Nuri Fırat: AKP ile ‘Müstakbel Türklüğe’ Yeniden Çağrı

AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın hocası Necmettin Erbakan’ınkiyle örtüşen ve hatta daha da agresif ve uçlaşabilen önemli bir Kürt söylem ve siyaseti de, din – İslam üzerinde şekillendi. Her şeyden önce Erbakan gibi Erdoğan da, laik Kemalist rejimin muhalifiydi ve Türkiye’deki bütün sorunların kaynağı olarak bu rejimi görüyordu; son yıllarda pek çok Kemalist kadro ve oluşumla işbirliği içinde olmakla birlikte hala da Kemalist rejimi esas sorun olarak gördüğü söylenebilir. Bu nedenle Erdoğan, millî nitelik ve taleplerden arındırarak ve kısmî kültürel haklar çerçevesine sıkıştırdığı Kürt meselesinin de laik ulusçu Kemalist rejimin niteliklerinden ve uygulamalarından dolayı ortaya çıktığına ve buna karşın din kardeşliğine veya İslamcı perspektife dayanan bir çözümle meselenin pekâlâ hal yoluna girebileceğine inanıyordu.

Dolayısıyla Erdoğan da hocası Erbakan gibi, diğer pek çok önemli meselede olduğu gibi, Kürt meselesinde de dinden olabildiğince faydalanmaya çalıştı. Problemli olduğu laik-Kemalist rejimle iktidarının özellikle ilk beş yılında Erbakan kadar sert bir çarpışmaya ve hesaplaşmaya girmemişse de Erdoğan, 2009’dan itibaren iktidarını sağlama aldıktan sonra daha açık biçimde hocasının izinden gitmekten de imtina etmedi. Müslüman Kürtler nezdinde hatırı sayılır oranda karşılık bulan İslamcı davaya yönelik propaganda, Erdoğan’ın pek çok kere iddia ettiği üzere, AKP’nin Kürdistan’da birinci parti olmasının, tek değilse de, en önemli nedenlerinden biriydi. 

Din kardeşliği söylemi ve siyasetiyle Kürtlerin desteğini almaya, onları davası için seferber etmeye ve böylece Türkiye’nin bütünlüğü içinde tutmaya çalışan Erdoğan, bu durumu aynı zamanda rakibi Kürt hareketini itibarsızlaştırmak ve etkisiz kılmak için de kullandı, kullanmaya devam ediyor. Örneğin Erdoğan 1 Haziran 2011’de Diyarbakır’da yaptığı mitingde dile getirdiği iddiaları sonraki yıllarda da neredeyse aynen tekrarladı. Erdoğan’a göre, Kürt hareketi ve temsilcileri, “Kürtlerin dini Zerdüştlüktür diyenler, İslam kılıç zoruyla Kürtlere kabul ettirildi diyenler”, “bunların İslam’la alakası yok” (1 Haziran 2011); “dağda Zerdüşt eğitimi verilmekte” (2 Mayıs 2015); “bunlar camilerimizi yakanlar”; hatta “Apo’ya peygamber diyorlar” (28 Mayıs 2016); “bunlar dinsiz, kitapsız, Allahsız” (27 Ocak 2018); “bunlar ateist, dini suistimal eden tipler” (3 Haziran 2018) vesaire… Öbür yandan sol – sosyalist siyaseti benimseyen Türkiye’deki ana-akım Kürt hareketinin din karşıtı olduğu iddiası, zaman zaman bizatihi bu ideolojik tercihinden dolayı da ileri sürüldü. Ahmet Davutoğlu’nun, başbakanlığı döneminde, 2 Mart 2015’te PKK’yi “arkaik Marksist ideolojiye dayalı” bir örgüt olarak nitelemesi bu açıdan örnektir. 

Erdoğan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında özellikle Şeyh Said İsyanı (1925) sonrasında tedavüle konan ve Kürt hareketini irtica ve dinî gericilikle özdeşleştiren resmi söylemi tersine çevirmiş, Osmanlı’nın çöküş dönemlerinde sıklıkla başvurulan “din kardeşliği” söylemine rücu etmiş gibidir. Bu nedenle Erdoğan’ın pek çok açıklamasında görülebileceği üzere, Kürt hareketi (PKK ve HDP-Yeşil Sol Parti) din dışı gösterilirken, Kürtlerin dindarlığı özellikle vurgulanır. Bu açıdan Erdoğan’ın sıklıkla Kürtlere dinî referanslarla seslendiği görülebilir. 

Bu hususlarla birlikte, Erdoğan’ın Kürt siyaseti ve söyleminin dinci-İslamcı, muhafazakâr ve milliyetçi söylem ve siyasetiyle gayet uyumlu olduğunu kaydetmek mümkündür. 

Erdoğan’ın Kürt meselesinde Türkçü-milliyetçi bir siyaset izlediğinin en önemli göstergesi, Kürt meselesini millî haklar ve özgürlükler meselesi olarak görmemesi ve bu konudaki söylem ve siyaseti terörizmle eşitlemesidir. Nitekim Erdoğan’ın en başından beri temel sloganı “Tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet” olmuştur. Bütün bu teklikler, hiç kuşkusuz Türk kimliği üzerine bina edilen milliyetçi siyasetin gereğidir. Bu, Erdoğan’ın bir zamanlar rakibi olan MHP’yi kastederek milliyetçiliği ayaklar altına aldığını söylemiş olmasına rağmen böyledir ve kaldı ki, 2015’ten beri de MHP ile ortak olan da AKP’dir. Üstelik MHP’de hiçbir değişiklik yokken, bir zamanlar tamamen konjonktürel siyasi hesaplarla milliyetçilik karşıtı bir söyleme başvurmuş olan AKP ise nihayetinde aslına rücu etti. 

Öbür yandan bu milliyetçiliğine rağmen Erdoğan’ın Kürtlerin varlığını kabule yanaşması ve kısmî de olsa haklarını tanımış olması, benimsediği muhafazakâr-dinci söylem ve siyasetle ilgilidir. Bu noktada Cenk Saraçoğlu’nun AKP’nin sağ ideolojik konumuna ve bunun Kürt meselesine etkisine dair dikkate değer çalışmasına değinmekte fayda var. 

Saraçoğlu, AKP’nin Kürt meselesinde “kendisinden önceki sağ partilerin devletçi, katı asimilasyoncu ve inkarcı politikalarının dışına” çıkabilmesinin “sağ ideolojik kimliğine rağmen geliştirilmiş açılımlar olmaktan ziyade bilakis onun Türkiye sağındaki özgül konumu ile uyumluluk ve hatta zorunluluk ilişkisi içerisinde” olduğunu savunur. Hatta Saraçoğlu’na göre, “AKP’nin tanımaya meyilli Kürt politikası onun sağ ideolojik hegemonya projesinin tesisi sürecinde bir engeli ortadan kaldırmaya yönelik bir operasyonu veya pragmatik bir hamlesi değil, bizzat bu sağ ideolojik hegemonyanın inandırıcılığının ve başarısının ‘teminatı’, onun içsel bir öğesidir.”

Saraçoğlu, Kürt siyasetini ve söylemini uyumlu bir içsel öğe olarak konumlandırdığı AKP’nin dünya görüşünü şu şekilde değerlendirir: 

“Partinin ve onun liderliğinin dünya görüşünde ve pratiklerinde milliyetçilik, İslamcılık ve muhafazakârlık birbirlerinin içeriklerini karşılıklı olarak etkileyen uyumlu bir bütünlük teşkil eder. AKP’yi Türkiye sağının ideolojik haritasında özgül bir konuma yerleştiren şey ve diğer sağ partilerden ayıran şey bu üç ‘hâlden’ İslamcılığın ve muhafazakârlığın Türkiye’deki ideolojik referanslarının partinin milliyetçiliğini hem söylemsel hem de sembolik açıdan belirleme gücüne sahip olması ve ona özgül bir içerik kazandırmasıdır. Bu bakımdan AKP söyleminde milliyetçilik ile İslamcılığın veya muhafazakârlığın biraradalığı bir tür Türk-İslam sentezi olarak görülmemelidir. Türk-İslam sentezi kurgusu ‘millî’ kimlik ile ‘dinî’ kimliğin birbirlerinden ayrı bir varoluşa sahip olduğu varsayımını içerir. Sentez aslında ‘sentez öncesinde’ birbirinden ayrı var olabilecek kimliklerin birbirleriyle buluşturulması çabasını ifade eder. AKP için ise ‘millî’ olan ile ‘dinî’ olan birbirleriyle sentezlenmesi tahayyül edilemeyecek kadar içsel ve zorunlu bir ilişki içerisindedir. İçeriği İslami-muhafazakârlık tarafından belirlenen bu milliyetçilik, Türklük vurgusu üzerine bina edilmiş, etnisist yönleri baskın klasik/resmi milliyetçilikten farklı bir pozisyonu temsil eder.” 

Cenk Saraçoğlu’nun bu izahına bakıldığında, milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı AKP’nin Kürt siyaseti ve söyleminin belli bir anlama ve çerçeveye kavuştuğu görülebilir. Ancak bununla birlikte, AKP’nin millet tahayyülünün hiçbir şekilde entisist unsurlar barındırmadığı ve hatta tamamen ümmet fikriyatına veya Osmanlı zamanındaki gibi bir İslam’ın belirleyici unsur olduğu “millet” tahayyülüne dayandığı da ileri sürülemez. Özellikle yeniden kurgulayarak işlevsel kıldığı Osmanlı – İslam geçmişini millet tahayyülünün temeline oturturken, hiç kuşkusuz, AKP’nin de, örneğin Saraçoğlu’nun izah ettiği Türk-İslam sentezini esas alan ve her biçimiyle entisist-ırkçı olan MHP ile yolları çakışır. Kaldı ki, Erdoğan’ın mottosu haline gelen teklikler dizisi ele alındığında (“tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan”), bunların içeriğinin en başta üst kimlik olarak Türklük ile doldurulduğu belirtilebilir.

En basitinden Türk dilinin resmi, eğitim ve temel iletişim dili olarak dayatılması aynı zamanda etnisist bir yaklaşımdır. Türkçü unsurlar üzerine bina edilen ve Saraçoğlu’nun gayet yerinde belirttiği üzere İslamcı ideolojiyle de desteklenen milliyetçi teklikler dizisinde, Kürtlerin tanınan varlığı, Türkçülüğe dair unsurlara rıza gösterilmesine ve hatta benimsenmesine bağlıdır. Bununla birlikte ayrı bir millî varlık olarak değil ve fakat Türk kardeşlerinin aynı zamanda İslam öncülüğüne rıza gösteren din kardeşi olabildikleri oranda bir alt kimlik veya yerel folklorik bir unsur olarak Kürtlerin tanınması söz konusudur. Bu durumda Kürtler, pek çok kez iddia edildiği üzere, Müslümanlığın içeriğini ve çerçevesini belirlediği “ortak kültürün” üzerine bina edilmiş bir milletin bileşeni, hele de eşit ve asli bir bileşeni hiç değildir. Aksine Kürtlerin Müslüman aidiyetleri nedeniyle dahil olmalarının mümkün olduğu bu kimlik, daha sonra yeniden değineceğim üzere, İslam’ın etnikleştirilmesi suretiyle önemli etkide bulunduğu ve asli bir parçası haline getirildiği Türkçü milliyetçi bir kimliktir. 

Bu iddiayı test etmenin bir yolu da Erdoğan’ın Müslüman dünyaya ve Müslüman Kürtlere yönelik tutumlarında açığa çıkan farklılıklara bakmaktır. Bariz bir örnek olarak, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Eylül 2017’deki bağımsızlık referandumu ele alınabilir. Bu referanduma karşı sert bir siyasi ve hatta askeri tutum alan Erdoğan, üstelik bu mesele genel geçer siyasetin diliyle ifade edecek olursam “Irak’ın bir iç meselesi” olmasına rağmen, olası bir Kürt devletinin kurulmasına karşı duruşunu net biçimde ortaya koydu. Sadece Irak’ta değil, Suriye için de benzer bir tutumu hep izledi ve izlemeye devam ediyor. Türkiye’de ise Müslüman Kürtlerin bırakın federasyon veya özerkliği, yerel yönetimler düzeyinde bile siyasi ve idari haklara sahip olmasına tahammül etmeyen Erdoğan, söz konusu Filistin olunca bambaşka bir retoriğe sahip olabiliyor. Doğrusu bu durum sadece Erdoğan’a özgü değildir; öteden beri Türkiye’deki İslamcı organizasyonların veya kişilerin, Filistin, Arakan, Bosna, Kosova, Arnavutluk gibi ülkelerdeki mazlum Müslüman kardeşleri için ağıt yakarken, onlara maddi – manevi her türlü destekte bulunurken, sıra Kürtlere gelince en iyi ihtimalle sessizliğe büründükleri malumdur. Erdoğan ise çok da sessizliğe bürünmüyor. Sözünü ettiğim referandum döneminde Kürtlerin siyasi bir otoriteye sahip olmasına karşı çıkan Erdoğan, iki ay sonra İstanbul’da toplanan ve başkanlığını yaptığı İslam İşbirliği Teşkilatı’nda İsrail’in Filistinlilere uyguladığını iddia ettiği zulmü teşkilat üyesi bütün ülkelerle birlikte kınamış ve Filistin’in devlet kurma hakkını bir kez daha yüksek sesle haykırmıştı. 

Erdoğan’ın, Filistin davasına sahip çıkarken Kürtlerin davasına karşı çıkması, İsrail’in Yahudi ve Türkiye’nin ise Müslüman bir devlet olması dolayısıyla değerlendirilebilir. Kuşkusuz Erdoğan ve partisi dahil Türkiye’deki İslamcı hareketlerin ve siyasetçilerin Yahudi düşmanlığını ve anti-semitizmi sürekli biçimde üretmeye devam ettikleri doğrudur; Filistin davasının iç siyasette malzeme edilmesi de bununla doğrudan ilgilidir. Bu durumda çoğunlukla iddia edildiği üzere Filistin’i sahiplenip Kürdistan’a karşı çıkmak konusunda izlenen hassasiyet sadece Yahudilik ve Müslümanlık meselesiyle ilgili değildir. Filistinlilerin toprakları işgal altındaysa, Kürtlerin de öyle; Filistinlilerin tarihi, kültürü talan ediliyorsa Kürtlerde de durum farklı değil; Filistinlilere yönelik zulüm varsa, Kürtler de aynı durumdadır. 

Hal böyleyken, farklı tutumların ortaya çıkması esasında zulüm uygulayanın kimliğiyle ilgilidir. Türkiye’nin veya nüfusunun ve siyasetinde etkili olan ekseriyetin Müslüman olması, Türk İslamcı cenahın sessizliğini izah eder. Dolayısıyla basit bir siyasi çifte standarttan çok daha fazlasını ifade eden bu yaklaşım, Türklüğü ve İslam’ı eşitliyor ve bu durumda Müslüman olsalar bile Kürtlerin Türklüğe yönelik herhangi bir söylemi ve eylemi aynı zamanda İslam’a veya Türklüğün öncüsü, kurtarıcısı, koruyucusu yapıldığı günümüz İslam’ına yönelik algılanabiliyor. Öbür yandan Filistin’i veya Bosna’yı sahiplenmek, elbette Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne yönelik herhangi bir olumsuz sonuç doğurmaz; aksine içe yönelik propagandayla Türk’ün yurdunun ilelebet korunup kollanmasına hizmet bile eder. Ancak Kürtler içteki tehdittir. Muhtemelen Türk İslamcıların bu konudaki zihin dünyasını en sarih biçimde Necmettin Erbakan 1990’lı yıllarda dışa vurmuştu. Zira Erbakan Irak’ta kurulmak istenen Kürdistan federasyonunu “İkinci İsrail” olarak nitelemiş, Türkiye’deki Kürt meselesinin çözümü için ortaya atılan federasyon fikrini de “İslâm coğrafyası ancak Türkiye’nin önderliğinde bir ve bütün olabilir. O nedenle Türkiye’nin ayrışması savunulamaz ve buna müsaade edilemez” gerekçesiyle reddetmişti

Bu arada not etmekte fayda var; Erbakan’ın bir bakıma siyasi amaçlar itibarıyla Yahudilerle Kürtleri aynılaştıran tutumu, özellikle 2000’lerden sonra Türkiye’de çok daha görünür bir hal almaya başladı. 2003’te diktatör Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonraki Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetiminin resmen kurulması Türkiye’de hiç de olumlu karşılanmadı. Bu noktada Kürtlere yönelik ayrımcı söylem ve siyasetin önemli malzemelerinden biri de Kürtlerin İsrail ile olan veya olduğu varsayılan ilişkileridir. En çok da Kemalist ulusalcı – ırkçı kesimlerin tefrika ettiği ve sıklıkla gündeme getirdiği ve aslında Erbakan’ın daha 1990’ların başlarında ifade ettiği husus, Kürdistan Yönetiminin ikinci İsrail olduğu iddiasıdır. Anti-semitist söylem ve siyaset Kürtleri kapsayacak biçimde genişletilirken, aynı zamanda Kürtler hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hem de Müslüman olsalar bile bir bakıma çok açık biçimde “tehlikeli, düşman” kategorisine dahil edildiler. Bu husus ise, Mesut Yeğen’in de dikkat çektiği üzere, yeni bir durum sayılabilir. 

Yeğen’e göre, “Cumhuriyet açısından, başından beri, ‘Türkler’ ve ‘Kanun-i Esasi Türkleri’ vardı”; diğer bir ifadeyle “Türklüğü ‘yurttaşlık-olarak Türklük’ ve ‘yurttaşlıktan fazla bir durum olarak Türklük’ şeklinde” derecelendiren bir durumdan söz etmek mümkündür. Gayrimüslimler anayasa gereği olarak yurttaşlık bağı dolayısıyla Türk kabul edilirken, Türkler yurttaşlıktan fazlasını ifade eden kategoride ayrıcalıklı ve hâkim millet idi ve hâlâ da öyledirler. Müslüman azınlığın Türklük dairesine dahil edilmesi ise, Kürtler örneğinde olduğu gibi, pek çok enstrümanla mümkün kılınmaya çalışıldı. Asimilasyon pratikleri en başta gelir. Böylece zaten dini aidiyet açısından farklı olmayan Kürtlerin (ve elbette diğer Müslüman azınlıkların) kültürel ve dilsel açıdan da Türkleştirilmesi istendi. Kuşkusuz bu gönüllü bir benzeşme süreci değildi; epey zorunlu ve dramatik bir süreçti. Nihayetinde Yeğen’e göre, benzeşmeye rıza gösterdikleri oranda Kürtlere “müstakbel yurttaşlar veya Türkler” olmak için kapı açıktı ve nihayetinde de “mühim sayıda Kürt [öyle ya da böyle bu kapıdan içeri girerek] Türkleşti” ya da “Türkleşmeye direnen Kürt az olmamakla birlikte, epey Kürt Türkleşti”. “Müstakbel yurttaş veya Türk” olmak, Kürt olmak dışında, örneğin başbakan, cumhurbaşkanı, milletvekili vesaire her şeyin olunabileceği bir durumdu veya Mesut Yeğen’in belirttiği gibi Türklüğün ardından “birinci sınıf vatandaşlığa” geçişti. 

Kürt muhalefetinin bastırılamaz biçimde etkili olmaya başladığı 1990’ların başından itibaren, özellikle de 2000’li yıllar itibarıyla, “müstakbel Türkler” olarak Kürtlerin Kürtlüğe geri dönüşü ise, kendilerine yönelik tutumu değiştirmeye başladı. Bu elbette asimilasyon ve denenen diğer yöntemlerle Kürtlerin Türkleştirilebileceğine dair inancın yitirilmesi ve hatta hayal kırıklığı ile ilgilidir. Bunun neticesinde sıklıkla, belirttiğim gibi, cumhurbaşkanı, başbakan, işveren, diplomat olabildiği ve böylece her türlü imtiyazdan faydalanabildiği bir ülkede Kürtlerin daha ne isteyebileceklerine dair, sitemden öte, nankörlük suçlaması söz konusu olmaya başladı. Bunu takiben de müstakbel bir konum verilen Kürtlere yönelik güvensizlik ve bu güvensizliğin depreştirdiği düşmanlaştırıcı söylem ve siyaset tedavüle girdi. Bu durumun en sarih ifadesi 2005’te Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı açıklamada Kürtler için “sözde vatandaş” ifadesini kullanmasıydı. Aynı zamanda Kürtlerin Yahudilerle ilişkilendirilerek tehlikeli ve güvenilmez iç unsur veya düşman olarak propaganda edilmesi de çoğunlukla bu dönemlere rastlar ve 2020’li yıllara doğru ve sonrasında benzer algının giderek yaygınlaştığını ileri sürmek abartı olmayacaktır. 

Elbette bütün bu kırılganlığa, yabancılaşmaya ve güvensizliğe rağmen bu arada Kürtlere müstakbel konumlarına dönüş çağrıları ve bunun için sarf edilen çabalar da tamamen terk edilmedi. Bu noktada, resmen değilse de, söylem düzeyinde zorunlu olarak Kürtlerin varlığının tanınmasının ardından, 1990’lı yıllar itibariyle, Kürt ve Türk kardeşliğine dair bir retorik de devreye konulmaya başlandı. Kürtlerle ile Türklerin bin yılı bulan kader ortaklığına ve din kardeşliğine dayanan kültürel ve tarihsel kurgular epey popüler hale geldi. Irkçı MHP bile “Türk Kürt kardeştir, ayrım yapan kalleştir” sloganını kullanmaya başladı, ki bu slogan AKP döneminin de popüler sloganlarındandır. Bu kardeşlik retoriğine bakıldığında, Ziya Gökalp’in 1922’de yazdığı “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir, Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir” cümlesi akla gelir. Gökalp bu kardeşlik kurgusunu elbette Kürtlerin Türklüğe asimile olması şartına bağlıyordu. MHP ve günümüzdeki AKP için de aynısı söylenebilir. 

Bununla birlikte AKP’nin kardeşlik söylemine yaptığı fazladan bir katkıdan da söz etmek mümkündür. Tayyip Erdoğan’ın Kürtlere seslenirken “Kürt asıllı vatandaşlar”, “Kürt kökenli yurttaşlar” gibi ifadelerin yanı sıra, hatta belki daha fazla, “Kürt kardeşlerim” ifadesini kullandığı söylenebilir. Erdoğan’ın kardeşlik retoriği, esas olarak, Kürtleri yeniden “müstakbel” konumlarına çağırmayı amaçlamakla birlikte, bu çağrıda kısmen verilmiş taviz de söz konusudur ve daha da önemlisi din üzerinden kurulan kardeşlik bağı çok daha “sahicidir”. Taviz, “müstakbel” konumlarına yeniden davet edilirken Kürtlerin kısmen kültürel haklarının da tanınmış olmasıyla ilgilidir. Sahicilik ise, hem Kürtlere kısmen haklarının verilmiş hem de çağrıyı bu kez yapanın bizatihi İslamcı siyaseti esas almış olması çerçevesinde ifade edilebilir. Nitekim Erdoğan’ın uzun süre Kürtlerden önemli oranda destek alması da aynı zamanda bu sahiciliğin göstergesidir. Burada kastettiğim elbette, Erdoğan’ın tüm yaptıklarının sahici olması değildir; kendisine destek veren Kürt seçmenin kendisini sahici bulmasıdır. 

Türk İslamcılarının Kürtlere yönelik kardeşlik çağrısı, öte yandan İslam adına verildiği iddia edilen davaya davetle de ilgilidir. Bu durumda, Cumhuriyet’in Kürtleri “müstakbel Türklüğe” davetinin, Türk İslamcılar tarafından “müstakbel Müslümanlığa” davet biçiminde kurgulandığı ileri sürülebilir. Refah Partisi ve AKP örneklerinde göstermeye çalıştığım üzere, Türk İslamcılar nezdinde bir Kürdün “müstakbel” kabul edilebilmesinin de şartları vardır. Erbakan’ın Kürtlerin siyasi ve idari taleplerini Türkiye’yi bölmeye ve dolayısıyla Türkiye’nin öncülük ettiği İslam ümmetini bölmeye yönelik bir girişim olarak algılaması, Müslüman Kürtlere makul olanın sınırlarını göstermesi bakımından önemlidir. Hakeza Müslüman Filistinlileri desteklerken Erdoğan’ın öbür yandan aynı hakları Müslüman Kürt kardeşlerinden esirgemesi, Türklükle özdeşleştirilmiş İslam’ın sınırlarıyla ilgilidir. Nitekim Kürt meselesindeki esas argümanlarından birine bakıldığında Erdoğan’ın çözüm olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst çatısını veya kimliğini önerdiği rahatlıkla görülebilir. Buradaki üst kimlik vurgusu otomatikman Kürtler ve diğer etnik / millî kimlikleri alt bir kategoriye dahil eder. Daha doğrusu bu alt kimliklerin üst kimliğin bileşenleri olabildikleri oranda tanınabildiği ve millî addedilen üst kimliğin aynı zamanda zenginliğinin göstergesi olarak yerel / kültürel / folklorik sınırlar dahilinde işlevsel kılınabildiği bir alt kategoriden söz ediyoruz. 

Öbür yandan, Asa Lundgren’in işaret ettiği üzere, “farklı etnik grupların ortak bir Türk kimliğinde eridiği” belirtilmekle birlikte, kardeşlik retoriğiyle, özellikle de Erdoğan’ın din unsuruyla takviye ettiği biçimiyle, “aynı zamanda Türkiye’de pek çok farklı etnik kimliğin var olduğu, bunların hepsinin tanınıp kabul edildiği de teyit edilmektedir. Ancak bu söyleme göre, etnik aidiyet bir devlet meselesi değil, kişisel bir konudur.” Dolayısıyla tarihsel olarak esas ağabey rolündeki Türk’ün başarılarıyla kurgusu yapılmış bir hikâyede millî veya etnik özelliklerinden ve bundan kaynaklanan kolektif hak taleplerinden arındırılmış Kürt ile kardeş olma hali, en nihayetinde “türdeş bir ‘Homo Turkus’a” dönüş halidir. Müslüman Türk her türlü millî, etnik ve dinî imtiyazını korumaya devam ederken; Müslüman Kürt kardeşin payına düşen ise, hiç de yeri ve zamanı olmadığı ve hatta düşman icadı olduğu vaaz edilen millî veya etnik haklarından feragat etmesi ve en fazla konuşmasına izin verilmiş yerel dili ile Türk kardeşinin öncüsü olduğu davaya bağlılık bildirmesidir. Zaman zaman kendisinden söz edildiğinde “Kürt kökenli” denilmesi de, bir onurlandırma veya tanınma halinden ziyade, Lundgren’in belirttiği gibi, “Kürtçü kimlik fikrini çürütme çabası”nı barındırır. “Kürt kökenli vatandaşlar” demek, her şeyden önce vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türk kabul edilmesine ya da Türklük üst kimliği içine alınmaya uygundur. Fakat “birini Kürt diye adlandırmak, etnik kimliği devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olmanın üzerine koymak ve Türkiye’de Türk ve Kürt olmak üzere iki ayrı tür vatandaş olduğunu ima etmek anlamına gelebilir.” Ve bu durum kardeşlik söylemiyle murat edilen amaca hiç de hizmet etmez. 

Haliyle denebilir ki, Kemalist Cumhuriyet’in gerek gayrimüslimleri gerekse de Kürtleri Türklük dairesine dahil etme ya da etmeme biçimini veya stratejisini kabul etmek ve yürürlükte tutmakla birlikte, AKP ve lideri Erdoğan, bu biçime veya stratejiye din söylemi üzerinden ekstra katkılarda bulunmaya devam ediyor. Kemalist Cumhuriyet’in bu stratejisi elbette din farklılığı veya benzerliği üzerinden işliyordu. AKP’yle yapılan ise, din olgusunun / İslam’ın Türklükle olan ilişkisinin tereddüde mahal vermeyecek biçimde aleni hale getirilmesiydi. Bu kimlik kurgusu nezdinde böylece gayrimüslimlere, örneğin Yahudilere yönelik ayrımcılık dini farklılıklar çerçevesinde çok daha belirgin ve keskin hale getirilirken, Kürtlerin müstakbel olabilme şartları ise, Türklüğe ek olarak Türklüğün ayrılmaz ve aleni unsuru haline getirilmiş İslamcılıkla yeniden kurgulandı. Kürtlerin zaten Müslüman olmaları hasebiyle müstakbel Türklüğe davet edilme biçimleri, bu kez İslamcı Türkçülüğe ya da Türkçü İslamcılığa davet biçimini aldı. Böylece laik ve dinci Türkçüleri Kürtler konusunda ortaklaştıran husus Türkçülük hevesleridir. 

AKP’nin veya Erdoğan’ın Kürtleri müstakbel Türklüğe davet ettiği dönemin ayrıca bir özgünlüğü de vardır. Bu dönem, Kürt milliyetçiliğinin artan etkisi dolayısıyla Kürtlerin Kürtlüğe dönüşünün belirgin hale geldiği, bundan dolayı da tüm çabalarının boşa çıktığını gören laik Kemalistlerin hayal kırıklığına uğradığı bir dönemdir. Bu hayal kırıklığı Kemalist Türkçü taifeyi artık güvenilmez bir iç düşman olarak kabul etmeye başladıkları Kürtlere karşı agresif hale de getirdi. AKP ile yapılan ise, bu hayal kırıklığına rağmen Kürtlerin müstakbel Türklüğe dahil edilebileceğine dair umudun sürdürülmesi veya yeniden canlandırılmasıydı. Ancak 2015’ten sonra MHP ile işbirliği halinde hareket ederek milliyetçiliğini diğer bütün ideolojik vasıflarından çok daha belirgin hale getiren AKP’nin de benzer bir hayal kırıklığına uğradığı ileri sürülebilir. En nihayetinde Kürdistan’daki seçmen eğilimlerine bakıldığında bile, bütün çabalarına rağmen AKP’nin önünü alamadığı Kürtlüğe dönüşteki hızın devam ettiği ve hatta Kürt milliyetçiliğinin hiçbir zaman olmadığı kadar konsolide olduğu görülebilir. Dolayısıyla 2015 sonrasındaki Kürt söylem ve siyasetindeki dönüşümünü bu hayal kırıklığı çerçevesinde de değerlendirebileceğimiz AKP’nin, benzer duygu ve düşüncülere sahip pek çok Kemalist laik oluşum gibi, Kürtlere yönelik muamelede “kardeşliği” bırakıp “düşmanlığı” tercih ettiği de ileri sürülebilir. 

Her türlü askeri enstrümanın Kürt meselesinde çözüm yöntemi olarak yeniden devreye konulduğu bir dönemde, bırakın dirisini, öldürülmüş bir kadının cansız bedeninin bile günlerce sokak ortasında bekletilmesi, öldürülmüş genç erkek ve kadınların cenazelerinin askeri araçların arkasından sürüklenmesi veya çıplak halde teşhir edilmesi, öldürülmüş gençlerin kemiklerinin plastik kutular içinde anne ve babalarına teslim edilmesi, müstakbel İslamcı Türklüğe direnen Kürde yönelik öfkenin nasıl bir düşmanlık halini aldığının sıradan görüntüleri oluyor. 

Sonuç olarak, Kürt meselesinde izlenen düşmanlık ve kardeşlik söylem ve siyasetleri, esasında madalyonun iki yüzüdür. Bir kısmını bu yazıda belirttiğim gerek tarihsel gerek güncel verilere bakıldığında, Kürtlerin kardeş kabul edilebilmeleri için “müstakbel Türklüğe” davet edilmeden hemen önce veya aynı sırada defalarca terbiye edilmeye çalışıldığı görülebilir. Terbiye etmekten kasıt, Kürtlüğe dair her şeyin kesin biçimde terk edilmesine yönelik zorbalıktır. Şayet Kürt olmakta ısrar söz konusuysa, bu durumda “eşkıya, çapulcu, dış güçlerin uşağı veya terörist” olarak düşman kategorisine sokulup her türlü muamele meşru görülür. Katliamlar dahil Cumhuriyet tarihi boyunca ve günümüzde Kürtlere yönelik her türlü şiddet ve zalimlik tam da budur. Nüfus yoğunluğu itibarıyla ve tüm zalimliğe rağmen, tümden ortadan kaldırılmaları pek de mümkün olmayan veya görülmeyen Kürtlerden, bu kez ölümü gösterip sıtmaya razı edercesine, uslu kardeş olmaları talep edilir. Dolayısıyla görece merhametli olan asimilasyon yöntemleri dahil olmak üzere, çeşitli enstrümanlarla yürütülen kardeşlik prosedürünün de aynı zamanda zulmü ve şiddeti barındırdığının altını çizmek gerekecektir. 

Demek istediğim, soykırım ve tehcir dahil her türlü terörizme maruz kalmış gayrimüslimlere düşman gözüyle bakılırken, bunlardan farklı olarak asimilasyon ve benzeri yöntemlerle Türklük dairesine alınmaya çalışılan Müslüman Kürtlere merhametli davranıldığına dair bir yanılgının oluşmamasıdır. Kürtlerin Türkiye’deki tarihine bakıldığında, derecesi ve sonuçları farklı olmakla birlikte, Dersim ve Zilan Deresi örneğinde olduğu gibi en az iki soykırımı da yaşamış Kürtlerin yaşadıklarının gayrimüslimlerin başına gelenlerden pek de farklı olmadığı söylenebilir. Sonuç olarak, makul ve makbul kardeş olabilmeleri için Kürtlerin Müslüman olmaları hiçbir şekilde yeterli değildi; çok daha fazlası gerekiyordu. AKP örneğinde görülebileceği üzere Türkçü İslamcıların Kürtlere muamelesi de bu sonucu gayet net biçimde ortaya çıkardı. 

Bütün bu hususlara dikkat çektikten sonra, toparlamak mahiyetinde, Tanıl Bora’nın 1996’de Refah Partisi ve lideri Erbakan hakkında yaptığı şu tahlillerin bugünün Erdoğan’ının ve haliyle esas aldığı Kürt söylem ve siyasetinin anlaşılmasına katkı sunduğu kanaatindeyim:  

“Türk İslamcılığının ana damarı ve RP’nin ümmetçiliği, bariz biçimde Türk-merkezlidir (veya Türkiye-merkezlidir). Bu tasarım, Türkiye’nin İslam dünyasının ve birliğinin yegane potansiyel önderi olarak düşünülmesine dayanır. Osmanlı’nın varisi olmak, Türkiye’ye tarihten –hatta hilafet tartışmasını hesaba katarsak belki hukuken- bu misyonu yüklemektedir. Bu temelde Osmanlı nostaljisi modern ve milliyetçi bir emperyal (veya irredentist) tahayyüle dönüşür. Nitekim, İslamcı basına göre, İslam dünyası içinde bulunduğu zilleten onu kurtaracak tek gücün Türkiye olabileceğinin ayırdındadır ve ‘bütün dünya Müslümanları Erbakan’a / Türkiye’ye bakmaktadır.’ 

“Osmanlı nostaljisi, İslamcılığı çoğu kez milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin kaynaklarına geri götürür, oradan da milliyetçiliğe rücu ettirir; daha çok ülkücülerin beslendiği bir hayal olan ‘Müslüman Türk’ün cihan hâkimiyeti mefkuresine kanalize eder.

“Milliyetçiliğin, siyasal veçhesiyle esasen bir homojenleştirme projesi olduğunu unutmamalıyız. Türkiye’de devlet rejiminin ve kamu felsefesinin amentüsü olan ‘birlik ve beraberlik’ kıraati, milliyetçiliğin bu temel işlevini gün be gün ele verir. RP’nin eyleminin ve söyleminin daha alt katmanlarında yerleşik bulunan milliyetçilik etmeni, bu işlevle bağlantılıdır. RP, düzeni ‘idare etmeye’ soyunduğu nispette ‘birlik ve beraberliğe’ nezaret etme vazifesiyle bütünleşiyor, bu da onu cari milliyetçi ideolojinin kalıplarına sokuyor.” 

 

Kaynakça

Aktan, İrfan (2021). Necmettin Erbakan ve Kanat Çırpan Kelebek. https://www.gazeteduvar.com.tr/necmettin-erbakan-ve-kanat-cirpan-kelebek-makale-1514802 Erişim Tarihi: 10 Ağustos 2022

Bora, Tanıl (1996). İslamcılıktaki Milliyetçilik ve Refah Partisi. İstanbul: Birikim, Sayı: 91

Gökalp, Ziya (1992). Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler. İstanbul: Sosyal Yayınları

Lundgren, Asa (2008). İstenmeyen Komşu / Türkiye’nin Kürt Politikası. İstanbul: Kitap Yayınevi

Saraçoğlu, Cenk (2011). İslami-Muhafazakar Milliyetçiliğin Millet Tasarımı: AKP Döneminde Kürt Politikası. İstanbul: Praksis, Sayı: 26

Yeğen, Mesut (2006). Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa / Cumhuriyet ve Kürtler. İstanbul: İletişim Yayınları

İlginizi çekebilir