp konteyneri ile polis noktasında önemli zararları oluştuğunun anlaşıldığı bildirildi.[11]

Ve nihayet Gezi/ Haziran, Türkiye’nin sadece birkaç ilinde yankılanmadı. İçişleri Bakanlığı kayıtlarına göre gösterilere 3.6 milyon kişi katıldı. Genel hesaplamayla 8 milyona yakın katılım vardı.[12]

Siz ne derseniz deyin; korkunun egemenliğine karşı kendiliğinden itirazın mücadelesi şahsında Gezi/ Haziran bir “örgüt”tür!

* * * * *

Bir an Gezi/ Haziran’ın sene-i devriyelerini anımsayın…

Mesela… Protestoların üçüncü yıldönümünde Gezi Parkı’nın yine bariyerlerle vatandaşların girişine kapatılması gibi…[13]

Mesela… Gezi Parkı eylemlerinin birinci yıl dönümü nedeniyle İstanbul Emniyet Müdürlüğü, tüm polislere imza karşılığı tebliğde bulundu. Tebligatta “ikinci bir emre kadar senelik izinlerin” kaldırıldığı yazılıydı ve polisler, ikinci bir emre kadar 12 saat görev, 12 saat istirahat düzeninde çalışacaktı.[14]

Gezi/ Haziran’ın unutulması mümkün değildir. Kitlelerin belleği zayıf olsa da, iktidarların belleği çok güçlüdür!

İktidarlar, kendi güçlerini erozyona uğratan, kendi denetim ve egemenlik alanlarından küçücük de olsa bir parça koparabilen olayları, süreçleri, kişileri, grupları asla unutmazlar!

Erdoğan ve AKP de Gezi/ Haziran Direnişi’ni asla unutmadı!

Gezi/ Haziran, baskıcı iktidarlara karşı direnişin simgesidir, sonsuza kadar da yaşayacaktır! 

* * * * *

Çünkü topyekûn itirazın ürünü olan Gezi/ Haziran kitlelere mal olmuş coşkudur…

İyi de bu coşku ya da Gezi/ Haziran bitti mi? Hayır bitmedi, birgün farklı formlarda geri dönmek üzere gitti…

Direnenler mi yenildi, itiraz mı bastırıldı?

Gezi/ Haziran, özgürleştirici eylemin coşkusuyla bir araya getirebildiklerinin yola birlikte devam edebilmelerini de sağlarken; elbette, karşı çıktıklarının daha da güçlenmelerini de devreye soktu.

O, bir kıvılcımla kendiliğinden parlayan toplumsal hareketlerin sayısız örneklerinden biriyken; “Gezi’yi bir başarısızlık hayaleti ya da nostaljik bir fetiş hâlinde sabitlemek”[15] yaygın bir yanılgıdır.

* * * * *

Ancak burada bir şeyi anımsatmadan geçmeyelim: Gezi/ Haziran’ın anlamı hepimiz için çok farklı…

Ama nasıl olursa olsun Gezi/ Haziran coğrafyamızı dönüştürmeye devam ediyor. 

Gezi/ Haziran Direnişi, tipik bir “zıtların etkileşimi” sürecidir… Bu nedenle, bugün devam ettiği gibi, gelecekte de sürecekken; neo-liberal sömürüyü politik gericilikle sentezleyen AKP rejiminin sarsıntısı ve “yetmez ama evet”çi maskesinin yırtılması, Gezi/ Haziran ile başladı ve o günden bu yana da hâlâ sürüyor. 

* * * * *

Kolay mı?

“2013 Haziranı’nda bu topraklarda yaşayanlar, tarihlerinde benzerini görmedikleri bir deprem ile karşılaştılar. Benzeri görülmemiş olan, sadece deprem değildi. Bu depreme yol açan ‘toplumsal’ fay hattı da öncekilere veya ‘bilinenlere’ hiç ama hiç benzemiyordu. Bilinenlerden çok, ama çok daha uzun ve yine bilinenlerden çok ama çok daha derindeydi. Çünkü bu fay hattının öteki adı -bu toplumun tarihinde ilk kez- hep kul olma gibi bir yazgının reddiydi.”[16]

Tekrarlayalım: “Gezi Olayı” ile başlayan süreç kapanmadı. Aslında “Gezi Olayı” ülkenin zamanını kırıp bir boşluk yarattıktan sonra bittiğinde, karşımızda yeni bir zaman oluştu/ başladı. Bu yeni zamanın artık kapanması, yeniden kırılana kadar söz konusu değil.[17]

Çünkü Gezi/ Haziran direnişinde somutlanan toplumsal hareketlenme, hak arayışlarına ilham verirken; mücadelenin her alanda yaygınlaşmasını sağlayarak; ortak itiraz ruhunu canlandırıp; devleti korkuttu.

Hem de Eduardo Galeano’nun, “Şimdi korku mevsimi”[18] diye resmettiği iklimde Gezi/ Haziran’ın önemi totaliter eğilimi deşifre edip; kalıcı bir kamplaşmayı biçimlendirmesidir.

Gezi/ Haziran Direnişi ile resmi T.“C” tarihinin tükenirken; yeni bir “şeyin” şekillenmesi öne çıkmıştır; bundan sonra artık her şey mümkündür!

Bu yüzden de Gezi/ Haziran, nasıl olursa olsun, “yaşanmamış” sayılamaz. 

* * * * *

Hepimize Turgut Uyar’ın, “Bütün mümkünlerin kıyısındayım,” dizelerini terennüm ettiren “Gezi/ Haziran’ın tekrarı”ndan söz edilse de, hayatta tekrar diye bir şey yoktur; Gloria Steinem’ın, “Hareketler nehirler gibidir. Onlara dalmak asla iki kez aynı değildir,” deyişindeki üzere!

Gezi/ Haziran, toplumsal hoşnutsuzluğun patlamasıydı; ve Onu kim ne kadar sahiplenirse sahiplensin, belirli bir mecraya sokamayacak kadar karmaşık ve amorftu. Bu öncüsüzlüktendi…

Tencere çalmaktan tutun barikat kurmaya kadar bin türlü katılımı mümkün kılan kalabalığı gelgeçken; toplumsal anlamı derinlikli ve yol açıcıydı; elbette bir yere kadar!

Ancak Haziran’lı “Gezi, bize aitti, onu biz yaptık. Sokaktaydık ve özneydik. Ve biri 1 Haziran’da polis alandan çekildiğinde, ikincisi Topçu Kışlası’ndan çark ettiklerinde, en az iki kez fiyakalarını bozduk. Kan akıttık, ter akıttık, alanda ve parkta kaldığımız her gün irade kırdık…

Haziran aydınlıktı; Aralık puslu ve kuşkulu ve karanlıktı. Haziran Berkin kadar gençti, temizdi; Aralık Bizans kadar yaşlıydı ve kirliydi. Haziran sokakta olan bir şeydi…

Haziran sokaktı, gaza dayananın ayakta kaldığı, insanın insana dokunduğu, kardeşliği hissettiği bir şeydi. Parkın en son gününü hatırlayın; binlerce kişi oradaydı ve o binlerce kişi, artık zamanın geldiğini, her an saldırı olabileceğini biliyordu; yine de orada kaldılar…

Ne kadar bulanık olursa olsun Haziran ne istediğini dürüstçe söylüyordu: Özgürlük!”[19]

* * * * *

Toparlarsak: Beşinci yıldönümünde Fransız Konsolosluğu’na kadar yapılan kitlesel yürüyüşle anılan Gezi/ Haziran Direnişi’nin “Karanlık gider Gezi kalır”[20] haykırışı ya da dördüncü yıldönümünü etkinliklerindeki “Vazgeçmiyoruz. ‘Hayır’ bitmedi, mücadeleye devam diyoruz,”[21] çığlığı Ethem Sarısülük ile Medeni Yıldırım’ı öldüren polis ve jandarma kurşunlarının, Ali İsmail’e yönelen ölümcül tekmelerin sahiplerinin, Abdullah Cömert’i, Ahmet Atakan’ı, Berkin Elvan’ı yaşamdan koparan biber gazı fişeklerinin, Hasan Ferit’i vuran mafya bozuntularının ve Mehmet Ayvalıtaş’ı bizden alan pervasızlığın toplum hafızasından silinmediğinin ve silinemeyeceğinin işaretidir…

Tıpkı Emma Goldman’ın, “Onurlu yaşamak çok zor ama onurunu koruyarak ölmek daha da zor,” hakikâti kayıt altına alıp; Kris Kristofferson’ın, “Özgürlük kaybedecek bir şeyi olmamanın öbür adıdır,” saptamasının altını çizerek; egemenlere Thomas Jefferson’ın, “Yöneticileri halkının direniş ruhunu koruduğu konusunda zaman zaman uyarılmayan hangi ülke özgürlüğünü koruyabilir ki? Bırakın silaha sarılsınlar!” uyarısını anımsatarak…

* * * * *

Tamamlıyoruz: Kim ne derse desin, hangi “hamasi anılar” ile anılırsa anılsın; hangi “komplo teorileri”ne kurban edilmeye kalkışılırsa kalkışılsın; tarihe, “dış güçlerin oyunu” veya “bir avuç gencin heyecanı” olarak kaydedilmeye kalkışılırsa kalkışılsın ya da nasıl olursa olsun Gezi/ Haziran bir dev gibi, bir yanardağ gibi, bir çağlayan gibi tarihin onurlu sayfalarına ezilenlerce kaydedilmiştir.

 ‘Gezi Hukuki İzleme Grubu’nun hazırladığı raporda, “Gezi sonrası meydana gelen diğer gelişmeler demokrasiden uzaklaşılarak otoriter, hatta totaliter bir rejime doğru hızla yol alındığını göstermektedir,”[22] notunu düştüğü güzergâhta O hâlâ aklımızın ve kalbimizin baş köşesindedir; yakınımızdak bir “uzak” ve uzağımızdaki bir “yakın”dır. “Geçmiş, gitmiş, bitmiş!” diyenlere inat hâlâ bizimledir/ bizdedir ve yeniden istibat’a karşı bir mücadele mevzidir.

Kolay mı? 

O “şey”, 28 Mayıs’ta başladı; yaklaşık bir ay sürdü. Bir aylık dönemde resmi sayılarla yaklaşık 11 milyon insan, AKP’de temsil edilen siyasal İslâmın “İstibdat” rejimine karşı İstanbul’da, ülke çapında sokakları, meydanları doldurdu…

AKP’de temsil edilen siyasal İslâmın entelijansiyası (egemen sınıfı), Gezi “Olayı”nın hakikâtini hemen gördü, ancak bastıramadı. Siyasal İslâmın temsilcileri, yaklaşık bir ay boyunca ülkenin ve dünyanın gözleri önünde edilgen ve etkisiz kaldılar, teşhir oldular. Çok korktular, bir “kolektif travma” yaşadılar.

Bu travmanın bir etkisi, siyasal İslâm kendi içinde ayrışmaya, diğer etkisi de toplumsal muhalefet üzerindeki baskıları büyük bir hızla arttırmaya başlaması oldu. Bu egemen sınıf, “Pasif devrimini” ilerletmek için toplumdan aldığı rızanın sınırlarına gelip dayanmıştı. Siyasal İslâmın hegemonyası artık gerilemeye başlıyordu. Bu sınıf, “rıza” alma kapasitesi geriledikçe, devleti yeniden şekillendirmekte, iktidarını konsolide etmekte daha fazla baskı ve şiddete başvurmak zorunda kalacaktı… Siyasal İslâmın artık toplumun yüzde 50’sinden fazlasının oyunu alamayacağı, saflarına katamayacağı kanıtlandı. “Gezi Olayı”nın en büyük mirası buydu ve bu “hakikât” siyasal İslâmın entelijansiyasının ruhunun derinliklerine kazınmıştı.

Bu travmanın etkileriyle, siyasal İslâmın egemen sınıfı kendi içinde ayrışır, “pasif devrim çocuklarını yemeye başlarken”, iki şey oldu: Siyasal İslâmın entelijansiyasının realite ile bağları tamamen koptu, “şizofren-paranoyak” bir akıl şekillendi: Artık “Gezi” umacısının yanında, her taşın altından çıkan bir “kokteyl terör”, daha sonra da FETÖ, tüm ipleri elinde tutan “üst akıl” diye bir şey vardı; şimdi, tüm dünyaya karşı kutsal davaları ile yalnızdılar. İkincisi, bu ayrışma sürecinin sarsıntıları, iktidarın daha fazla merkezileşmesine, tek adam rejimine sığınmasına yol açtı.

Siyasal İslâmın AKP’de temsil edilen iktidarı, “Darbe” şeyinden sonra da Meclis’i ve yasaları bir kenara koyarak “OHAL” ile yönetmeye başladı; artık başka türlü yönetemeyeceği için…

Seçenekler de ya “Gezi”nin temsil ettiği “Hürriyet” ya da AKP rejiminin temsil ettiği “İstibdat” olarak şekillendi…[23]

* * * * *

Geriye kalan ise Andrey Tarkovski’nin, “Dünyada ne kadar fazla kötülük varsa, güzellik yaratmak için de o kadar sebebimiz var demektir,” saptamasıyla özetlenen kesintisiz, yani “Cevabı esen yelde” olan mücadelededir hâlâ ve her zaman… Örgütlü mücadelede!

 N O T L A R

[*] Kaldıraç, No: 227, Haziran 2020…

[1] Bob Dylan, “Blowin’in The Wind”.

[2] Erol Manisalı, “Virüs, ‘Toplumsal Bağışıklık’ ve Sosyal Devlet”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2020, s.11.

[3] Ali Turgay Karayel, “Gezi Güneşine Tanıklık”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2016, s.14.

[4] Servan Altıkanat, “… ‘İsyan ve Umut Ağları’nda Gezi Analizi”, Taraf, 16 Nisan 2014, s.13.

[5] Can Dündar, “Sahi, Gezi’ciler Nerede?”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2014, s.9.

[6] İstanbul 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın 29 Nisan 2015’deki duruşmasında Gezi Parkı olaylarında halkı eyleme çağırdıkları gerekçesiyle haklarında “örgüt kurmak ve yönetmek” suçlamasıyla dava açılan Taksim Dayanışması üyeleri yapılan yargılama sonucunda beraat etti. Hâkim Onur Özsaraç, kararı okuduktan sonra sanıklara, “Düşünce ve fikir özgürlüğü kapsamında değerlendiriyoruz. Tek bir şartla, şiddet olmasın, dikkat edin” dedi. (Damla Güler, “… ‘Dayanışma’ Beraat Etti”, Milliyet, 30 Nisan 2015, s.22.)

[7] Mehmet Tezkan, “En Büyük Gençlik Eylemi İki Yaşında”, Milliyet, 31 Mayıs 2015, s.5.

[8] Aydın Çubukçu, “Gezi’nin Aşılmasına Doğru”, Evrensel, 9 Haziran 2014, s.4.

[9] Ender İrmek, “… ‘Gezi Örgütü’ ve İnsanlık!”, Evrensel, 4 Haziran 2014, s.5.

[10] “Gezi Parkı Gösterileri 4.Yılında”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2017, s.11.

[11] “Gezi Direnişi’ne Absürt Suçlamalar”, Birgün, 5 Mart 2019, s.7.

[12] Mustafa Balbay, “Gezi Direnişi Büyük Bir ‘Dava’dır…”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2020, s.9.

[13] Eyüp Serbest-Aziz Özen, “3. Yıldönümünde de Gezi Parkı Kapalı”, Hürriyet, 1 Haziran 2016, s.8.

[14] Fatih Yağmur, “Emniyet’te ‘Gezi OHAL’i: Yıllık İzinler Kaldırıldı”, Radikal, 31 Mayıs 2014, s.7.

[15] Selçuk Candansayar, “Gezi: Gizli Özne”, Birgün, 30 Mayıs 2016, s.10.

[16] Ahmet Cemal, “Ortada Bırakılan Devrim…”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2014, s.15.

[17] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Gezi’nin Zamanı’ İçinde Devam Ederken…”, Birgün Pazar, Yıl:11, No:378, 7 Haziran 2014, s.12-13.

[18] “Çalışanlar işini kaybetmekten korkuyor.

Çalışmayanlar asla iş bulamamaktan korkuyor.

Açlıktan korkmayan yemekten korkuyor.

Otomobil sürücüleri yürümekten korkuyor, yayalar ezilmekten korkuyor.

Demokrasi hatırlamaktan korkuyor, dil söylemekten korkuyor.

Siviller askerlerden korkuyor, askerler silahsız kalmaktan korkuyor ve silahlar savaşsız kalmaktan korkuyor.

Şimdi korku mevsimi.

Kadının erkeğin şiddetinden korkusu ve erkeğin korkusuz kadından korkusu.

Hırsız korkusu, polis korkusu.

Kilitsiz kapı korkusu, saatsiz zaman, televizyonsuz çocuk, uyku hapsız gece korkusu ve uyandırma hapsız gündüz korkusu.

Kalabalık korkusu, yalnızlık korkusu, olandan ve olabilecekten korku, ölme korkusu, yaşama korkusu…” (Eduardo Galeano, Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu, Çev: Bülent Kale, Sel Yay., 2018.)

[19] M. Ender Öndeş, “Haziran ve Aralık Üzerine…”, Gündem, 22 Nisan 2014, s.5.

[20] Zeynep Kuray, “Gezi 5 Yaşında: Karanlık Gider Gezi Kalır”, Birgün, 30 Mayıs 2018, s.7.

[21] “Hayır Daha Bitmedi, Gezi Dört Yaşında”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2017, s.4.

[22] Gülseli Kenarlı, “Gezi Raporu Açıklandı”, Hürriyet, 30 Aralık 2014… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27870157.asp

[23] Ergin Yıldızoğlu, “Ya ‘Hürriyet’ Ya ‘İstibdat’…”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2018, s.11.

İlginizi çekebilir