Sami Certel: Birkaç saatlik zamanın ölümü

Boynuna can sıkıntımı dolayıp, onu türlü eziyet içinde öldürmek niye ? Huzur içinde, incinmeden de ölebilirdi. Rüzgarı karşısına alan, iki vagonlu sarı bir trene atladım.

Kar taneleri dolan gözlerini kırpıştırıp duruyordu tren. Zamanı, karşımdaki mavi koltuğa oturttum. Yaşadığı hiçbir şeyden pişmanlık duymayan, gözlerinde sıcak, anlamlı bir gülümseme tutmuş, mutlu bir ihtiyara benziyordu.

Yolun bir yerinde şaşacak hesabımız yoktu; hesap kitap yapmadan atlamıştık trene. Uzak ya da yakın da değildik. Bir yere uzak ya da yakın demek için, bir yer daha gerekirdi ki, öyle bir yer bizde yoktu. Yani bu dünyadaki herhangi bir şeye ne yakındık ne de uzak.

Epey gittikten sonra, Böblingen güzel göründü karlar içinde, indik. Her yer kapalıydı. İstasyona bitişik bir mekanda, abur cubur şeylerden aldık. Sonra iştahla yedik. Acıkmıştık çok. Birazını, duman karası bir güvercinle paylaştık.  Karşılıklı sigarda tüttürdük bir de. Sonra Melek aradı.

Ortaköy’de, koyu gri yün bulamamış, onu anlattı uzun uzun. Fabrikalar mı durmuş, üretim mi yapılamıyormuş ne, öyle bir şey. Durumlar çok kötüymüş Türkiye’de. Gittiği mağazada söylemişler ona da.

Normalde bağlasan evde durmaz Melek; Hollanda, Ukrayna, Fas dolaşır durur. Bir defasında Prag’da, Aziz George köprüsü üstündeki dilek taşına elini koyup, benim için dilek tutmuştu. Ne diledi bilmiyorum, ama o günden sonra rast giden bir işim olmadı.

Onunla ne zaman bir plan yapsak, bir şeyler aksi gider. Bir defasında Mardin’e gitmeyi kararlaştırdık. Daha üstünden hafta geçmeden topa tuttular Mardin’i. Nusaybin yerle yeksan oldu. Yola yıkılmış evlerin yıkıntıları üzerinde, panzer paletleri gıcırdıyordu. 1939 Eylülünde Varşova sanırdınız.

Son plan Almanya gezisiydi. O Almanya’ya gelecek, ben de ona Baden’i ve bir kaç Bavyera şehrini gezdirecektim. Biz daha proğramın detaylarını konuşurken salgın başladı. Bırak Bavyera’ya gitmeyi, ben işe izin belgesiyle gider gelir oldum, o da evden Ortaköy’e inemez oldu. Bir gün, “dünyayı gezelim” derse, gezegene ne olur, hiç bilmiyorum.

Salgından sebep tıkılıp kaldı evde. Resim, Sirtaki kursları da durdu. Bir şey bulamayınca, örgüye sardı.  Bir kazak da sana öreyim diye tutturdu. “İyi” dedim ben de, “koyu gri olsun, sol omuzdan aşağı sarı, kırmızı ve yeşil ince şeritleri olsun”

İtiraz etmeden durur mu..

“O renkler cırtlak olur, bari pastel tonlar seçeyim” dedi. Türk olmak böyle bir şey herhalde; ille Kürdün bir tarafını düzeltmek ister. “Hayır” dedim, “ pastel renklere boyama Kürtlüğümü, olduğu gibi kalsın.”

Sinir olmuştur böyle dememe, ama belli etmedi.

Esaslı kadındır Melek. Kürtlerle Gezi eylemlerinde tanıştı demek yanlış olmaz. Ondan sonra da ayrılmadı. Kimi gün Cumartesi Annelerinin yanında oturdu, kimi gün sokak müziği yapan Kürt gençlerini destekledi. HDP için kendi muhitinde çok insanla cebelleşmiştir.

Yeni keşfettiği bu dünyada bir şeyler yapmayı çok sevmişti. Mutluydu. Mehmet Tunç’un Cizre’de bir binanın bodrumunda öldürülmesine kadar da sürdü bu mutluluğu. Daha sonra bir yerlerde, Mehmet Tunç’un Newroz sabahı, kızını Newroz için giydirirken çekilmiş fotoğrafını görmüştü. “Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez” türünde bir şeyler kırıldı onda. Ne benim, “N’oldu?” diye sormaya içim götürdü, ne de onun olanları anlatmaya. Sustuk.

Ehli vicdandır, çok da zariftir. İyi bir şiiri, iyi bir yazıyı, iyi bir şarkıyı o dakka seçer.

Üşüdük. Önce zaman bindi, ardından ben. Tren sıcacıktı. Keyiflendik. Bembeyaz olmuş ağaçları gösterip, “bak, bana nasıl da benziyorlar” dedi gülümseyerek.  Evet, gerçekten tıpatıp ona benziyorlardı.

Tren savaş anıtının yanından geçince, şehir savaşları geldi aklıma. Korkunç bitmişti. Bize hiçbir faydası olmamıştı üstelik. Belki bu defa, bir iç savaşın gelip kapımıza dayandığı bugünlerde, ilk defa bir işimize yarayabilir. Bu savaşın yarattığı yıkımın, yeni bir savaş öncesinde bizlere söyleyecek bir şeyleri ille vardır.

Sun Tzu, “kazanamayacağın savaşa girme” demiş. Bunu herkes bilir, değil mi? “Rüzgar sert estiğinde, eğilmeyen ağaç kırılır” sözünü de herkes bilir. Ama galiba bunları bilmek yetmiyor; birinin çıkıp, “işte bu, önünde eğilmen gereken rüzgar ve bu da, kazanamayacağın savaş” demesi de gerekiyor, bilmiyorum.

The Sopranos dizisinden bir replik geliyor aklıma: “Bir bardak kan, bir varil altından çok daha maliyetlidir.” Bütün bildiğim, savaşa mecbur kalmamanın bir yolunu bulmalı. Suriye savaşının insanda, yaşamında yarattığı yıkımı sokakta her gün gören toplum, savaşmadan ya da çok sınırlı bir savaşla istediği sonucu elde edebilen bir aklı takdir ediyor.

Evin yolunda yine o bembeyaz ağaçlar. Dönüp zamana, “bak, seninkiler” diyecektim ki, uyuyakalmış. Koluna dokundum, uyanmadı. Yüzüne dokundum sonra, buz gibiydi. Ölmüştü. Rahat, acısız bir ölüm. Tren durunca indim. Hâlâ kar taneleri dolan gözlerini kırpıştırıyordu.

İlginizi çekebilir