Müslüm Yücel: Sırrı Süreyya Önder, vicdandır 

Seçim tahminleriyle yatıyor, seçim tahminleriyle kalkıyoruz… İrademiz, seçimlerle nefes alıyor. İkisinden birini seçeceğiz ve birilerini seçerken, biz bu cehd ve gayretin hem içinde hem dışındayız; istencimizi söylerken de bir burukluk içindeyiz, “acaba” diyoruz, bize malum olan nefes alacak mı?  

Seçim elbette ki önemlidir ve her seçim döneminde şu söylenir: Bu seçim tarihidir.  

Bize de her seçimde bir rol veriliyor, diyorlar ki “siz anahtarsınız…”  

Hatta öyle bir ileri gidiyorlar ki, biz bile anahtar olduğumuzu söylüyoruz.  

Yani baştan kabulümüz var: Kapı “onlar” olacak…  

Her şey vatan denilen o yuva için ve bu yuvayı kapının önünde duranlar koruyacaktır. Biz koruyacağız; biz, o büyük öteki…  

Sırrı Süreyya Önder diyor ki, “kapı halktır, cesaretin varsa, al sana anahtar.”  

Öteki’yle ilgili iyi fikirlerim yoktur benim; öteki, inşa edilen bir şeydir, kendini doğrulama cetvelidir, bir biçimdir ve bu biçim, tek bir işe yarar: Kapının önündeki yabancıyı, işine yarar hale getirmek…  

İsteyen burada, Harriet Beecher Stowe’un Tom Amcanın Kulübesi romanın kimi bölümlerini hatırlayabilir ve masa altında “bir şeyler yiyip kavga eden çocuklar” sahnesini canlandırabilir. İktidar küstahlığının bir ülkeden, bir eve inişinin garip bir örneğidir bu; kitabın yazılış nedeni de siyahlarla konuşma inceliğini gösteren beyazların romantizmidir; onlar için yazılmıştır.  

20’inci yüzyılın ikinci yarısında siyahların kavgasını, az da olsa beyazlar vermeye başladı, hatta Rosa Park’ın indirildiği otobüse, beyazlar da binmedi. O zaman bir şeyler oldu, o büyük ötekinin yerine, iletişim geldi; Clington, Park’la gurur duydu, Obama, hayranlıkla okuduğu ve okurken büyüdüğü Toni Morisson’u Beyaz Saray’da ağırladı; dahası, Park’ın oturulmasına izin verilmeyen koltuğa oturdu.  Yüzlerdeki keder, elbette silinmemişti ama bu, bir yerden bir yere gelmenin güzelliğiydi. Düşman değillerdi, bir masa vardı, kimse kimseyi avlamıyordu, birlikte yaşama kudreti her şeyin üstündeydi.  

Beyaz adamın siyahla kavgası bitti mi? Elbette ki bitmedi, yaralı gururun intikamı, bir ödül, biraz da ün diye bilinen gölgeyle acısını hafifletti, bu da bir şeydi. Gölgede özgürlük ve adalet büyürse, hoş bir gelecek niye olmasındı…  

Roza Park’ın indirildiği otobüsle, Dolmabahçe’de koltuklardan kaldırılan çözüm sürecinin adamları arasında bir fark var mı?  

Buradan seçimlere ve Sırrı Süreyya Önder’e gelebiliriz. Önder’le Türkiye’de pek çok şey değişti. Ötekilik onun ses tonundan, şiveyle anlattığı fıkralara kadar yekten kalkmamışsa da, sendeledi; ötekinin yerine, özdeşlik geldi. Öteki denilen de artık reyhan gibi inen, sultan gibi kalkan, hasır gibi dürülen, esir gibi satılan, özetle, kar değildi. Önder’le siyaset renklendi; o halkın, derin karnavalına döndü: Karnaval, bir yer altı hareketidir; bu hareketin en önemli yanı da askeriyeye, aristokrasiye, yüksek eğitimli kişilere gülmedir; burada asla sırıtmaya izin verilmez, müsamaha gösterilmez; çünkü gülme, her zaman siyasal bir konum almaktır, acıyı harlar; gülme şakaya da gelmez, zaafa indirgenmez, zekâyla dile geldiğinden, öfkesine hâkim olamayanlar delirebilirler (Sırrı Beyin meclis konuşmaları bu arada izlenebilir). Çünkü o asılmışların çehresiyle bakıyordur, hapislere senelerini vermişlerin ahıyla, öldürülmüşlerin ruhuyla…  

Öyle bir bizden oldu ki, iktidar ve küçük kimi iktidar hissedarları onun kopyalarını bile piyasaya sürdü. Zannettiler ki onun gibi konuşsalar, tutacaklar. Kurnazlık, büyük yapaylıktır. Tutmadı. Önder’in bir sırrı vardı, bu da samimiyetti.  

Önder, bilincin varacağı engin noktaların biridir; farkındalık yaratmıştır ve bu, her bir şeyi fark etmedir…  

Önder’le, kovboy filmlerindeki, hepimizin sevdiği o beyaz adamın kızıl deriliye “dostum” demesi bitmiştir. Senelerce Türkiye’de, sol adına Kürtlere “dostum” dediler. 

Önder, görüntüyü, içiyle dolduran bir kimsedir. Onunla fotoğraf çekenler, tek şey yaparlar: kendilerini ona katarlar, onda görürler kendilerini, bu onları mutlu eder.  

Son yıllarımızda büyük yaslara tanık olduk. Hatta yasa bile izin vermeyen yaslar yaşadık. Ağlamak suç sayıldı, taziyeler suç; küçümsendik. Kargoyla ceset teslimleri, buzdolabında çocuk cesetleri, kaldırımlara insan gömülmesi, ağır işkenceler… Kimimiz bunları söylemeye bile korktuk. Yassın en büyük özelliği, bir ağlayanımızın olmasıdır. 

Hatırlarız, Aysel Tuğluk’un annesinin ölüm haberi geldi: 4 Eylül 2017.  Hanım Tuğluk, İncek Mahalle Mezarlığı’na defin edilecek…   

O sırada kıyamet koptu.  

Birileri bağırıyor, “Buraya Ermeni, buraya terörist gömdürmeyiz.”  

Daha da ileri gidiyorlar, tehdit ediyorlar: “Cesedi çöpe atarız.”  

Gurup kalabalıklaşıyor, biz azalıyoruz.  

Cenaze sırasında yirmi kişi ya var ya yok. Kürtler yalnızlar. O sırada Önder beliriyor. Önde yürüyor. Siyah ceketinin düğmeleri iliklidir… O kalabalık güruh ateş açsa, ilk o vurulacaktır, bunu göze alıyor. Yaşamak, birlikte yaşamasını ve ölmesini göze almaktır…  

Çözüm sürecini de elbette ki anmam gerekir.  

Barış bir fikirdir. Çok eski biçimleri din hanesinde görülür; sinagoglarda, kiliselerde ve son olarak camilerde acı, sevinçle değiş tokuş edilir ve bu bir işaretler silsilesiyle gelişir; eller sıkışılır (toka) ve bu bir, barış hareketi olarak kayda geçer. Bunun kapitalizmle buluşması da elbette geç olmaz; alış verişte, bir anlaşma sağlanır, bu bir jesttir; alan, satan memnundur. Jestin, temel nesnesi eldir; el, jestten önce, boşlukta durur; boşluk zamanı berraktır, saftır ama bir el diğerini tuttuğunda eğer samimi değilse, anlamsızlaşır. Çünkü el, kadim bilginlere göre dışa uzanan beyindir.   

20’inci yüzyılda barış, jest olmaktan çıktı. Yazılı anlaşma olmadığında, el sıkışılmaz; çünkü boşluk, bir şey ifade etmiyor. Jest tükenmiştir. Çünkü sahici barış, birbirini tanıma isteği ve tanıma mücadelesidir. Devletler, anlaşarak barışmazlar, antlaşmalar yapar, öyle barışır ve bu barışın da tek zemini de adalettir. Adalet olmayınca, barış sadece bir jest, bir mimik ve çokça, dedikodu üreten bir sektör olarak işler ve hatta giderek, kişilerin reklamına döner: Az sonra, neler açıklanacaktır…  

Bu seçim sürecinde Önder, geçmişteki çözüm sürecini hatırlatarak şunu söylemiştir: “AKP yaptığına göre, CHP niye yapmasın?”  

Bu bir soru ya da bir talep değildir. Bu, bizim bir anahtar olmadığımızı da söylüyor, kapıyız. Önder’in söylediklerinden şunu anlamışımdır, Schopenhauer’ın “tek bir fikir” dediği şeydir bu; sonsuza kadar bölünüp dallanabilen tek fikir: Özgürlük.  

Şimdi, bir yere geldik: Kendi kedini yıldıra yıldıra biten bir iktidar, kendini de sömürmeye başladı, artık efendi değiller. Biz de egemenlik alanlarının nesnesi değiliz…  

Gelecek olan iktidar, bize bir garanti vermiyor. Örneğin Suriye politikası ne olacaktır, Irak politikası ne olacak? Hapşırsam Kürt diye beni hapse mi atacaklar yine? Kürtçe pedagojiye uygun mu değil mi tartışmaları yapılacak mı? Kayyumlar olacak mı? Siyasilere af çıkacak mı? Sahici bir barış olacak mı? Çözüm sürecinin aktörleri ağır cezalara çarptırıldı. Abdullah Öcalan’la iki yıldır görüş yapılamıyor. Bu Roza Park’ın otobüsten indirilip cezalandırılmasına benziyor… Yıllar sonra bu telafi edilse de yarası hala siyahilerin içinde kanıyor…  

Önder, Dolmabahçe’de nasıl kaldırıldıysa, gelecek olan iktidar, artık her kim olursa, ondan özür dileyip tekrar konuşmayı gündemine alacak mı?  

Soru da bitirirken şu: Niye Önder?  Yanıt kısadır, vicdanımızdır. Vicdan iç sestir.  

Bu seçimde iç sesimize kulak vereceğiz, bu seçim bu yüzden tarihidir…  

İlginizi çekebilir