Müslüm Yücel: Unutmayı öğrenmeliyiz, Başak’a kulak ver!

Aşağı yukarı bir haftadan beridir hepimiz, aynı duygu ve düşünce etrafında kenetlenmişiz. Sanırım dünyada tek bir parti var şimdi ve partinin tek bir programı var: İnsan Sağlığı.

Hiçbir şey insan sağlığı kadar önemli değildir. Birinin can çekiştiği yerde, birinin yaşaması mümkün değildir. Hepimizin gözü kulağı, bir diğerine kilitlenmiştir ve son bir haftadır, dünyada öteki diye bir şey kalmamıştır.

Almanya! 1993’e kadar bir araya gelmiş, toparlanmış, zihinsel güç ve odakların sıra dışı kudretiyle sarhoş olmuştu, tek derdi vardı ve bu dert, ortak değerlerdi; değerler, saf Alman ırkıyla sentezleniyordu.

İtalya!  Burası faşizmin güçlü kalelerinden biriydi. Mussolini, ölmüş Roma’nın küllerinden doğduğunu söylüyordu; Tanrı değilse bile Tanrı’nın yarısıydı. Ama bugün İtalya denilince aklımıza bunlar gelmiyor; İtalya denildiği zaman aklımıza Gramschi geliyor ve onun öğrencileri geliyor; Cezare Pavese geliyor, Primo Levi geliyor…

Almanya denilince aklımıza Thomas Mann geliyor, Robert Musil geliyor. Musil, faşizmin insan üzerindeki etkisi üzerinden ilişkisizliği anlattı, ihaneti ve sadakatsizliği anlattı; Mann, tahammülü anlattı büyülü dağda, ölesiye, ölümü bile bile sevilene gitmeyi anlattı…

Ve Fransa, savaş boyunca faşizme yardım ve yataklık etti. Ama şimdi aklımıza bile gelmiyor; Camus’un Veba’sını biliyoruz, Sartre’ın varlık ve hiçliğini…

Kim unutabilir ki Varlık Hiçlik’teki o unutulmaz sahneyi, hani kadın bir adamdan hoşlanıyordu ya ve adam kadının küçük ellerini avuçlarının içine alıyordu ya, işte o sahne; işte o sahne bize insan dokunmaktır diyordu ve adam da ve kadın da o an yaşadıklarını hissediyorlardı.

İşte bunları aklıma Başak Demirtaş getirdi… 

Bugün Türkiye’de fikir suçluları var. İster katılalım, ister katılmayalım, hatta mümkünse karşı fikirde olanları el üstünde tutalım; çünkü bizim doğrumuz onların yanlışlarından gelir, çünkü hayat, bir tek bizim doğrularımız üzerine kurulmamıştır.

Bugün apayrı bir yerdeyiz, bugün kinlerimize taktığımız maskeler bile düştü, bugün en sevdiğimizle bile aramızda bir metrelik mesafe koymak zorundayız… Bugün büyük devlet yok…

Güneşin batmadığı tek imparatorluk olan İngiltere bile harap durumda; bugün büyük devletler, küçük devletleri krizlerle yönetme hallerini kaybettiler.

Başak Demirtaş diyor ki “bu hafta görüşe gitmedim.” Bu hafta görüşe binlerce kişi gitmedi… Bugün hiç kimsenin bir fikri bir düşüncesi yok; bugün herkes, diğerine kilitlenmiş, ben yok olursam o da yok olacak diyor, bugün insanın en saf halindeyiz…

Yaşantı var, yaşayan yoksa, bir özelliği olmayan insanlar vardır demektir ama şimdi, dün en gereksiz gördüğümüz kimse bile, hayatımızı borçlu olduğumuz birine dönüyor…

Evet büyük günahlar işledi insanlık. Milyonlarca insan yapay sınır boylarında can çekişti. Ama bugün bir ülke diğer bir ülkeye, bir insan diğer bir insana misafir olmak için bile gitmiyor…

Ama buna rağmen dün meclis’te olan, sonra tutuklanıp hapse atılan Demirtaş’ın eşi bile görüşe gidemiyor. Korkuyor birde… Ya orada bir şey olursa. Orada, orası; orası neresi!

Orada güneş yok, orada uzun yürüme yok, nefes almak yok, orada bir oda içersinde dönüp durma var ve orada bir hastalığa yakalanırsa insan…

Şimdi biz, en yakın komşudan bir fincan kahve bile isteyecek güçte değiliz, korkuyoruz; komşuya bir hastalık bulaştırırsak diye düşünüyoruz ya da tersi… Markete gittiğimizde, insanlar maskeyle dolaşıyor, otobüsler bom boş…

Bu boşluk, konfordan gelmiyor, bu boşluk korkudan geliyor. Taşların hareket ettiği, ağaçların konuştuğu bir zaman dilimi bu ve insana, burada bir tek susmak düşüyor. Oysa hepimiz kanatlanmış, bir diğerini düşünüyoruz.

Sınırlar birden kalktı. Bütün dünyanın haber bültenlerinde artık savaş değil, deterjanlar daha fazla yer tutuyor. Tuvalet kağıtlarını kimi ülkeler polis eşliğinde dağıtıyor. Tekbir değil, dünyanın bütün ülkelerinden tedbir sesleri yükseliyor. Ölüm haberleri, ölenlerin adlarını bile bilmezsek bize acı veriyor.

İki gün önce Antep’te dedeme çok benzeyen, dedemin bir yeğeni öldü. Ailesi, taziye yapmadı. Oysa bu ölen yeğen, normal bir zamanda ölse, taziyesi kırk gün sürerdi. Çünkü artık tek bir amaç var, kalanların sağlığı… Tek bir dert var, insanın sahici varlığı…

Anladık, bu güne kadar devlet ve sınırlar bizi ayırdı ve şimdi, sahici birleşmenin yollarını arıyor bütün insanlık ve bunun tek bir yolu var: Ruhsal birleşme, sahici kaynaşma; emperyal olan Biz, yok artık, Ben vardır ve bu Ben, en çok bugün işliyor, bugün Ben kendim olmak derdinde olan değildir, bugün Ben, kendisi kadar komşusuna, hatta rast gele yolda gördüğü birine sahip çıkandır.

Evet, kötülükle büyüdük, kötülük hayatın her alanında hayatımıza sızdı; kötülük, varlığını koruyarak hatırı sayılır bir selamete de kavuştu, bu kavuşma sonucunda tilkilerle kurtlar arasında yaşayan bizler, kimi zaman onlar gibi ulumasını da öğrendik ama şimdi, uluma yok, sadece herkesin ortak bir kaderi var.

Dün ülkeler, şehirler, kasabalar kuruyorduk, bugün ülke dışına ittiğimiz kimseleri sahiplenmek gibi büyük bir sorumluluğumuz var… 

Kendimizi kurtarabiliriz, bizi dönük önlemleri alarak bu felaketten kurtulabiliriz belki ama biz kurtulurken, bir kapı çalıp bir kalıp sabun isteyemeyecek durumda olan tutuklular ne yapacaktır?

Bugün cezaevlerindekilerle yakınları arasında görüşü kesildi. Çünkü dışarıdan içeriye virüs sızabilir. Doğrudur. Ya virüs içeri sızmışsa ve buradan ölüler çıkarsa, işte o zaman, herkesin ruhsal olarak kaynaştığı bir zamanda, öyle bir kopuş olur ki, aksırıklarla dünya dolar…

Bu gün herkes soruyor kendine, bana ne lazım? Markete gidiyor, alış veriş yapıyor, sonra eve gelip olup biteni medya üzerinden öğreniyor ve ona göre biçim alıyor. Ama cezaevleri bu bilgilenmeden de yoksunlar. Bugün biri hastalansa, kaldırılacakları hastane yok… Ambulans sesleri bile bize korku verirken, onların hallerini düşünmek bile acı. 

Nietszche, “elimizde kudret olmadığı zaman özgürlük isteriz, kudreti ele geçirince de üstün olmak. Ama başaramazsak, o zaman adalet isteriz” diyordu. Bugün adalet, özgürlük, eşitlik istemiyoruz. Bugün bir milliyetimiz yok.

Çin’de olup biten her şeyi, tıpkı evimizdeki gibi düşünüyoruz. Bugün devlet büyüklerimizden, af istiyoruz! Bunun için biz dışarıdakiler olarak- başta ben, yalvarmak diyorsanız, yalvarıyorum, cezaevlerini boşaltın. 

Bir kadın, çıksa bile dokunamayacağı bir eli tutmak için, bir video yayımlayıp sesini duyurmaya çalışıyorsa bu sese kulak vermeyecek kimse yoktur, olmamalı; bir de biz Kürdüz, kadınların bitirdiği yüzlerce dava biliriz, bir kadının isteği, sözü yere sürülmemelidir. 

Herkes bugünlerde sosyal mesafeden söz ediyor. Mesafe, tahammül etmektir. Bugün bütün dünya bayraklarını bir kenara bıraktı. Bugün tek bir bayrak vardır, o da insan yüzüdür… Bu bayrak yere düşmemeli ve bugün bütün hastaneler ayakta, bütün doktorlar sefirimiz olurken yüzlerimiz geride kalanlar karşısında gürce dalgalanmalıdır.

Dokunmanın sınırına geldiysek, iyi anılarımız olmalı, hoş bakışlarımız… 

 

İlginizi çekebilir