sami certel: kurtalan ekspresi 

haydarpaşa garının dört numaralı peronunda, yolun bu ucu deniz kokuyor, diğer ucunda; hafızası, camına sırrın döküldüğü günün de evveline uzayan bir ayna, aklında bir dünya kurşun tutmuş kederli bir silahın sözünü aksediyor…

üçüncü mevki bir  kompartmanda, rahat vermeyeceğini, oturur oturmaz belli eden, yeşil, sahtiyan kaplı koltuğa bırakıyorum kendimi. vakit, akşamın sekizi. yerinden hiç kımıldayamayacakmış gibi duran kurtalan ekspresi, bir düdük sesiyle kımıldıyor yavaşça.

aynı uğurun denk getirdiği üç insan, tren hareket ettikten sonra dönüp birbirimize bakıyoruz. kimse tanımıyor kimseyi. hangisi benimle gerillaya katılacak, hangisi rehber, henüz bilmiyorum.

uzun boylu olan, “ben, muhammed” deyip uzatıyor elini. bu ismi, hitapta kolaylık olsun diye o an uydurduğunu, o söyler söylemez anlıyorum. diğeri, “merhaba” diyor elini uzatırken, adını söylemiyor. “ahmet” diyorum ben de. sonra söyleyecek bir şeyi kalmıyor kimsenin, küçük bölmede birer yön bulup, oradan kendi dünyasına dalıyor herkes, susuyor.

trenle ikinci yolculuğum. ilkini genç’ten elazığa, sınava  giderken yapmıştım. sevmemiştim. ordan beri ilk defa biniyorum..

insana, bayırdan aşağı yuvarlanan bir teneke içindeymiş gibi hissettiren gürültülü bir sarsıntısıyla, istasyonları bir bir geçiyor tren. söğütlüçeşme’yi geçiyoruz önce. sonra kızıltoprak’ı, süreyyaplajı’nı. sonra maltepe, sonra kartal, sonra yorgun bir feribotun tepesinde, günün sonunu yorulmak bilmeden dönüyor martılar. iskelede, işten dönüşleri erguvan kokan bir yığın insan…  ellerinde, içi kiraz dolu hasır sepetlerin olmayışı ne yazık.. 

ömrümün, onu götürdüğüm yerden kendisi gibi dönmeyeceğini, iskeleden ayrılıp, adalara doğru yol alan feribota bakınca anlıyorum. bu yolun diğer ucunda büyüyeceğim ben, biliyorum.

çok yavaş giden bir trenin, insanı ardında koyduklarından bu kadar hızlı uzaklaştırmasına şaşırıyorum.  istanbul’dan çıkmadan daha, bıraktığım yerler sıcak, sevgili, gittiğim yön dumanlı, uzak. martılar çoktan susmuş, yitip gitmiş deniz kokusu; onun  bittiği yerde, zamana ve kokuya ve renge benzemeyen çok buruk, çok kekre bir şey duruyor. 

nereden geçsem, son kez geçiyorum, ne garip.. bir şey oluyor, hüzünden fazla, kederden eksik bir şey. simsiyah bir örtüyü üstüne çekip, altında  yitip gitmek istiyor insan. iyi ki susmak var, iyi ki…

tren tuzla’ya varınca, kırkbeşlerinde, başı örtülü  bir kadın iki çocuğuyla beraber biniyor. hayırlı yolculuklar diledikten sonra geçip oturuyor. çocuklardan birini sağına, diğerini de soluna oturtuyor. eksiğini ele güne belli etmek istemeyen, tedarikli, tutumlu bir hali var kadının.  çocukların ikisi de erkek. küçüğü yedi, büyüğü  ondörtlerinde ya var ya yok. üst başları gayet düzenli. davranışlarında da annelerinin ellerini görmek mümkün; biçimli duruyor çocuklar.

kadın, kolonya çıkartıyor çantasından, bizlere ikram etsin diye büyük oğluna veriyor. çocuk kolonya dökerken, kadın anlatıyor. büyük olanın askeri lise sınavı varmış, onun için gelmişler. iyi de geçmiş sınav. allah nasip ederse, girecekmiş askeri liseye.

konuşmayı seven birinden ziyade, beraber yolculuk etmenin adabı buymuş da, o da bu yüzden anlatıyormuş gibi, kelimelerini sayarak konuşuyor.

durup çocuğa bakıyorum. dudaklarının üstünde ayva tüyleri, yeni yeni.. bir gün denk gelir miyiz, ben vurur muyum onu, o vurur mu beni ?

küçüğün alnındaki teri, çantasından çıkardığı bir mendille, özenle ve incitmek istemezmiş gibi siliyor kadın. annem geliyor aklıma.  annem ne yapar ben ölünce ?

abim onaltısındayken kazayla kuzenimi vurmuştu. akşam jandarma abimi götürdükten sonra, annem bir divana çöktü. akıttığı yaş değil, öğüttüğü ciğeriydi, gözlerinden döküyordu. civarda yanardağ olsa, dile gelir, dibinden yakardı bütün o ovayı.

annelerin, güneşli bir günde vapur iskeleden ayrılır gibi ayrılmıyor oğulları; giden, rıhtımı ortasından koparıp götürüyor ki, bir anne yek başına bir savaşın tamamı kadar kanar. icab ederse elini kesmeli insan, ama yine de zulmedip, bir annenin oğluna, kızına ilişmemeli, bir annenin, orasından tutmamalı yüreğini…

öte yandan seyid rıza ve oğlu reşik hüseyin geliyor aklıma.  i.s. çağlayangil, reşik hüseyin’in idama giderken, “kulun kölen olam. sığırtmacın olam. gençligime acıyın, öldürmeyin beni” diye bağırdığını anlatmıştı. bunu okuduğumda, günlerce kendime gelememiştim.  öyle beter bir kimsesizlik ki, bir ağacın köküne döksen, bütün ormanı kurutur. insan bunu bilir de, bu olmamış gibi yapamaz, bununla yaşayamazdı. ekmeğin lezzetinden utanırdı, suyun serinliğinden utanırdı. aynada kendine denk gelse, kendinden utanırdı. insandı çünkü. 

doğduğum yörede efsane olan şeyh sait’tir. kutsaldır. adı ve hatırası üzerine yemin edilir. ama ben kürtlüğümün canını, seyit rıza ve oğluna yapılanların açtığı yarada hissetmiştim.. reşik hüseyin’den hiç gelmemiş bir çağrı,  ne günümden gidiyordu ne gecemden: darağacıma çalan kırağı, gelmiş gençliğimi uğurlar benim. katlayıp zamana bıraktım çığlığımı. dersim rüesası reisi pir seyit rıza oğlu reşik hüseyin’im, duyan var mı beni ?

duydum. duydum ve bildim ve gidiyordum işte…

kim koymak ister ki annesini gözü yaşlı ? annem ki, yürüdüğünde ardında bir ceylanın ayak izlerini bırakırdı, yürek kıyar mı hiç ? şimdi, insan olmak ile oğul olmak arasında bir yangındı insan, onu yanıyordu…

bir an boğulacak gibi oluyorum. dönüp muhammed’e bakıyorum, yüzü allak bullak.. onun da içinde, aynı durulmayan deniz. benimle gerillaya katılacak olanın muhammed olduğunu o dakka anlıyorum.  çıkarıp koysak ortaya aklımızda olanları, sekiz vagonuyla dolar kurtalan ekspresi, taşardı..

adapazarı’na varınca esenlik dileyip iniyor kadın. karanlık da çöküyor iyice. kadın inince biz bize kalıyoruz. herkes kendisiyle kalıyor, kendi içiyle. tek kelime konuşmuyoruz. yola çıkmadan tembihlenmiştik, “gerekmedikçe konuşmayın” diye, ama ondan değildi; herkesin kendine söyleyeceği o kadar çok şeyi vardı ki, bir başkasıyla konuşmaya sıra gelmiyordu..

karşımdaki koltuğun yeşil sahtiyanına bakınca, şalvar geliyor aklıma. bende nasıl durur acaba? kefiye ve parkayı seviyordum, ama şalvardan nefret ediyordum. acaba arkadaşlara söylesem, askeri pantolon giymeme izin verirler miydi ? bir defasında kot pantolonlu bir gerilla görmüştüm. neden olmasındı ki..

rehber olduğunu düşündüğüm arkadaşın sesi çekip alıyor daldığım dünyadan. ne dediğini anlayamıyorum önce, gülerek çantasından çıkardığı bisküviyi gösteriyor. istemediğimi söyleyip gülüyorum ben de. muhammed de istemiyor

az sonra  bir yerde duruyor tren. biri altmış yaşlarında, tıknaz, kasketli; diğeri otuzbeşlerinde iri kıyım, çangal bıyıklı, saçları seyrek iki adam biniyor. selam verip oturuyorlar. “yolculuk nereye?” diye soruyor yaşlı olanı. rehber, “sivas” diyor. biz daha bir şey sormadan , “oğlan birliğine teslim olacak hayırlısıyla” diye sürdürüyor adam.  “abi askerliği biraz ertelemiş galiba” diye takılıyor rehber. “kısmet böyleymiş” diyor, biraz da hayıflanarak. “düşmez kalkmaz bir allah, geldi başına bir işler. geride kaldı çok şükür.” oğlu hiç ses çıkarmıyor. üst başlarından köylü olduklarını anlıyor insan. çok da yoksullar. başka da konuşmuyoruz.

babam, ben ondan habersiz okulu bırakınca, üzerimde inşa ettiği umutlarının, onu çıkardığı yükseklikten yere çakıldı. canı ne kadar yandı, bilmiyorum, ama benden çıkartabildiğini çıkarttı. ben onun umutlarının yürüyen mezarı oldum, o da bende çok sevgili duran bir şeyi alıp parçalayan.  hiç eskimeyen bir acı kaldı aramızda. ne boynuna dolanmış çocuk kollarımı çözebildim, ne de yetişkin kollarımı dolayabildim boynuna.

bir anne tamam da, bir baba neresinde taşırdı oğlunu ? kulağa delice geldiğini biliyorum, ama cevabını buluncaya kadar bu soruyu kendime durmadan sorup durdum.

babam otuz kışın, yarı beline kadar gelen hükmünü yararken fırtınalarda, ardında bıraktığı bir çift lastik ayakkabının, teri sırtında soğumuş izinde taşırmış bizi, gördüm.. mesela şubatta karlıova’ya giderseniz, deli bir boranın, sahibini bekleyen bir köpek gibi acıklı sesler çıkararak hâlâ babamı beklediğini görürsünüz.. 

güzel gözleri vardı babamın.  aklarına, mavisi delirmiş bir okyanusu iki kere damlatmışlar sanırdınız. avuçlarını sobaya tutunca, yeşile çözülürdü.. ağlayınca da…

bütün haksızlığı, günahı kendime almak istiyorum, önüne eğiyor başını içim, susuyor.. ölsem, o ne yapar acaba ?

yavaş yavaş yorulduğumu hissediyorum. başı omuzuma düşüyor muhammed’in, düşer düşmez de uyanıyor. nerede olduğunu hatırlamak ister gibi bakınıyor biraz, dalıp gidiyor sonra. rehber, o rahat vermeyen koltukta, başını cama yaslamış, uyuyor. şaşırıyorum o rahatsız koktukta uyuyabilmesine..

üşümeye başlayınca (bir tişörtle duruyordum) soğuklar geliyor aklıma. dağ soğukları kimseye yar değil, dağa bile.. dayanabilir miyidim acaba? bizim karlıova da beter soğuktur, ama soğukta bir şey yapmak zorunda kalmadım hiç. on yaşında yatılı okula gittim, liseyi bıraktıktan sonra da istanbul. ya dayanamazsam ? fotoğraflarda, karlar içinde gülen gerillaları hatırladım. çoğu kentten gitmişlerdi. onlar dayanabiliyorsa ben haydi haydi dayanırdım. rahatladım.

gözümü açtığımda karşımızda duran koltukların boş olduğunu görüyorum. yaşlı adam ve oğlu inmiş. güneş iyice yükselmiş, bölme oldukça sıcak. “uyandın mı ?” diye gülerek soruyor rehber. gülümsüyor muhammed de..  rehber’in, çantasından çıkardıklarından atıştırıyoruz. 

insan kendi içinden ayrıldıktan sonra, bir daha oraya dönmek de istemiyor: kimi soruların cevabı yok, kimi cevapların hayrı. . ama dışarda bir ışık, içerde bir gölge, bir ses çağrıştırıyor bir şeyler, insan farkına varmadan yine kendi içinde buluyor kendini..

tren, vakit öğleyi epey geçtikten sonra polatlı’ya varıyor. diyarbakır’a giden çapa işçileri biniyor itiş kakış. kürt hepsi de. işçiden çok, bir felaketin ardında uzun süre kurtarılmayı beklemiş felaketzedelere benziyorlar. üst başları perişan. kanı çekilmiş yüzlerinin, yüzleri sapsarı. hangisine baksan, bir deri bir kemik, içi burkuluyor insanın. enver gökçe’den bir kaç dize, anın gözlerinden yaş gibi geliyor:

“…

kıl keçim kısır, annemin memesi yara.

benim saçlarım belik belik,

bıyıklarım burma burma

gözlerim kara kıyma renginde, ama

erzincan oynamış ağlamışım

ırgatlık etmişim el kapısında.

dolu vurmuş bahçelerimi,

çekirge inmiş tarlalarıma.

ben bir yolcuyum hemşeri

…”

halbuki kürdistan’da her şey nasıl da yeşil, onuru nasıl da parıldardı insanın…

pale diye bir şey vardı ki, türkçe’de karşılığı bile yoktur. evet, ücret karşılığı emeğinden yararlanılan insandır pale ve bu, türkçede işçi kelimesine karşılık gelir, ancak palenin gördüğü saygı, ihtimam, emeğine verilen değer  hasebiyle, işçi pale’ye karşılık gelmez. işçi, muhasebe kayıtlarında, işverenin her gördüğünde dinine imanına küfredilmiş gibi yüzünü ekşittiği, gider ifade eden bir rakam iken, pale, adı, hikayesi, yüzü olandı. öyle el üstünde tutulurdu ki, alnındaki ter damlasını, yapraktaki çiy tanesi gibi taşırdı. sofraya ekmek getirendi, başa taç edilirdi..

bu sefalet, bir parça ekmek için derisi yüzülmüş bu emek, bu el kapıları…

geride beş erkek çocuk bırakıp ölen bir kadın hatırlıyorum çocukluğumdan. babası ölen erkek çocuğuna daha çok vah edilir, yanlıştır; bir erkeği annesizlik yıkar. anneleri öldükten sonra o çocukların her birinin bir yana büküldü boyunları. başları eğik, elleri korkak, ayakları tereddütlü.  başlarına kakılmış bir şeydi yaşamak, öyle kaldılar hep, büyümediler hiç..

vatanı olmamak böyle bir şey mi ?

memlekete dönmenin sevincini tek bir tanesinde göremiyor insan; hayal kırıklığına benzer bir ifade, yüzlerindeki yorgunluğa baskın gelmiş. bölmelerde boş yer bulan bölmelere geçiyor, bulamayanlarsa koridorda, boş buldukları yerlere bırakıyorlar kendilerini. dönüp bakmaya bile dayanamıyor insan…

işçilerden biri yanında iki kız çocuğuyla bizim olduğumuz bölmeye giriyor. zor duyulur bir sesle selam verip, koridor tarafındaki koltuğa oturuyor. çocuklar cam tarafına geçiyorlar.  geçer geçmez de fısıldaşmaya başlıyorlar. azıcık daha büyük duranı, on yaşında anca var. diğeri sekiz. çok da benziyorlar birbirilerine.

adamın ağarmaya yüz tutmuş saçları, dalgalı dalgalı. alnının üst kısmında, tam dökülecekken, bir şey olmuş da dökülememiş, orada kalmış gibi duran bir bukle var. elli olmamıştır yaşı. güneşte kalmış yüzü, o kadar yanmış ki, teninin rengini anlamak mümkün değil.

ceketi pantolonuna göre daha yeni duran demode bir takım elbise var üstünde. ceket altına kollu mu kolsuz mu olduğu anlaşılmayan bir kazak giyinmiş. onun altında da yakası kirli, gök mavisi bir gömlek.. adam, bu dünyada doğru tek bir şey yokmuş gibi oturuyor. ona bakınca, bahtı, muradı gözlerinde donmak deyimi geliyor aklıma. 

insanın bir yerinde ille bir can, mecal olur. ellerinde yoksa yüzünde vardır, yüzünde yoksa gözlerinde, bir şeye bakarken bakışında vardır, adamda yoktu.  kederli diyemezdiniz; sobaya elimizi tuttuğumuzda içe doğan sevinç, akşam işten eve dönerken ayaklarımıza gelen hafiflik, suyu mavi, ağacı yeşil gösteren o şey, göçüp gitmiş adamdan, adam kendi kederinden bir şeye dönüşmüş. dönüp kızlara bakmadı hiç, kimseyle tek kelime konuşmadı. bir yer buldu bölmede kendi ayak uçlarına yakın, oraya dalıp gitti gözleri..

o trendeyken hiç tatmadığım bir vakit başlatıyor adamın yüzü, uçup gidiyor o ana kadar aklımda dönenler.  iki çocuk, bir adam, ya kadın ? o nerede?

sorunun kanatan bir cevabı olmasından korkuyor insan. konuşan biri olsa, muhtemelen dayanamaz sorardım. içten içe sevinç duyuyorum adamın bu kendini kapatmış haline….

bırakıyorum adamı. hiçbir şeyi düşünmemeye çalışıyorum. fazla yorucu geliyor aklımda olanlar. cam kenarına geçip dışarıya dalıyorum.

bozkır sonsuz uzayıp gidiyor. her tepe, bir önceki tepenin aynısı: boz, çorak ve ruhsuz.. mesela ığdır’a giderseniz, kağızman’dan sonra aras sizi şaşırtır. ağrıya giderseniz, düzde aksesuar gibi duran mor kaya kütleleri sizi şaşırtır. tokat reşadiye’ye giderseniz, dağın hemen ayağınızın dibinden birden yukarı fırlamış gibi yükseldiğini görürsünüz, sizi şaşırtır. ama bozkır öyle değil; canı olmayan tek bir renk, uzayıp gidiyor bozkır boyunca.

yine de iyi hissediyorum. uzaklaştırıyor beni, hem kendi içimden hem de bölmeden

muhammed omzuma dokunuyor, “yaklaştık, ineceğiz” 

gelirken yanıma çanta bir şey almamıştım, toparlayacak bir şeyim yok, “tamam” diyorum. sonra rehberin ardından koridora çıkıyoruz. bölmeden çıkınca dönüp tekrar adama bakıyorum: hâlâ öyle, insan suretinde yontulmuş bir azap, bu dünyada doğru tek bir şey yokmuş gibi oturuyor. ve hâlâ, polatlı’dan beri gözlerini ayırmadığı, ayak uçlarına yakın o yere bakıyor. 

iniyoruz. sivas tren garında, vakit akşamın sekizi..

İlginizi çekebilir