Naif Bezwan: İktidar blokunun izlediği maceracı, saldırgan, yayılmacı siyaset yeni-İttihatçılık kavramıyla açıklanabilir

Bezwan, ”İktidar blokunun izlediği siyaset ‘yeni-Osmanlıcılık’ kavramından ziyade yeni-İttihatçılık kavramıyla daha iyi açıklanabilir. Maceracı, saldırgan, açık emperyal ve yayılmacı amaçlar güden, militarizmi, militer güç kullanımını prensipte ve pratikte dış politikanın tanımlayıcı bir unsuru haline getiren bir yapı.” dedi.

Viyana Üniversitesi’nden siyaset bilimci Naif Bezwan, Rojava merkezli Kürdistan’daki politik gelişmeler üzerine birartibir ekibinden Bekir Avcı ile Siren İdemen ile söyleşti. Bezwan ile yapılan söyleşinin tamamı şöyle:

TSK’nın 19 Kasım’da Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyine başlattığı askeri harekâtın ne anlama geldiğini konuşmadan önce, bu olaydaki taraflara, ülke içindeki ve dışındaki, ulusal ve uluslararası aktörlerin kimler olduğuna, bugünkü durumlarına tek tek baksak… Ama ondan da önce, bir alfabe sorusuyla başlasak. Bu saldırıyı yorumlarken de sık sık “dış politika hamlesi”, “iç politikaya etkileri” gibi ayrımlar yapılıyor. Dış politika ve iç politika birbirinden ayrı ele alınabilir mi?

Naif Bezwan: İç ve dış politikayı birbirinden ayırmak mümkün değil. Aslolan, bu ilişkinin değişen güç dengeleri çerçevesinde nasıl değiştiğini anlamak. İç ve dış politika arasındaki bağlantı hangi şartlar altında, hangi ulusal ve uluslararası dinamikler çerçevesinde değişiyor. Önemli olan bu bağlantıyı kurmak. Uluslararası ilişkiler literatüründe içeriden dışarıya bakmak, dışarıdan içeriye bakmak gibi kavramlar kullanılıyor; “inside out”, “outside in” denen yaklaşımlar. Bir de dış politikanın önceliğini formüle eden yaklaşım var. Bunun karşısında iç politikayı önceleyen yaklaşımlar da var. Bu bağlantıyı biz analitik bir şekilde koparabiliriz ancak. Bir ilişkisel yaklaşım içinde olmak, hangi şartlar altında iç ve dış politika kesişiyor ve hangi çerçevede yürütülüyor, buna bakmak daha önemli.

Erdoğan’ın iktidarda olduğu süre boyunca içeride ve dışarıda birbiriyle çelişen, hatta taban tabana zıt politik tavırlar aldığını görüyoruz: AB’yle uyum süreci ve “demokratikleşme”den ceberrut, faşizan rejime; Kürt meselesinde çözüm sürecinden imha politikalarına; Libya, Suriye, Rusya, AB, ABD ile ilişkilerde yakınlaşmadan neredeyse savaşa… Bu çelişkiler ve zikzaklar kimi eleştirilerin üzerine kurulduğu gibi beceriksizliğin, politikasızlığın bir sonucu mu? Yoksa, çelişkili görünen tutumlar bir politik çizginin gerekleri, konjonktürden yararlanmanın sonuçları mı? İktidarın benimsediği ve uyguladığı politikayı nasıl tanımlarsınız?

Bugün Türkiye’de yeni-İttihatçı rejimin kurulması ve kurumsallaşması üzerinde gelişen bir iç politika ve dış politika olduğunu düşünüyorum. “Yeni-İttihatçı”dan kastım, içeride homojenleştirmeyi esas alan, yani Türkleştirme, tekleştirme ve türdeşleştirmeyi esas alan; dışarıdaysa yayılmacı ve nüfuz alanları oluşturmaya dönük bir siyaset. Buna yeni-İttihatçı siyaset diyorum. Mevut iktidar blokunun içeride ve dışarıda izlediği siyasetin “yeni-Osmanlıcılık” kavramından ziyade yeni-İttihatçılık kavramıyla daha iyi açıklanacağını düşünüyorum. Ancak, İttihatçılığın ortaya çıktığı 1908’den sonraki süreçte, esas olarak gayrimüslim halklar büyük tehlike olarak görülüyordu, dinsel ve milli homojenleştirme siyaseti asıl hedefti. Ama bugün yeni-İttihatçı siyasetin temel hedefi içeride ve dışarıda Kürtleri siyasi, sosyal, kültürel bir özne olarak, yani bir toplum olarak, bir millet olarak militer, paramiliter ve böl-yönet politikalarıyla kuşatmak ve etkisiz hale getirmek. Yeni-İttihatçıların temel motivasyonlarından, amaçlarından birinin bu olduğunu düşünüyorum. Kürdistan’ın tümüne yönelik bunun üzerinde şekillenen bir dış politika yürürlükte. İç politikadaki rejimi inşa etme, tahkim etme, kurumsallaştırma amaçları ile dış politika arasında ne kadar kopmaz bir ilişki olduğunu AKP rejiminin, yeni-İttihatçı koalisyonun pratiklerinde açıkça görüyoruz.

İktidarı adlandırırken “AKP rejimi”, “Erdoğan’ın tek-adam düzeni” vb. deniyor sık sık, ama iktidarda bir koalisyon var, sizin deyişinizle bir yeni-İttihatçı koalisyon. Bu koalisyonun başında görünen Erdoğan ve en öndeki aktörlerinden Bahçeli hangi çizgileri temsil ediyor? Yeni-İttihatçı koalisyonun unsurları neler?

Aslında, bileşenler o kadar gizli saklı değil. İktidar yanlısı gazetecilerin programlarına birkaç saat baktığınızda bunları tek tek ayrıştırmanız mümkün. Bir iktidar bloku olarak bakmak gerekiyor. Ve bu iktidar bloku içinde Erdoğan asli bir rol oynuyor. Çünkü Türk milliyetçiliğini siyasal İslâm’la şekillendiren ve sentezlendiren ve dolayısıyla Türk-İslâm çoğunluğu harekete geçirecek en önemli figür olarak görülüyor. O yüzden çok büyük bir işlevsel öneme sahip. Yeni-İttihatçı koalisyonun bir anlamda siyasal başmüezzini gibi Erdoğan. Ama bunun yanında, Ergenekon’dan yargılanmış generallerin, askerlerin büyük bir kısmı bu koalisyonun bir parçası. Ve yeni rejimin gözdesi bazı cemaat liderlerinden tutun da eski Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’na, Doğu Perinçek’e kadar uzanan, daha marjinal, oldukça agresif düzeyde bunun parçası olan, formel ya da enformel bir şekilde bunun içinde yer alan egemen bir iktidar blokundan bahsediyoruz. Ordu, yargı sisteminin önemli bir kesimi, polis gibi temel devlet kurumları kamusal/kurumsal kimliklerini kaybederek neredeyse tümüyle bu iktidar blokunun amaç ve hedefleri doğrultusunda harekete geçirilmekte. Ayrıca, SADAT gibi örgütler aracılığıyla paramiliter gruplar ve “güvenlik uzmanı” adı altında her gün görsel ve yazılı basında arz-ı endam eden, nefret ve kin kusan lümpen, saldırgan, özel harpçi propaganda ve bilgi kirliliği yayan uzman ekipleri… Son olarak şunu da unutmamalıyız: Özellikle İYİ Parti başta olmak üzere CHP’nin içinde ulusalcı olarak bilinen kesimlerin Erdoğan’ın temsil ettiği anti-Kürt politikalara temelde itirazları yok; ortak iş tutmaktan zımni anlaşmaya kadar uzanan bir yaklaşım sergilediklerini belirtmek gerekir.

Üzerinde anlaştıkları nokta en başta, Kürtlerin içeride ve dışarıda tamamen etkisizleştirilmesi, yani Kürtlerin siyasal bir özne, siyasal bir statü ve sosyal bir güç olarak yaşamlarını sağlayacak unsurları, kapasite ve kabiliyetlerini ortadan kaldıracak adımlar atmak, bunun için çok-yönlü militer, paramiliter, siyasal ve diplomatik politikaları hayata geçirmek. Daha önce Barış Pınarı Harekâtı, Zeytin Dalı gibi kavramlarla kirlettikleri ve perdeleme gereği duydukları savaş politikaları nihayet gerçek ismine de kavuştu: Pençe-Kılıç siyaseti. Okuması bile insan üzerinde arkaik-sembolik bir vahşet etkisi yaratıyor. Ama işte yeni-İttihatçı iktidar blokunun Kürtlere reva gördüklerinin kirli özeti ve Kürt siyasetinin kodu bu.

Burada birkaç tanımlayıcı parantez açsak; Erdoğan’ın koalisyon içindeki rolü için “başmüezzinlik” dediniz, peki, siyasal-ideolojik pozisyonunu nasıl tanımlarsınız? Siyasal İslâmcı çizginin temsilcisi diyebilir miyiz? Ve ayrıca, Erdoğan ve onun temsil ettiği siyasal çizgi iktidar blokunda ne kadar belirleyici?

12 Eylül darbesi generallerinin sponsorluğunu yaptığı Türk-İslâm sentezinin güncelleştirilmiş, güçlendirilmiş ve militarize edilmiş versiyonu olan bir siyasal ve ideolojik programdan bahsedebiliriz. Zaten bu program da Pan-Turan ve Pan-İslâm unsurlarını içeren İttihatçıların Birinci Cihan Harbi’nde uyguladıkları siyasetin 12 Eylül darbe rejimi tarafından güncelleştirilmiş ve Soğuk Savaş’ın belirlediği jeopolitik güç dengelerine uyarlanmış hali olarak karşımıza çıkmaktaydı. (Bir not: Unutmamak gerekir ki, batılıların halifeliği ortadan kaldırma ya da “Türklerden” alma ısrarının önemli nedenlerinden biri de İttihatçıların Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz ve Fransızların denetimi altında olan Müslüman coğrafyalarda bu güçlere karşı resmen cihat, fetva vermeleri ve bu yönlü çağrılar yapmalarıydı.)

Aslında ne Kemalizmin klasik laik söylemi ne de ulusaşırı-ümmetçi bir yaklaşımla nihayet ezici çoğunluğu Müslüman bir coğrafyayı darü’l harb olarak hedef almanız mümkün. İşte Erdoğan’ın karizmatik işlevselliği ve başmüezzin rolü tam da bu noktada ortaya çıkıyor.

Erdoğan yeni-İttihatçı iktidar blokunda temel yapıştırıcı rolü oynayan, şimdilik vazgeçilmez gibi duran bir figür. Çünkü karizmatik bir kişiliğe sahip, toplumun geniş Müslüman kesimlerine hitap eden, onları harekete geçirebilen bir kişilik. Belki zaman içerisinde bu koalisyon açısından Erdoğan’ın ideal aday olmadığı görülecektir. Ama onun yerine koyabilecekleri başka kimse yok şu anda. Bir yandan da Doğu Perinçek’in partisi gibi, dar bir azınlığın, yüzde bir veya altındaki dar bir azınlığın partisine değil de, kitleleri harekete geçiren birisine ihtiyaçları var. O yüzden Erdoğan burada başmüezzin görevini görüyor. Başarılı olursa alkışlanacak, arkasında kümelenilecek, başarısız olursa kurban edilecek bir figür. En ideal olmasa da en fonksiyonel, en kullanışlı olduğu için Erdoğan’la yürüdüklerini ve yürüyeceklerini düşünüyorum. 

İktidarın görünen ortağı Bahçeli-MHP’ye gelirsek; Bahçeli hangi kanadı temsil ediyor? 

MHP Türk milliyetçiliğine, Türk şovenizmine ve bunun kayıtsız şartsız egemenliğine dayanan bir ideolojiye sahip. Bunun dışında, iç ve dış politikada Avrasyacı, NATO’cu ya da daha ulus-üstü “izm”lerle izah edilebilecek bir tavrı olduğunu düşünmüyorum. Tam bir aparatçik partisi, bir azınlık olarak devletten, her halükârda iktidardan pay alma, bürokrasi, ekonomik kaynaklar, rant vb. devlete çökme projesinin önemli bir aparatı, böyle bir fonksiyonu var. Aynı zamanda, TSK’nin önemli kesimlerinin, Ergenekoncu olarak tarif edilen kesimlerinin, bir zaman öcü olarak gördükleri Erdoğan’la ilişkilenmesini sağlayan bir faktör oldu MHP bürokrasisi ve Bahçeli.

Ergenekon’dan yargılanmış generaller, askerler” derken siyasi, ideolojik çizgi olarak neyi kastediyoruz? TSK içindeki NATO-ABD karşıtı subaylar mı? Onlar için Avrasyacı kanat diyebilir miyiz? Nasıl bir siyasal-ideolojik çizgiyi temsil ediyorlar?

“Ergenekonculuk” olarak ifade edilen fenomen daha ideolojik ve siyasi bir yapılanma. İttihatçı ve Kemalist tahayyüller arasında sentez kuran, Türk milliyetçiliğinin mutlak üstünlüğüne dayanan “supremacist” bir “tedbir devleti” projesi ve aklı. Pan-Türkizm burada tanımlayıcı bir yere sahipken, İslâmcılık ya da özel olarak Siyasal İslâm daha ziyade karşıt bir akım olarak kodlandırılıyordu. Kanlı Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra Cemaat’in elimine edilmesi konusunda Erdoğan ve Ergenekon olarak kodlanan yapılanmanın anlaşması üzerine bahsettiğimiz yeni durum ortaya çıktı. 

Ve küçük bir parantez: Doğu Perinçek. 60’lı yıllardan beri, hiçbir zaman kayda değer kitlesel desteği olmasa da o günlerden bu yana silinmeyen bir siyasal figür. Bugünse iktidar blokunun bir unsuru. Devlet ile, devletin çeşitli kurumlarıyla sık sık adı anılan Doğu Perinçek nasıl bir siyasal çizgiyi temsil ediyor? Devlet kurumlarıyla nasıl bir ilişki içinde ve bu koalisyonda nasıl bir rol üstleniyor?

Doğu Perinçek üzerinde ne kadar konuşmaya değer emin değilim. Esas olarak Kafkaesk bir siyasal ve ideolojik figür. Yeni-İttihatçı rejimin enformel koalisyon ortağı; kerameti kendinden menkul ideolojik başbuğu. Siyasal marjinalliği siyasi ihtiraslarını etkilemiyor gibi görünüyor. Siyasi ve ideolojik olarak kılık ve kılıç değiştirme rekorunu kimseye kaptırmayacak kadar hızlı. Yarın, bugün temsil ettiği çizgiden zıt bir noktaya savrulursa buna şaşırmamak gerekir. Mazeret üretme konusunda maharetine diyecek yok. Mesela Soğuk Savaş döneminde Ruslara karşı Amerika’yı hararetle savunup, Sovyetler Birliği’ni Çarlık siyaseti yürütmekle suçlarken, şu anda Çarlık siyasetini açıkça temsil eden Putin’in yanında yer alıyor, dünyada her kötülüğün temelinde Batı’nın olduğunu savunuyor. Aynı şey Kürtlerle kurduğu ilişkiler için de geçerli; “Kürt dostu” gibi lanse ettiği bir tutumdan katıksız bir Kürt düşmanlığına. Reel politik olarak da Ergenekoncu ve özel-harpçi generallerin AKP iktidarıyla ortak “başdüşman” Kürtler ve Cemaat konusunda anlaşma ve ezme konusunda bir rol oynadığı söylenebilir. Bir de psikolojik ve kirli propaganda konusunda maharetli sayılan ideolojik bir kadroya sahip olduğu anlaşılıyor.

Yeni-ittihatçı koalisyonun kuruluşunda kritik tarih 2015 mi?

2015 bu anlamda bir dönüm noktası, bir critical juncture. Bir diğer önemli dönüm noktası ise Cemaat ile Erdoğan iktidarı arasında ortaklığın çatırdamaya başladığı 2013’ten başlayarak 2016 kanlı darbe girişimiyle doruğa çıkan süreç. Eski ilişkilerin, bağlaşıklıkların büyük oranda bir tarafa atıldığı, yeni bağlaşıklıkların, yeni ittifakların şekillendiği, güç ilişkilerinin yeniden reconfigure olduğu bir süreç. Bu da yeni-İttihatçı koalisyonun temellerini atan ve çeşitli aşamalardan geçerek bugüne kadar gelmesini sağlayan süreç. Kürtlere karşı savaş, darbe girişiminin hem bertaraf edilmesi ve hem de siyasi olarak kullanılması, içeride ve dışarıda Libya’dan Suriye’ye, Karabağ’a kadar geniş bir alanda güvenlik eksenli, militarizme dayalı siyasetin uygulanması. Bunun en önemli parametrelerinden biri de 2019’da yeni rejimin resmi olarak inşa edilmesi. Bunun hangi şartlar altında yapıldığını biliyoruz. Muhalefetin, özellikle Kürt muhalefetin yaka paça cezaevlerine atıldığı, medya üzerinde total bir kontrolün sağlandığı, sesini çıkaran, itiraz eden herkesin hainlikle özdeşleştirildiği, devletin bütün imkânlarının pervasızca kullanıldığı bir referandum sürecinden bahsediyoruz. Bu referandum süreci yeni rejimin resmi olarak yerleşmesini de beraberinde getirdi. Sonrasında yeni-İttihatçı sürecin farklı aşamalarıyla devam ettiği dönemden geçiyoruz. ,

İktidar blokunun kendi içinde gerilimler, çelişkiler yok mu?      

İlk İttihatçı iktidar bloku döneminde de (1908-1918) iktidar blokunu oluşturan bileşenlerin anlaştıkları ve anlaşmadıkları noktalar vardı. O dönemin başat figürleri mesela Osmanlı bakiyesinin –Yusuf Akçura’nın tabiriyle– bir ırk temelinde dönüştürülmesi noktasında anlaşıyorlardı. Türk ve Müslüman olmayan toplulukların tasfiye edilmesi, nihayet çok-milletli, çok-dinli ve çok-kültürlü Osmanlı bakiyesinin Türkleştirilmesi, dış politikada yayılmacı bir siyasetin izlenmesi gibi temel konularda anlaşıyorlardı. Ancak, hem Osmanlı’nın çoğulcu yapısıyla ilişki hem de hangi büyük devletlerle işbirliği yapılmalı ya da yapılmamalı gibi konularda farklı görüşleri temsil edenler de vardı. Ama sonuçta, Osmanlı İmparatorluğu’nun jeopolitiği üzerinde tam anlamıyla kumar oynayan, bunun için nihayet Almanya safında bir oldubittiyle savaşa giren ve Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren Enver ve Talat Paşa çizgisi sürece damgasını vurdu.

Bugünkü yeni-İttihatçı iktidar blokunun da birbirlerine bağlandıkları, üzerinde anlaştıkları noktalar var: Kürt düşmanlığı, yayılmacı, çatışma ve nüfuz alanlarının oluşturulmasına odaklı dış politika, aynı zamanda yeni ve hummalı blok arayışı –Batı sisteminden kopuş, Avrasyacılığa kayış gibi. Ama birçok açıdan da farklı yönelimlere ve farklı hesaplara sahip olduklarını biliyoruz: Bunlardan biri laiklik, Siyasal İslâm meselesi. Türklük ve İslâmcılık hangi dozlarda sentezlenmeli, bu da başka bir konu. Yine kısmen Batı ile ilişkiler konusunda farklılıklar gözlemlenebilir. Hatta Kürtler üzerinde daha yumuşak böl-yönet politikasıyla kontrol altına alma, şiddet ve baskı yoluyla tasfiye gibi. Özetle, bu tür egemen blok yapılanmaları iç kavgalara, iç çatışmalara teşne yapılardır. Şu anda önemli olan hangi konularda temel bir anlaşma olduğu ve bu anlaşmanın hangi araçlarla hayata geçirildiği. Buna bakmak ve elbet bunun karşısında bir muhalefet, bir direniş örgütlemek.  

İktidar blokunda TSK nerede duruyor?

Bu da tarihin bir ironisi gibi. Erdoğan’ın içinde olduğu Refah Partisi (RP) Siyasal İslâmcı olduğu ve “irticai faaliyetleri” gerekçesiyle 28 Şubatçıların hedefi durumundaydı. Bu nedenle RP kapatıldı ve AKP’nin kurulmasıyla sonuçlanan sürecin de başlangıcı oldu bu. Bugün aynı Erdoğan geçmişte kendisini hedef alan zihniyetle yeni bir ilişki kurdu, bir siyasal kader birliğine girdi. “Askeri vesayet” olarak tanımlanan, benim “tedbir devleti” olarak tanımlamayı tercih ettiğim dönemde, TSK partiler üstü bir devlet partisi kimliğine sahipti. Ve her alanda, hem stratejik ve siyasi alanda hem de örgütsel alanda özerk bir yapı olarak davranıyordu. Devlet içinde hükümetin üstünde bir konuma sahipti. Yeni rejimin kurulması ve yeni-İttihatçı iktidar blokunun oluşmasıyla beraber TSK daha çok bu rejimin iç ve dış politikadaki hedeflerine hizmet eden bir yapıya sahip durumda. Rejimin emrinde bir aparata dönüşmüş durumda. Eski dönemdeki partiler-üstü devlet partisi konumunu, NATO içerisindeki bağlantılarından gelen konumunu yitirmiş durumda. Eski konum da Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde başlı başına bir engeldi, büyük bir problemdi. Ama bugün yaşadığımız yeni rejim inşa sürecinde, rejimin hedeflerine odaklanan TSK en az onun kadar büyük bir problem. Ve büyük bir kırılma noktası.

Bu kırılma noktasının başlangıcı 2015 mi, yoksa daha geriye götürür müsünüz? TSK ideolojik anlamda ve örgütsel olarak nasıl bir dönüşüm geçirdi, bugünkü ideolojik çizgisini nasıl tanımlayabiliriz?

Az önce de ifade ettiğim gibi, 2015 kritik bir dönüm noktası. Buna Rojava’da bir Kürt Özerk Bölge oluşum sürecini eklemek gerek. Bu, içeride ve dışarıda Kürtlerin iktidar denkleminin dışına itilemeyecek kadar güçlenmesi anlamına geliyordu. Keza, Cemaat ile Erdoğan iktidarı arasında kopuş sürecinin belirgin bir hal aldığı 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk iddialarıyla başlayan ve 2016 kanlı askeri darbe teşebbüsüyle doruğa çıkan süreç, yeni-İttihatçı iktidar blokunun oluşumunda önemli dönüm noktalarını oluşturuyor. Eski ilişkilerin, bağlaşıklıkların bir tarafa atıldığı, yeni bağlaşıklıkların, yeni ittifakların şekillendiği, güç ilişkilerinin ve TSK’nin kurumsal ve ideolojik yapısının yeniden düzenlendiği bir süreç yaşandı. Bu radikal yeniden kuruluşun sonuçlarını bütün boyutlarıyla anlamak için daha derinlikli çalışmalara ihtiyaç var. Konunun uzmanı olmadığımı bilhassa belirterek bu hususta önemli gördüğüm bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.

TSK’nin klasik Kemalist yapısı, Batı yönelimli ve NATO eksenli tutumu büyük ölçüde ortadan kaldırılmış durumda. Ancak, bunun yerine ne konacağı henüz tam olarak şekillenmiş değil. Artık asıl gücünü hükümetler üstü davranma iddiasından, iç ve dış siyasete yönelik müdahalelerden alan ve bunu yaparken Batı ekseninden kopmayan bir TSK yok. Yine artık Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında askeri güç kullanımına mesafeli yaklaşan, bu anlamda Lozancı bir TSK yapısı da yok. Bu, Cumhuriyet tarihinden beri bir ilk ve çok yeni bir durum. İkincisi, TSK üzerinde kıyasıya bir ideolojik ve siyasi hegemonya mücadelesinin yoğunlaştığı görülüyor. İşte türlü cemaatlerden tutun da yeni-İttihatçı iktidar blokunun türlü resmi ve gayri resmi bileşenlerine kadar TSK ve güvenlik teşkilatları üzerinde kıyasıya bir rekabet var. Avrasyacılık şimdilik öne çıkan bir paradigma. Ama taşlar henüz yerli yerine oturmadı ve eksen değişikliğinin nerede sonuçlanacağını şimdiden kestirmenin mümkün olmadığını da belirtmek gerek.

İktidar blokunun bileşenlerinin en temel ortak paydasının Kürtlerin bir siyasal, toplumsal güç olarak berhava edilmesi olmasını nasıl açıklayabiliriz?   

İktidar blokunun yeni-İttihatçılığını destekleyen önemli bir veri de bu koalisyon unsurlarının yayılmacı, eski Osmanlı coğrafyasını bir tür yakın nüfuz alanı olarak gören, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da, Balkanlar’ın bir kısmında ve Orta Asya’da bunu uygulamaya çalışan bir siyaset yürütmeleri. Bu aslında sınırları Lozan’la çizilmiş ve bunun üzerine şekillenen Kemalizm’i dıştalamasa da onu aşan bir duruma işaret ediyor. Kemalizm bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin, son tahlilde, Lozan’la çizilen sınırlar içerisinde, Kemalistlerin “tam bağımsızlık” dediği mutlak egemenliği önüne koyan ve bunun üzerinde şekillenen bir siyasal vizyon. Bugünkü yeni-İttihatçı koalisyon bunu çok aşan, daha maceracı, daha saldırgan, açık emperyal ve yayılmacı amaçlar güden, militarizmi, militer güç kullanımını prensipte ve pratikte dış politikada uygulamaktan kaçınmayan, bunu dış politikanın tanımlayıcı bir unsuru haline getiren bir yapı. Kürdistan da bu politikanın dârü’l harb’i gibidir. AKP rejimi, yeni-İttihatçı koalisyon ve ona bağlı olan güçler Kürdistan’ı dârü’l harb olarak görüyor. Yani, savaş hukukunun, kurallarının geçersiz olduğu, talan edilecek, işgal edilecek, paramparça edilecek bir coğrafya. Bu saldırganlığın temel nedenlerinden biri de bu.

İttihat-Terakki’ciler için Kürtler asimile edilebilir, Müslüman olmayan topluluklara karşı işbirliği yapılabilir bir toplulukken, bugün yeni-İttihatçılar için nasıl en temel tehdit unsuru oldu?

İttihatçıların Kürtlerle Kürt olarak işbirliği yaptığından ve bunu aramış olduklarından çok emin değilim. İktidara gelmeden önce daha ziyade Osmanlı’nın gayrimüslim toplumlarının temsilcileriyle işbirliğine gidilmiş, iktidar türlü kumpas ve darbelerle tamamen ele geçirildikten sonra, adım adım Osmanlı İmparatorluğu’nun dini ve milli olarak homojenleştirilmesi temel bir siyaset stratejisi olarak yürürlüğe konmuş ve tehdit olarak gördükleri halkların ortadan kaldırılması hedeflenmişti. Kürtlerle eğer bir işbirliğinden söz edilecekse, bu daha çok Abdülhamid döneminde başlatılmıştı. Malûm, belirli Kürt gruplarını Hamidiye Alayları adı altında sisteme entegre etme ve onları askeri ve siyasi hedefleri doğrultusunda harekete geçirme ve kullanma politikası Abdülhamid tarafından başlatıldı. Ama şu da bir gerçek, İttihatçılar o dönem için Kürtleri, Ermeni ve diğer gayrimüslim halklara göre daha az ve daha kolay başa çıkılacak bir tehlike olarak görüyordum. Bir yandan Kürt milli uyanışının önüne set çekerken, diğer yandan Birinci Cihan Harbi’nin başlamasıyla beraber yoğun, yaygın ve sistematik olarak yüzbinlerce Kürt zorunlu iskâna tabi tutulmuş ve bunun sonucunda on binlerce insan hayatını kaybetmişti.

Dört parçadaki Kürt toplumunun bugün siyasal ve toplumsal durumunu nasıl görüyorsunuz? Benzerlikler, farklılıklar, öncelikler neler?

“Eşitsiz ve fakat eşzamanlı” diye ifade edebileceğimiz bir siyasi durum ve süreç var Kürdistan’ın bütününde. Her parçanın kendine özgü tarihselliği, simetrik olmayan bir gelişme düzeyi, nihayet farklı siyasal gelenekleri ve yönelimleri olmakla beraber, Kürdistan’ın herhangi bir yerinde neşet eden olaylar ve gelişmeler, transnasyonal örgütlenme sayesinde, yeni bilgi ve iletişim teknolojileri aracılığıyla, örneğin sosyal medya üzerinde ânında diğer parçalarda ve diasporada yaşayan Kürdistan kamuoyu tarafından öğrenilebiliyor; etki ve tepkiye neden olabiliyor, karşılık buluyor. Bu durum direnişi ve yası, acıyı ve sevinci paylaşmaya neden oluyor. Buna bir de her parçadaki farklı düzeylerde direnişin, politik bir toplumun, kamuoyunun gücünü, angajmanını ve mevcudiyetini eklemek gerek. Kanımca bu eşzamanlılık olgusu, yüksek etkileşim, doğrudan bilgilenme ve iletişim olanakları eşitsiz gelişmenin yarattığı engelleri aşmak için ciddi imkânlar sunuyor. Başka bir ifadeyle, siyasal, toplumsal, sivil toplum ve ekonomik açıdan simetrik olmayan gelişme düzeyleri mevut olsa da bir parçadaki gelişmelerin etkisinin Kürdistan’ın tümüne ve diasporaya ânında sirayet ettiği, parçalar arasında karşılıklı etkileşimin tarihte eşi görülmemiş bir oranda yükseldiği bir durum var. Burada eksik olan ortak öğrenme, koordinasyon ve ortak hareket kabiliyeti. Bu da bizi sorunuzun diğer önemli boyutuna, “benzerlikler, farklılıklar, öncelikler” meselesine getiriyor.

Farklılıklar ve farklı öncellikler eşitsiz gelişmenin tabir-i caizse doğasında mevcut. Burada önemli olan mesele farklılıkları nasıl ele alacağınız, onlarla nasıl bir ilişki kuracağınız. Her farklılık ve bundan kaynaklanan farklı tercihler bir çatışma nedeni midir, değişmez midir, kader gibi yakanıza yapışan bir şey midir, antagonist midir? Eğer ideolojik ve siyasi farklılıkları, ortak sorumluluklarınızı, aidiyetlerinizi, karşılıklı öğrenme, mutabakat kabiliyetinizi ve nihayet kolektif eylem ihtiyacını ortadan kaldıracak şekilde ele alırsanız, işte o zaman ortaya verimsiz ve biteviye bir kısır döngü çıkar, gücünüzü ve kaynaklarınızı berhava eden bir çatışma dünyasında bulursunuz kendinizi.

Buradaki en temel sorun Kürdistan siyasi yapılarının siyasi coğrafyadan, tarihsel mirastan, uluslararası ilişkilerde eşit bir taraf olarak tanınmamaktan kaynaklanan dezavantajlarını aşacak siyasi açılımları, siyasi programları bir türlü hayata geçirememesi. Kendi içinde hem dağınık hem de çatışmalı olması. Kürdistan meselesinden bahsederken, kendi geleceğini özgür bir şekilde tayin etme hakkı gasp edilmiş, varlığı görünmez kılma ve etkisizleştirme üzerinde inşa edilmiş egemenlik ilişkilerine maruz bırakılan, siyasi ve coğrafi bütünlüğü devlet sınırlarıyla iradesinin hilafına bölünmüş tarihsel bir meseleden bahsediyoruz. Bu, meseleyi çok daha zor hale getiriyor. Rojava ya da Güney Kürdistan’daki duruma baktığımızda bunları görebiliriz.

Nasıl?

Örneğin, Güney Kürdistan’da 2017’de Kürt toplumunun yüzde 93’ü bağımsızlıktan yana oy kullandı, ama Kürtler kendi içlerinde anlaşamadıkları için büyük bir bahara açılım yapacakken korkunç bir kara kışa kapı araladılar ve denetimleri altında olan toprakların üçte birini kaybettiler. Aynı şeyi Kuzey örneğinde, 2015 sürecinde de görebiliriz. Kürtler Cumhuriyet tarihi boyunca siyasi ve legal düzlemde elde ettikleri en görkemli başarılarını daha kutlama fırsatı dahi bulmadan kendilerini çocuklarının, şehirlerinin, tarihlerinin yok edildiği bir felâketin içinde buldular. Ve Rojava’da da görebiliriz. Eylül 2014’te doruğa çıkan Kobani direnişi gibi insanlığın yüz akı bir direnişin ardından Türkiye’nin sayısız askeri müdahaleleriyle ve 2018’de Afrin felâketiyle karşı karşıya kalındı. Bütün bu kritik süreçlerin üzerinde enine boyuna düşünülmesi gerekir. Zeytin Dalı Harekâtı’nı aslında zeytin ağaçlarının nasıl kökleriyle birlikte kazındığı, el konduğu ve yok edildiği bir harekât olarak da gördük. Kürtler açısından kader de, gelecek de bu süreçlerin bütün yönleriyle anlaşılması ve her açıdan bunlardan gereken derslerin çıkarılmasına bağlı.

Şu nokta ne kadar vurgulansa yeridir: Kürt siyasetinin başat güçleri, yani anaakım siyasi aktörleri Kürdistan üzerinde egemenlik kuran devletlerin böl-yönet siyasetlerine set çekmeden Kürtlerin kazanımlarını sürdürülebilir kılması mümkün değildir. Kürtler arası kutuplaşma ve çatışmanın böl-yönet politikalarına kapı araladığını, bunları adeta teşvik ettiğini vurgulamak gerekiyor. Kürtler her şeyi kendi dışındaki faktörlerle, devletlerin ya da uluslararası güçlerin acımasızlığıyla izah edemez. Bunun büyük bir gerçeklik payı elbette var, ama her şeyi bununla izah edemeyiz. Bunu yaptığınız zaman Kürtlerin siyasal bir özne olarak varlığını da kuşkulu hale getirirsiniz, onları tamamen bir oyuncak konumuna düşürmüş olursunuz. Dolayısıyla, kendimizden başlayarak, ortaya çıkan bu sonuçların bizzat Kürt anaakım siyasetinin (PKK ve KDP’yi kastediyorum) yürüttüğü politikalarla da ilgili olduğunu belirtmek gerekiyor.

İki tarafı da özeleştirel bir tahlile davet ederken sorumluluklarını denk mi görüyorsunuz?

Ortak sorumluluklar neler, kim daha çok ne yaptı ya da yapmadı, bu başka bir tartışma konusu. Benim bunu ifade etmemin sebebi bütün yanlışlıklara, hatalara rağmen bu iki kesim olmadan Kürtlerin bu zor süreci atlatabileceklerini düşünmemem. Bunun için de iki tarafın da gerçekten ezberlerini bozacak yaklaşımları benimsemesi, yeniden düşünmesi gerekiyor; Rojava politikasını, Rojhilat’ta gelişmekte olan süreci, güneyi, kuzeyi… Bunları yeniden düşünmek gerekiyor. Kürtlerin kendilerinden başlayarak meseleye yeniden yaklaşmaları, çözüm bulmaları gerekiyor. Bu konuda zaman kaybetme lüksüne sahip değiller. Ne yazık ki, bu olmadan da Kürt toplumunun yeniden aktif bir şekilde tutum alacağını, siyasi sürece etkin müdahil olacağını, kolektif eylem kapasitesini yükselteceğini düşünmüyorum.

“Ulusal birlik” konusu sık sık gündeme geliyor…

Mesele, Kürtlerin kendi sorunlarının çözümü üzerinde ortak bir söylem ve eylem geliştirme kabiliyetidir. Bunun adına ne derseniz deyin. Böyle formüle etmek gerektiğini düşünüyorum. Eğer “ulusal birlik” olarak ifade edilen şeye sadece araçsal yaklaşıyor, zor duruma düştüğünüzde çağıracağınız bir ruh gözüyle bakıyorsanız, altını doldurmanız mümkün değil, aksine içini boşaltırsınız. Dolayısıyla, bir süre sonra bu kavramlar itibarlarını da kaybediyor. Ortak çıkarlarınız ve sorunlarınızın çözümü üzerinde bir eylem ve söylem mutabakatına ulaşmak konjonktürün ötesinde bir mesele.

Rojava sürecini nasıl görüyorsunuz? Savaş şartlarına rağmen, sosyalist tahayyülün ete kemiğe büründüğü bir örgütlenme modeli hayata geçirilmeye çalışılıyor: özerk bir yapı, meclisler, komün köyler, çok-dilli yaşam… Irak’taki Kürdistan yönetimiyle mukayese ederseniz neler söylersiniz?

Rojava sürecini müstesna kılan önemli bir boyut var. O da Rojava’nın uluslararası devrim ideali ve devletlerin çok keskin reel politik hesaplarının çakıştığı bir nokta olması. Almanya, Avusturya, Arjantin ya da Meksika ve daha dünyanın birçok yerindeki muhalif veya sosyalistlerin ilham aldığı, yer yer idealize ettiği bir örnek olarak da yaşadık Rojava’yı. Ama aynı zamanda, uluslararası sistemin –özellikle ABD’deki 11 Eylül saldırılarından sonra– başdüşman ilan ettiği cihadist, soykırımcı bir terör hareketinin yenilmesinin, yani teritoryal bir güç olarak ortadan kaldırılmasının sahası da oldu. Bu iki şeyin çakışması söz konusu. Yani, bir normatif boyut, reel sosyalizmin dağılmasından sonra umutlarını yitirmiş solun “burada bir devrim umudu var” dedikleri yer ile uluslararası sistemin “bize düşman güçlerin yenildiği coğrafya” olarak baktığı yer. Bu çok enteresan. Rojava’yı bir anlamda tekil kılan şey oldu bu. Dünyada uzun süre hayranlıkla izlenmesini mümkün kılan bir dinamik oluştu. Ama sorun şu, bu dinamik de her dinamik gibi zaman içerisinde değişebilir. Çünkü çıkarlar değişebiliyor, birtakım hayal kırıklıkları yaşanabiliyor vs. O dinamikleri ve o dinamiklerin açtığı fırsat penceresini ilelebet sürdürme şansınız yok.

Başka halkların, toplumların varlığını yok sayan klasik bir ulus-devlet anlayışı Güney’de de Rojava’da da yok. Bu her iki özyönetim sürecinin de son derece olumlu ve demokratik boyutunu içeriyor. Rojava’da kadın özgürlüğü konusundaki yaklaşımın da derinlikli olması demokratik boyutu ayrıca güçlendiriyor. Fakat egemenliği, bu egemenliğin altını dolduran temel kurumları yeniden düşünmemiz gerekiyor. Ne Güney Kürdistan hükümeti klasik anlamda başka halkları yok sayan homojen bir ulusal devletçi, ne de Rojava devlet dışı bir oluşum diye düşünüyorum. Kazanımları sürekli kılmak, daha büyük başarılara dönüştürmek için gereken ortak paydalar bulunmalı. Bence demokratik, federal, başka halkların haklarını, özgürlüklerini garanti altına alan kapsayıcı, kurumsal ve kamusal yapılanma ve mekanizmaları inşa ede ede yol almak önemli. Kürtler arası barış ve demokrasi de bunun olmazsa olmaz şartı.

Suriye’deki savaşın bugün geldiği aşamada Esad yönetiminin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve Esad sizce nasıl bir Kürt politikası izliyor, izleyecek?

Esad, Baasçı temel paradigmayı değiştireceğine dair şimdiye kadar kayda değer hiçbir adım atmadı. Buna dair işaretler de mevcut değil. Bu da hem Suriye’nin tarihsel çoğulcu yapısına hem de iç savaş sonrası ortaya çıkan güç dengelerine taban tabana zıt bir durum. Suriye Baasçılığı büyük bir güç ve zemin kaybı yaşadı.

Baasçılık aşılmadan Suriye’de ne Esadlı ne de Esadsız ortak gelecek inşa etmek mümkün görünmüyor.  Esad’ın nasıl bir politika izleyeceğinden çok gücünün neye yetip yetmeyeceğine bakmak gerekir herhalde. Burada muhtemelen Kürtler açısından kritik soru şu: Bütün bu yapılanlardan sonra Esad Kürtlerin hak ve özgürlüklerini yok saymak ve özyönetim organlarını ortadan kaldırmak konusunda Türkiye ile anlaşmaya gider mi? Bu iki şarta bağlı. Birincisi, ikinci bir korkunç iç savaş tetiklemeyi göze almak. İkincisi, Türkiye nezdinde vassal bir devlet olmayı kabul etmek. Esad zalim bir diktatör, ama rasyonel hesap yapma ve sürekli değişen güç dengeleri üzerinde oyun kurma gücünü elde tutmayı başardı. Şimdi Esad nihayet Suriye’nin vatandaşı olan Kürtlerle bu tarz bir ölüm-kalım savaşına girer mi? Tümüyle ihtimal dışı değil. Ama ben olası görmüyorum. Hiç kimsenin iki defa intihar etme şansı yok.

İran’da molla rejimine karşı yükselen ayaklanma Kürt siyasetini nasıl etkiler? 

Hem Rojava’da hem Rojhilat’ta anaakım Kürt siyaseti daha kucaklayıcı, demokratik, katılımcı davrandığı ölçüde her iki toplumda da önemli gelişmelerin, kazanımların olacağını düşünüyorum. Bugün Rojava, Güney ve Kuzey Kürdistan’da yaşanan deneyimler ışığında İran Kürdistan’ındaki duruma baktığımızda şu anda yapılması gereken en önemli şey, propaganda hipnozuna ve erken bir devrim beklentisine kapılmadan gerçekten kapsayıcı ve katılımcı, pratiği ile umut ve güven veren bir ortak siyasi hattın hayata geçirilmesi. Bu, tayin edici bir öneme sahip. İç koşulları, dış koşulları, kendi gücünü, kaynaklarını, kendi sınırlılıklarını göz önünde bulundurarak, zamanın ruhuyla çatışmayarak, aşil topuğunun da farkında olarak kendi toplumunu mobilize eden, birleştiren bir yaklaşım içine girmesi gerekiyor.

İran’da toplum bu direniş hareketleriyle, protestolarıyla yeni bir bilinç, yeni bir eylemlilik kazanıyor. Bu bilinç üzerinden siyasi olarak toplumla beraber kendi hedeflerine, kendi amaçlarına yürümek gerektiğini düşünüyorum. Bu toplumsal hareketi militarize etmekten de kaçınmak gerekiyor. Çünkü şu anda Kürt hareketinin askeri çatışmayla hedeflerine ulaşmasının pek mümkün olduğunu görmüyorum. İran devleti olağanüstü ve hayranlık uyandırıcı toplumsal hareketliliği militarize etmeye çalışıyor. İran devletinin hem içeride hem de Güney Kürdistan’da vahşi bir şekilde Kürt siyasi hareketlerine saldırmasının nedeni de bu: “Sen gel bana silah çek, ondan sonra tank ve topumla üstüne geleyim”. Aynen 2015’te Kuzey Kürdistan’daki şehirlerde olduğu gibi. Bundan özellikle kaçınmak gerektiğini düşünüyorum. Toplumun demokrasi ve özgürlük mücadelesinin potasında güçlenmesi, bilinçlenmesi, siyasallaşması gerek. Beş-altı yıldır Kuzey Kürdistan’da toplum susuyor ve bunun daha ne kadar süreceği belli değil. Toplum kendine ait gördüğü, güvendiği bir siyasette hayal kırıklığına uğradığı zaman, onu tamir etmek bazen yıllar alıyor.

Türkiye’nin son hava saldırısına ABD’nin karşı çıkmaması ne anlama geliyor? ABD bölgede, özellikle Rojava’da Kürtlerle ittifaktan çekiliyor mu?

ABD IŞİD’in dağıtılması ve yeniden üremesinin engellenmesi temel hedefine kilitlenmiş durumda. İttifaka yüklediği temel anlam ve stratejik değer konusundaki tutumunda bir değişiklik olmadığı sürece çekilmeyeceği anlaşılıyor. Ancak IŞİD’in zaten yenildiğini ve ABD’nin bölgeden çekilmesi gerektiğini savunan, işte bir “exit strategy”ye ihtiyaç duyduğunu öne süren kimi ABD’li uzmanlar da var. Bu “IŞİD’le mücadele ortak paydası” önemli bir nokta olmakla beraber uzun vadeli bir ortaklık için sağlam bir zemin de sunmayabilir. Araçsal ve çok sınırlı bir yaklaşım.

Bir bütün olarak bakıldığında Rojava Kürtlerinin önünde her biri kendi içinde avantajları, dezavantajları, çelişkileri içeren, birbiriyle uyuşmayan ve hiç de kolay olmayan kabaca üç teorik ihtimalden bahsedilebilir. Birincisi, ABD ile mevcut sınırlı ve ABD’nin güvenlik kaygılarını önceleyen ilişki ve işbirliği sürecini daha kapsamlı stratejik bir ortaklığa dönüştürmek. Yani mesela, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal ettiği Almanya ve Japonya’da kurduğu tarzda bir ortaklık kurulabilir mi? ABD böyle dar anlamda güvenlik kaygılarının dışında uzun vadeli angajmana yaklaşır mı? Rojava hem bunun gereklerini yerine getirme hem de bunu gerekli kılacak araçlar ve iradeye sahip mi? Üzerinde düşünülmesi gereken sorular bunlar. İkincisi, Esad’la ve dolayısıyla Ruslarla müzakere ve anlaşma sürecine girmek. Bu da beraberinde bir dizi soruyu getiriyor. Esad şimdiye kadar Kürtleri yeniden kontrol altına alma dışında ciddiye alınır bir yaklaşım sergiledi mi? Ayrıca, değişimi kabul etmek, diktatörlükten vazgeçmeyi, güç paylaşımını ve nihayet bir gün iktidardan çekilmeyi de kabul etmek demek. Esad böyle bir siyasi süreci göze alacak mı? Suriye’de bu aşamada Rusya’nın ne kadar çıkarına uygun bu? Rusya bunu ne ölçüde ve hangi şartlarda teşvik eder veya engeller? Bu sorular çoğaltılabilir ve cevapları hiç kolay değil. Üçüncüsü, Türkiye ile –muhtemelen Erdoğan sonrası– yeni bir barış ve anlaşma sürecine girmek. Muhalefetin belirleyici unsurlarının tutumlarına bakıldığında bu da gerçekleşme ihtimali çok zayıf bir opsiyon gibi duruyor. Çünkü Türkiye’nin Suriye politikasını baştan aşağı revize etmesini, Kürtleri düşman olarak gören tutumdan işbirliği ve müzakere ortağı olarak gören bir yaklaşıma geçmesini gerektirir. Türkiye ile müzakere ve anlaşma sürecinin hem Kürt ve Türk halklarının çıkarları ve geleceği için hem de bölgesel barış için en hayati opsiyon olduğuna kuşku yok.  Ancak, Ankara’nın egemen devlet aklı, daha doğrusu yeni-İttihatçı akıl tutulması şimdilik bunun önünde en büyük engel.

Görüldüğü üzere, adı geçen ihtimallerin hepsinin avantajları, dezavantajları var, kesiştikleri ve çatıştıkları noktalar var. Zor süreç ve zor tercihler. Bütün bu süreçlerden sürdürebilir ve makul bir çıkış yolu bulmanın vazgeçilmez koşulu yine Kürtlere adreslemek gerekiyor: Rojava’nın içeride birliğini oluşturması, kapsayıcı ve katılımcı tutumunu güçlendirmesi, anaakım Kürt siyasi aktörleri arasında siyasi rekabet ve çekişme alanı olmaktan çıkarılması ve Kürdistan’ın her yerinden ve diaspora tarafından daha güçlü bir şekilde sahiplenilmesi ve desteklenmesi.

Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş sizce Erdoğan’a bir hareket alanı açtı mı?

Bu soruya en basit ve kısa cevap, ne yazık ki evet. Tarihe baktığımızda, Osmanlı’nın son yüzyılının son tahlilde Batı ile Rus Çarlığı arasındaki çatışmalar üzerinden şekillendiğini görürüz. Osmanlı’nın hayat sigortası haline geldi bu çatışmalar. 1774’teki Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan 1919’a kadar Ruslar defalarca İstanbul sınırlarına dayandı. 19. yüzyılın en büyük, en kanlı savaşlarından biri 1853-56 arasındaki Kırım Savaşı’dır. Bunu Osmanlı’nın Ruslardan kurtarılma savaşı olarak da görmek mümkün. Batı ve Ruslar arasında ne zaman stratejik, jeopolitik, askeri manada çatışma ortaya çıksa, bu neredeyse otomatikman Türkiye’nin jeopolitik değerini ve önemini artıran bir hadise oldu şimdiye kadar. Son krizde de bunun verilerini sahada görüyoruz. Buradan sağlanan imkânlarla Kürtlere karşı daha güçlü, daha vahşi, daha kapsamlı saldırıların devam edeceği açık.

Putin-Erdoğan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Putin rejimi ve Erdoğan rejimi karşılıklı olarak birbirinden beslenen iki rejim haline geldi. “Sen beni şu coğrafyada sıkıntıya sokma, ben de seni şu coğrafyada” gibi bir yaklaşım var. Putin Erdoğan’ı NATO içerisinde Truva atı gibi değerlendirmek istiyor. Erdoğan da Putin’i Suriye’de ve başka coğrafyalarda kendi çıkarları ve geleceği açısından önemli tavizler koparacağı ve giderek gücünü kaybeden bir aktör olarak görüyor. Mesela, Rusya’nın şu anda Suriye’de tabii ki caydırıcı bir pozisyonu var, ama oyun kurucu ve belirleyici gücünü de günbegün kaybetmekte. Bu bir süreç elbette. Ukrayna’da hezimete uğradıkça, ki günbegün askeri, jeopolitik ve ekonomik açından hezimete uğradığı açık –ama kendi karşıtlarına büyük zararlar vererek kuşkusuz– hem Kafkaslar, Orta Asya üzerindeki hem de Suriye üzerindeki denetim ve kontrol kapasitesini kaybediyor.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nda da bir yandan 19 Ekim 1939’da Ankara’da İngiltere ve Fransa ile Yardımlaşma Antlaşması imzalamak suretiyle batılı devletlerle ittifak içine girmekte, diğer yandan Nazi Almanya’sıyla Dostluk Paktı (1941) imzalamaktaydı. “Batı ittifakıyla müttefik, Nazi rejimiyle dost” diye ifade edilen bir tutum. Bugün bunun yeni bir versiyonuyla karşı karşıyayız: Putin’le dost, Batı ile müttefik. Gidişata bakarak, Putin’in kazanması halinde çok daha açık bir pro-Putin siyaset, SİHA’larını sattığı Ukrayna’nın kazanması halinde de başka bir siyaset izlenecekti. Erdoğan attığı adımlarla ani yön değiştirme, iki tarafla da yürüme siyasetini hep açık tuttu. Ukrayna Savaşı’nın ortaya çıkardığı jeopolitik durumu, bunun şimdilik kazandırdığı avantajları Sisi’ye, Mısır’a karşı kullanma şansı yok. Bir şekilde Yunanistan’a karşı kullanmak isteyebilir, ama Batı tüm gücüyle Yunanistan’ın arkasında durduğunu açıkça ortaya koyuyor. Yani Yunanistan’a karşı da kullanma şansı yok. Kim kalıyor geriye? Karabağ ve Kürdistan. Olan da bu…

Rojava’ya yapılan son hava saldırısına İstanbul-İstiklâl Caddesi’ndeki saldırı gerekçe gösterildi. Oysa, PKK de YPG de saldırıyla alâkaları olmadığını açıkladı… İstanbul’daki saldırıyı ve sonrasında ortaya çıkanları nasıl değerlendirirsiniz?

Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi, olay geliyorum diyor, ama bunu kimse önleyemiyor. Kürt siyasetinin İstanbul’daki provokasyonun, vahşi saldırının böyle bir amaca dönük olduğunu ânında realize edip hemen tepki vermesi gerekiyordu. Bunu bildiğim kadarıyla, ânında ve hiç zaman kaybetmeden bir tek Selahattin Demirtaş yaptı, iyi de yaptı. Bu oyunun ipliğinin pazara çıkmasını sağlayan bir yaklaşım sergiledi. Unutmamak gerekir, sadece iç siyasette değil, dış siyasette de 24 saat bazen çok büyük bir zamandır. Bir NATO ülkesi olarak başka bir NATO ülkesine, “benim en merkezi yerimde terörist bir saldırı düzenlendi ve bu saldırıyı da şunlar yaptı” derseniz, karşı tarafın söyleyecek bir argümanı olmayabilir. Bundan sonra da mutlaka yeni oldubittiler denenecek. Benzer durumlarla karşı karşıya kalınabilir ne yazık ki. Bu oldubittileri bertaraf etmek için Kürt siyasetinin öngörülü, ön-etkin ve önleyici bir tutum alması gerekir.

Yapılan açıklamalardan sonra dış kamuoyunda hava değişti mi sizce?

Bir örnek vereyim. Mazlum Kobani’nin verdiği röportajlarla uluslararası kamuoyunda, özellikle de Amerika’daki bazı çevrelerde algının değiştiğini hissediyorsunuz. Bundan sonra da benzer şeyler olacaktır. Kürt siyasetinin hiç zaman kaybetmeden çok açık, net, kesin bir tavır alması gerekiyor. Bu anlamda flu bir alan yaratılmasına yol açabilecek proaktif siyaset yürütülmemesinin bedeli ağır olur. Bunu mutlaka yapmak gerekiyor ki, bundan sonra da yapılacak provokasyonların önüne geçilebilsin. Biliyoruz ki, bu rejimin en büyük başarısı anaakım muhalefet yani CHP ve İYİ Parti’nin ezici çoğunluğu üzerinde büyük bir etkide bulunacak siyasi kodları elinde tutuyor olması. “Yerli ve milli” dedikleri, militarist saldırılara karşı çıkmayan, bunları olumlayan bir muhalefetle karşı karşıyayız. Ayrıca, Kürtlerin bu politikaları izleyen bir muhalefeti iktidara taşımak gibi siyasi ya da ahlâki bir sorumluluğu yok. Bunu açıkça ve gür sesle ifade etmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Rusya Ukrayna’da ne yapıyorsa hiçbir eksik bırakmadan aynısını şu an Türkiye Rojava başta olmak üzere Kürdistan’da yapıyor. Kürt halkının bir toplum olarak varlığını sürdürmesinin, kendini yeniden üretmesinin koşullarını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Erdoğan’ın öncülük yaptığı yeni-İttihatçı rejim önlerinde açılan fırsat penceresini Kürt hareketini ortadan kaldırma yönünde kullanma konusunda kararlı görünüyor. Son saldırının gösterdiği de bu. Daha önce aşama aşama, bir adım ileri iki adım geri, daha ihtiyatlı bir şekilde yapılan şey Afrin sürecinden sonra, Kürtlerin özyönetimlerini ve siyasi iradesini tamamen ortadan kaldırmak ve Kürdistan’ı bir settler colonialism, bir yerleşim ve askeri güvenlik kolonisine dönüştürme kararlılığıyla sürüyor. Harekâtın daha yaygın, daha kapsamlı ve sürekli olması bunun göstergesi. Buradaki amaç da herhangi bir tepkinin ortaya çıkmasına mahal vermeden doğrudan sonuç almak.

Hedeflenen sonuç sizce ne?

Rojava’daki siyasal yapının, özyönetimin ortadan kaldırılması ve Kürdistan’ın bir bütün olarak güvenlik ve yerleşim kolonisine dönüştürülmesi. Kobani’yi de Kamişlo’yu da Afrin’e çevirme projesi bu. Yerleşim ve güvenlik kolonyalizmi dediğim şey. Bütün Kürdistan’ı Afrin’e çevirmek istiyorlar. Şu anda esas olarak Rojava, ama burada başarılı olunduğu oranda ve ölçüde Güney Kürdistan’ın önemli parçaları da söz konusu olacaktır. Yani, hedef sadece Rojava’yla sınırlı değil. Buna karşı Kürtler nasıl tavır alacak, uluslararası güçlerin tavrı ne olacak, bu önemli. Türkiye’deki muhalefetten bir şey beklemek zaten mümkün değil.

“Afrin’e çevirmek”ten ne kastediyorsunuz?

Kürtler tartışmasız çoğunlukta oldukları Afrin’de marjinalleşmiş bir azınlığa dönüştü. Dünyanın dört bir yanında ne kadar cihatçı, insanlık düşmanı, kafa kesen grup varsa Türkiye’nin kontrolü ve denetimi altında Afrin’e yerleştirildi. Ayrıca, bölgenin doğal varlıklarına el kondu. Settler colonialism tam da budur. Başa dönersek, Kürdistan bu iktidar için bir dârü’l harbtir. Savaşın, işgalin, her türlü kötülüğün meşru görüldüğü bir toprak. Eğer başarılı olurlarsa, eğer uluslararası tepki gelmezse, Kürt siyaseti, diasporası, toplumu birleşik bir tepkiyle, çok-yönlü çalışmalarla caydırıcı bir güç ve direniş ortaya koymazsa, amaçları bütün Rojava’yı Afrin’e çevirmek, bir güvenlik ve yerleşim kolonisine dönüştürmek; Kürtleri ya göç ettirmek ya da elimine etmek. Bu 1930’lu yıllarda uygulanan, Kürtlerin yerlerinden edilip nüfusları yüzde 10’u geçmemek şartıyla Türklerin çoğunlukta olduğu yerlere, yani Batı’ya zorla gönderilmesini içeren İskân Kanunu’ndan bile daha acımasız bir proje.

Kürtlerin başına gelenin “ağır çekim soykırım” olduğu görüşü de dile getiriliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ben de Kürtlere yönelik soykırımsal bir tehdit sürecinin yaşandığını düşünüyorum. Başta da söylediğim gibi, yeni-İttihatçı iktidar blokunu bir arada tutan en temel hedef ve motivasyonlardan biri Kürtlerin milli varlıklarını ya ortadan kaldırmak ya da büyük ölçüde tarumar etmek. Soykırımsal politikalar ve saldırılar olmadan bu amaca ulaşmak mümkün değil. O yüzden, Afrin’de oluşturdukları kolonyalizmi önce tüm Rojava’ya, ardından Güney Kürdistan’ın bir kısmına yaymak, kuzeyi de moral bakımdan çökertmek istiyorlar.

Uluslararası kamuoyunun şu âna kadarki sessiz tutumu değişir mi?

Bu sorunun cevabını Kürt siyasetinin, toplumunun ne yapacağını analiz etmeden bulamayız. Uluslararası toplumun Kürtlere vicdan borcu, aynı zamanda siyasi borcu var. Ama bu borcu alabilmek için etkili siyaset yapmak gerekiyor.

Nasıl bir siyaset etkili olabilir?

Kendi içimizde güçlü bir siyaset yapmamız gerekiyor. Gelip dayandığımız nokta bu. Kürtler bölük pörçük hallerini yenemedikçe, siyasi ve diplomatik olarak haklar, özgürlük ve gelecekleri üzerinde ortak söylem ve eylem hattı hayata geçirmedikçe sessizlik kırılmaz. Doğru bir şekilde konumlanır, gücümüz ölçüsünde harekete geçersek, uluslararası toplumun sessizliğini bozma şansımız da olur.

Son sözü şöyle bağlasak… 21. yüzyıl Kürtler için ne getirdi, küresel düzendeki değişimler Kürtler için ne getirir, ne götürür?

Kürtler 20. yüzyılın en parya milletlerinden biri oldu. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra önlerine çıkan, Osmanlı bakiyesi hemen bütün toplumların başardığını şu veya bu nedenle başaramadılar. Bunun nedenlerini uzun uzun tartışabiliriz, ama beni her zaman daha çok ilgilendiren nokta Kürtlerin kendilerinden kaynaklanan sebepler üzerine düşünmektir. Kürtler bunu başaramadığı sürece siyaseten yeni bir şey yapmaları mümkün değil. Gel zaman git zaman, bir asır sonra, 2000’li yıllarda yeniden böyle bir fırsat kapısı Kürtlerin önüne çıktı. Ama Kürt siyaseti ne yazık ki bu fırsatı da iç çatışmalarıyla geçirdi. Şu anda Ortadoğu’daki devletler sisteminin saldırgan bir biçimde ihya edildiği eski statükonun cenderesi altına girme tehlikesiyle karşı karşıya Kürtler. Bu eski statüko yeniden dayatılırken Kürtler temel hedef haline geliyor. Elbette gelecek henüz yazılmadı, ama kaleminiz ve gücünüz kırıldığı zaman, geleceği yazma şansınız da ortadan kalkıyor. Dolayısıyla, yapılması gereken Kürt anaakım siyasetinin yeni bir yaklaşımla toplumun güvenini kazanacak, toplumu mobilize edecek bir tutum içine girmesi. Son olarak, Kürdistan meselesinin en temel özelliği ya sınırların ya da rejimlerin değişmesiyle çözülecek bir mesele olması. Dolayısıyla, birinci derecede statükoya meydan okuyan bir tarafı var bu meselenin. Örneğin, Saddam rejimi ayakta olduğu sürece Irak’ta bir anlaşmaya varma şansınız yoktu. Ya da bugün Esad rejimi içerisinde, Baas rejiminin mevcut yapısıyla bu meseleyi çözme şansınız yok. Aynı şekilde, mevcut Erdoğan rejimiyle de bu meseleyi çözme şansınız yok. Çözüm için yeni sınırların çizilmesi gerektiği anlamına gelmiyor bu. Zaten hem Rojava’da, hem Rojhilat’ta, hem Kuzey’de Kürtlerin birinci öncelikli opsiyonu bu rejimlerin değişmesi. İran teokratik rejimi altında demokratik haklara sahip, seküler, eşitlikçi, kendini yöneten, otonom bir yapı nasıl hayal edebilirsiniz ki? Dolayısıyla, bu rejimlerin değişmesi gerekiyor.

İlginizi çekebilir