Müslüm Yücel: Türkler büyük bir millettir 

Türkler büyük millettirler. Bunu öyle alttan almak ya da alttan alta bir küçümseme babında söylemiyorum. Türkler, kim ne derse desin, karşıdakini inandıracak güçteler; bu hakikatten damarlarındaki asil kandan geliyor. Türklerin modern tarih sahnesine çıkışları 8. yüzyıldır; Abbasilere yanaşmışlardır, buradan yürümüşlerdir; ilk, Ani’yi almış, sonra ilerlemişlerdir.  

Avrupa’da romantizm, 19’uncu yüzyılda edebiyat, müzik, felsefe ve sanat olarak gelişirken Türkler, tarihe önem vermişler: Romantik bir Türk tarihi kurmuşlardır, diğer halkları da buna ikna etmişler. Şunu söylemişler: Türkler göçebedir!  

Bu Türklerin tarihe verdiği kelam duygusudur; kelam, başkasının helaki üzerinedir.   

Oysa Türkler göçebe değildir. Türkler, askerdir, batının dediği barbardır, işgalcidir; gelir, yerleşir, hiç de kent kurmak gibi bir derdi olmamıştır; hazır kentler vardır, buraya gelmiştir; Alpaslan Türkeş’in büyük kıymet verdiği, hakkında bir kitap yazdığı Çankırı gibi, Türk İslam motifli, Arap- Fars taklidi bir mimariyle ayıp olmasın diye kimi kentler kurmuşlardır ama buralar da zaten, eski kentlerdir (Çankırı, Pontus’tur) onlara düşen, mühürlerini basmaktır.   

Türklerin girdikleri yerlerde, başka halklar olmuştur ama onlar bu halkları görmemişlerdir, önemsememişlerdir; halk, Türkler için, çelişik bir duygudur; halkları işlerine yaradıkları zaman sevmiş, yaramadıklarında sevmemişlerdir; başka halklar ilerlemeleri için iki şeye yaramıştır; ilki hınç, diğeri bağlanma; bağlandıklarını ve kendilerine bağlı olanları Türklük ve İslam üzerinden yüceltmişlerdir, hınç duyduklarıyla da öldürmekten çekinmemişlerdir. Türklerin tarih sahnesine çıkışlarıyla iki şey bitmiştir: Aşk bitmiş, dünya da taşlanmıştır; sayıklanan tek şey, büyük ve yüce bir devlettir. Bunu başarmışlardır. Kent kurmak değil, kent almak tek erdemleri olmuştur: Hacı Bektaş, alınan ve kazmanın vurulduğu yere “yurt” der. Türk bir şeyi alır, iade etmez. Din bu anlamda Türk’ün gücüdür. Yunus, Taptuk’un kapısında kul olur. Buraya eğri odun bile giremez. Orayla ancak, onu kabul ederek girilir, yaşanır ve o sana sadece bir lokma, bir hırka verir. Yetineceksin!   

Türkün ekonomik ve siyasi gücü sayıklamadır. Hep sayıklar; kendini büyüler…  Bu yüzden bir Türk şiiri yoktur, Türk felsefesi yoktur, matematik, fizik, metafizik alanına girmez; ünlü ya da dünyada kabul görmüş bir Türk şairi, bilim adamı, filozofu görmek mümkün değildir. Çünkü Türkler buna ihtiyaç duymaz; şap zenginlerinin ilk yaptığı iş, kendilerini öven şaire para vermektir; para karşılığında şairler küçük dere beylerden, sultana şiirler okumuş, onları göklere çıkartmışlardır. Şiiri olmayan bir topluluğun kent kurması düşünülemez; şiiri olmayan topluluk, kenti alır, yıkar, kendisine uydurur; aynı şey felsefe için de geçerlidir. Son yüz yılın ilk felsefecilerine bir bakalım.  

Hilmi Ziya Ülken, Mustafa Kemal tarafından Almanya’ya gönderilir: Yazdığı kitaplara bir bakalım: Ahlak İnsani Vatanperverlik, Türk Düşünce Tarihi, Türk Filozofları Ansiklopedisi.  

Ülken’in kıymet verdiğim, “belki bir şey vardır” diye baktığım Varlık ve Oluş, İbni Haldun, Şeytan gibi çalışmaları da vardır ama bunlar eni sonu Türk devletinin kutluluğuna ve hiçbir felsefesi olmayan İslam’a dökülürler. İkinci sırada Macit Gökberk yer alır; sahiden çalışkan bir adamdır, dile önem verir; Türkçeyi kullanmada ustadır, felsefe tarihi gibi bir çalışma da yapmıştır ama nihayetinde döküldüğü yer: “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk’tür.” Bir de kadın filozof var: Mübahat Küyel, felsefe dışında her şeyle ilgilenmiştir; derdi de şu olmuştur: Türk düşüncesini Sümer ve Mezopotamya’yla ilişkilendirmek, namlı eseri şudur: Türk Tefekkür Tarihi.  

Elbette çırpınan birileri de vardır; Hekimhanlı Takiyettin Mengüşoğlu ve İoanna Kuçuradi… 

İkisi de şiirden, metafizikten, insandan yola çıkarak eserler vermişlerdir.  

Çünkü Türk felsefeye değer vermez. Yönetme sanatını bilir. İslamdan öğrendiği tek şey var: Kılıç. Cennet kılıçların gölgesindedir. Cennet denilen yer, Türklerin yerleştikleri yerlerdir ve buraları ne edebiyat ne felsefe ayakta tutar; buraları ayakta tutacak, Türke bağlayacak tek bir şey vardır: Kılıç. Türk kılıçsız yapamaz…   

Türklerin ütopyaları olmamıştır. Ütopyayla ilgili makaleleri bile yoktur. Türkler ütopyasız tek millettir. Bu onlara iyi gelmiştir; ilerlemek; 19’un yüzyıla kadar Doğu’yla, sonrasında Batı’yla zehirlenmişlerdir, bunun panzehiri de bulunmuştur: Kendini devlet için helak etme.  

Mustafa Kemal’den Deniz Gezmiş’e kadar, kendini helak etme vardır. Bazı bazı hürriyet, eşitlik, adalet, halkların eşitliği gibi erdemlere kulak vermişlerdir ama bu, şunu geçmemiştir: Hürriyet, eşitlik, adalet Türklerin size verdiği kadardır.  

Türklerin tek partisi vardır ve bu parti İttihat ve Terakki’dir. Türkiye’nin sağı da solu da buradan gelir. Türklerin, 68 kuşağının ideal tipi Yakup Cemil’di.  

Türkler donanımlı bir millettir; gerek masallarında, gerek çoğu 19’uncu yüzyılda uydurulan destanlarda, modern zamanın edebiyatında, Türk, yüce bir varlıktır…  

Ulaşılmaz erkek onun tipinde kendini gösterir: Alp ve Bahadır, onu temsil eder. Türk erkeği tuttuğunu koparır, bileği, yüreği bükülmez; bir vuruşta, üç kişiyi yere çalar. Taşı sıkan, tuz eden, kayayı ayakları altında buz eden odur, dikeni ot gibi yonan odur. Aklı, kalbi, hatta çizgi romanlarda (Tarkan, Kara Murat, Bahadır vs) zekeri kılıç gibidir; deler geçer: Karada aslanla, fille öyle bir güreş tutar ki görenler tövbeye gelir. Gücünün farkındadır: Kurt kanı, kurt sütü…  

Kılıcını bir kez saplar, merhametlidir, bir kez vurduğuna bir daha vurmaz. Tek uğraşı savaş, tek derdi, konmaktır; bunun bugün ki karşılığı çökmektir.  

Bamsıbeyrek’i hatırlıyorum, okulda öğretmenlerimiz onu anlatırken ayaklarını sertçe yere vurur, omuzlarını kalkan gibi gerer, gözlerini üstümüze ok gibi fırlatır, birden bağırırlardı, Bamsıbeyrek! Bir oturuşta iki öküz yer, üstüne iki testi kımız içer; Bamsıbeyrek, şöyle bir sofradan kalkıp geğirdi mi, yer yarılır, gök gürler, dahası, abdest kırdığında, kayaları deler, işte bu adama kimse kem gözle bakamaz. Bamsıbeyrek’i sevmeyenler de vardır: Salamon ve Yorgi. İkisi de bildiriye göre, puştun önde gidenidirler.  

Türk sınırlarını düşman duygusuyla tutar: Salamon Yuhudi, Yorgi Rumdur.    

Türk olmayanlar, Türk bilincinde, erkekler korkak ve haindir; kadınlar demeye gerek yok, kancıktır. Başka halkların kadınları bir Türk erkeğine gönül verirse, erkek olurlar; erkekler de sünnet olup namaz kılmak zorundadır: Halide Edip’in Pelegrini’si; sünnet olur, adını Osman yapar, Rabia onu öyle döşeğine alır…  

Başka halkların kadınlar da Türk hayrandır; bir Türk’le karşılaştıklarında erkekle tanışmış olurlar. Bugüne kadar tanıdıkları fasulye sırığı cinsindendir. Halikarnas Balıkçısı’nın bir Türk ve Müslüman olmayan kadın kahramanı kiliseye gider, mum yakar, yalvarır, Tanrım der, bir Türk’le beni evlendir.  

Hırıstiyan kadınlar bu hayal için çırpınır.      

Türk kadınları, masum ve dindardır, güzeldirler. Erkeklerin, erlik sınav yeridirler, ikmale kalmaya gelmezler. Erkekler onlardan geçerek erkek olur. Gözleri karadır, gözleri eladır, tek rakipleri vardır; bunlar sarı yılanlardır, esmer dilberlerdir, bunlar, kocalarını baştan çıkartır; bunlar Arap dilberleri, Fars civelekleri, Bizanslı kahpelerdir. Kadınların gözleri şimşektir, çakar, fırtınayla yarışır gibi sevişirler, şöyle bir kasırga gibi coştular mı, rahimlerinin aşağısında kız ve erkek çocuklar sıraya girer; ateş gibidirler, su gibidirler, hava gibidirler, toprak gibidirler; gibidirler, gibidirler ama asla ve asla ne Araplar gibi azgın, ne Farslar gibi yosma, ne Ruslar gibi kudurukturlar…  

19’uncu yüzyılda büyük şair Nedim, bu kadınlara Türk oğlanları da ekler ama ulema karşı çıkar: nazı nazı avazı, şehlevent avazı avazı istemezler.  

Türklük, Türklere miras olarak verilmiştir. Önce Allah, sonra din Türklere sahip çıkmıştır: Onlar dinin kılavuzudur, yol gösterir, yol açarlar. Türkler yalan söylemezler, Türkler verdiği sözden dönmezler, Türkler silahsıza, dula, yetime el kaldırmazlar, iki Türk bir olup, bir kişiye el kaldırmazlar…  

Niye?  

Türk yenilmezdir. Rakipleri, Ruslar, Bizanslılar, onların bu yanları karşısında ezilmişlerdir; Ruslar, suyu çıkmış kimselerdir… Araplar, halifelik Türklere geçtikten sonra tahtakurusuna dönmüşlerdir. Bunların erkekleri kadınsıdır; Türk filmlerindeki Arap tiplerinde bu vardır, ne o, konuşurken, ellerini ağızlarına götürürler…  

Türk bu gücünü, merhametini, erdemlerini yalnızca dininden ve panzehir gibi damarında taşıdığı asil kandan almaz. Türkün silahından da söz etmem gerek; Türk kılıç gördüğünde ilk aklına babası gelir, şimdiki zaman da bunun karşılığı tabancadır…  

Baba oğul ilişkisi Türk edebiyatının önemli konularındadır. Sofoleks yanlarında halt yer. Baba ve oğlun- kızın, anayla kızın- oğlun bazen yolları ayrılır ama sonuçta bunlar ya din ya da kutsal savaşta bir araya gelirler. Hayırlı sütanneleri vardır. Annemden utanç duyduğum tek sahnedir: Tarkan’ın sütannesi, Tarkan’ı kurtarmak için kendisini atların önüne atar. Cüneyt Arkın filmleri yd. var. Tam oğul babayı kılıçla yerle bir edeceği sıra, dualar yükselir… Ben babamın sözünü dinlememişimdir… 

Türk, büyüktür. Türk aydınları büyüktür. Kendi devletleriyle ilgili dertlerini başkaları üzerinden çözerler. Babacandırlar. Devlet memurudurlar.  

Türk siyasetçileri de büyüktür. Öyle rastgele siyaset yapmazlar. Hatta seni öyle bir savunur ki, kendi varlığını unutursun, onun yanında kendinden söz edemezsin, o varken sen nesin ki? Hiç. O gerektiği zaman senin yerine, oturur, kalkar; senin yerine konuşur… Sen mi, sen ancak Türk olarak, bir şey söyleyebilirsin…  

Türkler büyük millettir…  

Herkes ademden geldiğini söylerken, onlar, Asena’dan geldiklerini söylerler, dokunaklı bir tarihle karşına dikilirler, zaten Türkler acılarından söz ederken, insanlık acılarından utanır, bir tek onların acıları vardır, tarihe çıkışlarını şu hikayeyle taçlandırırlar, derler, “on yaşında ya vardı ya yoktu” çocuğun kavmini kılıçtan geçirdiler, çocuğun da ayaklarını kesip bir bataklığa attılar. Türk’ün büyüme yeri buna göre bataklıktır. Dişi kurt, bu çocuğu görür, besler, yemez, yedirir, içmez içirir; ikisi bir birine bağlanır, eni sonu, iki ayağı olmayan çocuk büyür, her şey mide değildir, aşk gerektir; biri diğerine cilve yaptı mı bilinmez, biri diğerine, önce sen dedi mi bilinmez, ormanlık yer, kim bilecek, kim görecek, uzatmadan, çocuk kurtla çiftleşir; kurt gebe kalır, artık çayırlar ikisinin olsa gerekti, puslu havalar, nehir yatakları, soğuk geceler. İkisi birbirlerine tutundu… (Türklerin topallarından korkmak gerek). Tam bu arada, çocuğun düşmanları belirir, yaşadığını anlarlar. Bir de baktılar ki çocuk, bir kurtla büyük aşk yaşıyor… Çocuktan vazgeçerler, kurdun peşine düşerler. Kurdu öldüremediler ya da hamile kaldığı için kıyamadılar, zaten kurtta bunu fark etmişti, mağaraya sığınmıştı; kurt buraya yerleşti, kimine göre on, kimine göre on iki erkek doğurdu. Kimine göre Habil ve Kabil gibi, aynı batında olan kardeşler, diğer batında olanla evlendi. Tarihçiler kurdun o günlerini anarken, gri gözyaşlarına boğulur… Bunlar kopuzun eşliğinde dinlediklerimdir… 

Türkler büyük millettir. Ne Ermeniler gibi yapıyla, tarım araçlarıyla, bakırla, altınla ilgilendi ne de Rumlar gibi denizle, gemiyle…  

 

İlginizi çekebilir