Müslüm Yücel: Said; Kürtlüğün Kayıp Risalesi

Son birkaç gündür, yayımlanmasıyla beni mutlu eden bir kitap elimin altındadır. Bu kitap öyle rastgele yazılmış bir kitap değildir. Kitabın her satırında yazarın alın teri vardır; gözle görülebilir bir alın teridir bu ama bunun yanında yazarın iç çekişleri de en az alın teri kadar beni etkilemiştir. Kitabın adı Said’tir; Said, yalnızca bir insandır, doğruları yanlışları olan biridir; bu biri, oğlun babaya, ölümün yaşama, yazının söze yakınlığı ve karşıtlığı kadar bize ait olan, bize, bizi bildirendir; Said, bizimle aynı şeyi söyler, öyle bir içten söyler ki sözün şiddetine ancak ve ancak, katlanabiliriz, nefestir, güçtür ya da güçsüzlüktür, sonuç, hiçbir koşulda değişmez, insandır, bu insan büyük güçle ödüllendirilmemiştir, herkes kadar malum, herkes kadar masumdur.

Kendi adıma Said için şunu söyleyebilirim: O benim derdimdir, o benden çalınan biridir, ederimdir, değerimdir; hakikatimdir ve bu öyle bir hakikattir ki, aklıma hep yürürken gelir; yürümek, kendimle en çok konuştuğum zamandır; otobüslerden, uçaklardan, taksilerden bu yüzden nefret ederim; çünkü bilirim, ben bu dünyaya yürümek için gelmişimdir. Said’in son durağının doğduğum yer, Urfa olması da ayrı etkilemiştir, buna büyük değer verdim, çok da düşünmüşümdür: Peygamberler (İbrahim, Musa) bilginler (İbrahim Ethem, Diyojen) şairler köklerinin oldukları topraktan, köklerinin geçmişinden uzaklaşmak için yola koyulurlar. Tam tersi, kahramanlar da vardır: Odysseus, ölümü göze alarak topraklarına döner, güzel olan Calypso’yu bırakıp, yaşlanmış olan Penelope’ye döner. Dönüş muhteşemdir. Said’in Urfa’da ölümü muhteşemdir. İttihat ve Terakki’den DP’ye kadar, üstüne atılan ağlardan ancak böyle, ölerek, yurda dönerek kurtulmuştur.

Urfa’da, Said’in izini sürenler tanıdım; camilerde, evlerde, onun kitaplarını okuyorlardı. Bir de küçük bir kitap evi vardı: Kapaklı Pasajı’nın girişinde… Küçük risalelerini okudum. Gece sohbetlerine katıldım. Sonra bir komşumuz vardı: Said’in kitaplarına özel bir dolap yapmıştı. Ben Dostoyevski okumak isterken, o bana Soljestin önerirdi, kim bilir kaç kez Gulag’ı okudum; bu komşumuz, Kürtleri Said’ten dolayı severdi; Said, Kürt olduğu için bir karşılığı yoktu, hatta biraz uzatsam, şunu söylerdi: Üstatta Kürt! Bunun ne kadar büyük bir aşağılama olduğunu yıllar sonra öğrenecektim: Öyle bir adımı söylüyorlardı ki ben bile adımı unutacak kadardım.

Urfa’da Said’ten yana olduğunu söyleyenler vardı; Abdulkadir Badılı bunlardan biriydi; şakirdi olduğunu, hayvanlarını satıp kendini davaya adadığını söylüyordu; Risaleleri biliyordu. Bilgi, sevgi miydi? Yoksa bilgi ve yakından görüp tanımak bir itibar mıydı? Belli değildi… Belli olan Said’in Türk düşüncesi içinde, İslami davasıydı.

90’lı yıllarda İstanbul’a geldim. Said, Urfa’da Diyarbakır’da, Mardin’de, Adıyaman’da çok küçük kitapevlerinde satılan, geceleri kitapları okunan biriydi; Nurcu denilen bir çevre vardı, bu kadardı ama balık gibi öğrenci avlıyorlardı; İstanbul’da ise bambaşka bir Said vardı; işte Med Zehra yayınları kuruluyor. Bunlar Said’in kitaplarının tahrif edildiğini söylüyorlardı ve Kürt ve Kürdistan’ı sansürleyenlerle ateşli tartışmaya girmişlerdi. O zamanlar Cağaloğlu’nda daire biçimli bürolar vardı, dışarıda yemek yenilmezdi, makarna ve yoğurt, menemen gözde yemeklerdi; yemekte bile tahrifatlar konuşulurdu. Orada kadifenin yumuşaklığından sıkıldığı bir adam vardı: Bingöllü Sıddık… Sonra, İzzettin Hoca vardı, katledildi.

Açıktı. Said, bizim oralarda devlet kapısıyken, buralarda suçtu. Sonra, iyi arkadaş olduğum, hala arkadaşlığımın sürdüğü bir çevre oluştu: Nubihar Dergisi. Burada Sabah’ı ve Süleyman’ı tanıdım. Sabah iyi anlaştığım biriydi; şairdi, sanırım Halepçe’yle ilgili en iyi şiiri o yazdı. Süleyman ise, evden biri, köyden biri, yani kavga etsem biriyle, çağıracağım biri… En son tanıdığım kişi ise Osman (Tunç) ağabey oldu; dindar olmayan biri bile namazından etkilenir. Tek bir yan bakışına rastlamadım, gurur duyarım. Bunlar Kürtlerdi ve Said, kalpleri içindeki kalpti.

Ve Nubihar, Kürtçe yayın yapar; Kürtlerin kazanımlarından biridir ve şimdi bu yayınevi ve çevresi, Said kitabıyla karşımızdadır. Bu kitaba kayıtsız kalmak imkânsızdır. Kitabın yazarı Muhyiddin Zınar, dipten bizi davet ediyor: Olanı bilmek için olanın varlığını anlamış olmak gerek ve bir de ısrar… Bu ısrar beni etkiliyor; olanı bilmek için, olanın varlığını anlamamızı salıveriyor.

Zınar iz sürüyor. Kendi izini sürüyor. Ne kadar tarihse, bir o kadar kendi izi: Şeyh Said’in izi, Seyid Rıza’nın izi (Zaza’ya sıkça vurgu yapıyor). İzini sürdüğü Said’tir. Canını acıtan Şeyh Said ve Seyit Rıza’dır. Öyle bir katliam diyor ki, sanki bütün kitap bir katliamdan arta kalandır. Belirtemem gerek belki. Heidegger, metafizik derken yalnızca bütünün kapanımını ele alıyordu ve olanı aşarken, olana doğru ya da olanı bütüne doğru taşıyordu… Said’ten, sanırım, insanın özünü anlamam ve anlatmam gerekiyor. Elbette onun mistik yanı da beni/ çekiyor ama mistik olan yanı ruha ilişkin olandır; Said, burada çok güçsüz kalıyor; Allah ona bilgi veriyor ama mefhum karşısında ne Sühreverdi ne Hallac’ın cesaretine sahip olabiliyor. Gazzali ve İbni Arabi gibi devlet dini için, devlet için çabalıyor ki, ikisi içinde mefhum, sarayın memurudur; mefhum, dar kapıdır oysa, nurdur ama bunu söylemeye dili varmıyor; münazara, bu dilin varmadığı yerde başlıyor. Burada ruhsal olan, yerini aksiyona bırakıyor, tarihe!

Tarih vardır ve tarihi yazan bir kronikçi vardır; ikisi arasında fark vardır. Walter Benjamin, “Hikaye Anlatıcısı” metninde, tarihçinin, ele aldığı olayları şu ya da bu biçimde açıklamak zorunda olduğunu ve hiçbir zaman bu olayları dünyanın gidişatına örnek diye sunmakla yetinmeyeceğini söylüyordu. Ortaçağ kronikçisi, ilahi bir kurtuluş planına göre hareket eder, tarihi ona dayandırır; açıklamanın yerini yorum alır; bu yorum, olayların doğru sıralanışıyla değil, dünyanın, kavranmaz gidişatına nasıl eklemlendikleriyle ilgilidir.

Zınar, bu ikisi ışığında Said monografisini oluşturuyor; kişi üzerinden bir konu ya da konu üzerinden bir kişi burada ele alınıyor. Sonuçta üzerinde düşüneceğimiz, üç dönemin Said’ini tekrar düşünmemizi öneriyor. İlk konu birinci dünya savaşıdır ve bu savaşla birlikte görülen Ermeni Soykırımı ve Mele Selim’in asılmasıdır. İkinci konu, Şeyh Said’tir ve üçüncü konu Dersim’dir.

Başka konularda eklenebilir; 60’lı yıllar ama Zınar, bu yılları bize bırakıyor; Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden çıkan kimseler söz konusu edilmiyor; Nur Cemaati’nden Bekir Berk, Kırkıncı Hoca, Fethullah Gülen vs. Bu adamlar da Kürt meselesi söz konusu olunca Said’e sırtlarını verirler…

Bunlara girecek değilim elbette…

Said, İstanbul’dadır şimdi gözlerimin önündedir. Şekerci Han’a yerleşiyor. Bu han sonraları Mehmet Akif ve Neyzen’in de mekânı oluyor ama bir süre sonra buradan uzaklaştırılıyor. Meczup muamelesi görüyor. Kılık kıyafeti, konuşması iktidarı rahatsız ediyor. Meşrutiyet’in ilanıyla tekrar İstanbul’a geliyor. Said, bu tarihte Nakşibendi değilse de onlara yakın duruyor. Ona ilk kucak açan kişi Derviş Vahdeti oluyor, onun gazetesi Volkan’da (68’inci sayı)

görülüyor: “Kürt ulemasından” (s., 118). Sonra Kürdistan Teali Cemiyeti ve onların İstanbul’daki faaliyetleri içinde yer alıyor. İttihat ve Terakki’yle ilişki kuruyor.

Derken, Bitlis ayaklanması! Monografi burada başlıyor. Said, idama sessiz kalıyor. Zınar’ın ifadesiyle, onların “ organize ettikleri ayaklanma girişimine” katılmıyor (s., 199). Neden? Zınar’a göre, “Said, geleceği kurtarılacak bir Kürdistan’ın ulusal birliğe ve bilince/ maarife duyduğu ihtiyaç ve Batı/ Rus sarkacında gelişen uluslar arası siyasetin anti Kürt politikaları orta yerde dururken askeri, siyasi ve toplumsal yönü iyi hesaplanmamış bu girişimi” makul karşılamıyor (s. 200). Kim Ruslarla işbirliği yapıyor? Abdülrezzak Bey! Mele Selim, niçin asılıyor? Kürt milliyetçisi ve din adamı olduğu için.

Metni anlamamız gerekiyor. Ruslar, neden Kürtlere yanaşıyor ve bu bölgede, Ermenilere İngilizler neden sahip çıkıyor? Ermenilere karşı, İttihat ve Terakki’nin bu dönem planları var mıdır? Vardır! Ayaklanmayı, onlar bastırıyor.

İttihat ve Terakki, üç kitap üstüne yemin edenleri sinesine basıyor. Said’in bilgisi tek bir kitapla sınırlıdır. Bundan olsa gerek, İttihat ve Terakki onu Teşkilat’a veriyor: Teşkilat, iman ve süngüdür… Said, yemin ediyor.

Bir şeye inanması ve inandığı şeye yemin edilmesi, konu ve inanç ne olursa olsun saygındır ama bir suç varsa, yemin suçu telafi eder mi? Said, burada kaybediyor, burada bir hiçe gönül veriyor; zamanın siyasi itibarını kazanıyor, “dindar ve muttaki zatlara” karşı safı açık tutuyor: İttihatçılar!

İttihatçılar kimin yanındaysa, onların yanında yer alıyor. Fikirlerine mi, tümden katılmıyor ama bu onlarla birlikte hareket etmesine engel değil. İttihatçılar Rus ve Ermeni karşıtıdırlar ve o da doğal olarak onlardan yanadır. Şeyhi, hocası asılırken acı duymuş mudur?

Zınar, bu konuda bizi rahatlatıyor; Said, “idamdan kurtuluşları için başlatılan girişimlere destek olmaya” çalışıyor. Derken, Ermeni soykırımı başlıyor. Burada Zınar, yine sağlam bir ittihatçı portesi çiziyor, bu portreyi sağlam bir alıntıyla besliyor; Abdurrahman’dan ve Hasan Hişyar’dan… Bu ikisi de aynı fikirdeler; ikisine göre de Said, Ermenilere karşı korumacı bir tavır sergilemiştir, ikisi de şunu söylerler; “Ermeni çeteleri” ve “Ermenilerin aile ve masum çocukları.”

Masum diye kadın ve çocuklar katlediliyor ama verilen bilgiyi, bilgi olarak kabul etmem gerekiyor. Said, masum diye aile ve çocukları koruyor! İttihatçılar böyle korur. Onlara göre, onlara karşı olan Ermeni çetelerdir; aileleri ve çocukları masumdur. Bugün de yine bu akıl vardır, “terör” ayrı, falanca halk, filanca aile ayrıdır. Katledilen kimseler, işte bu ailelerin büyümüş çocukları, fedailer ise bu çocukların belki de babalarıdır… Bir adam kendi adına değil, bir halk adına ölüyor ve öldürüyorsa, bunun adı savaştır…

Said, Ruslara esir düşüyor. Gençken bazı kitaplarda bu esaret hayatı abartılarak anlatılırdı: Üstat namaz kılıyor ama elleri kelepçelidir. İki Rus askeri bir de bakarlar ki üstat, bir ibrikle abdest alıyor.

Sonra kurtuluyor ve İstanbul’a geliyor; Harbiye’de bir maaş ve bir hançerle ödüllendiriliyor. Bir de adres veriliyor: Ankara.

Araya yıllar giriyor, “gavur” bitmiştir. Yeni bir hükümet kurulmuştur. Yeni bir adam vardır. Mustafa Kemal diye bir adam.

Mustafa Kemal’in ittihatçı olmadığı iddia ediliyor; bunun doğru olmadığını düşünüyorum; Talat Paşa’ya mektuplar yazıyor her fırsatta. Bu mektuplar iki dostun mektupları değillerdir; bu mektuplar, astın, üstte yazdığı mektuplardır. İttihat ve Terakki, başka bir gömlekle artık görünmektedir. Tekke ve Zaviyeler kapanıyor! Böyle deniliyor ama kendilerine uygun olan

tekke, zaviye ve dergâhlar açık tutuluyor (Özbekler tekkesi gibi). Diğer yandan, birinci dünya savaşında dökülen kandan tek bir millet, tek devlet çıkartılıyor. Kürtler yok sayılıyor. Ermeni ve Rumlar yok! Türkiye, Türklerindir. Şeyh Said asılıyor! Kürtlerin büyük acısı ve büyük bir gururu Şeyh Said.

Said, yıllar sonra, şunu söylüyor: “Şeyh Said ve rüfekası hakiki şehitlerdir” (s., 286).

Said yıllar sonra bir tanım yapıyor. Şeyh Said için şehit diyor. Elbette ki bu bir devlet aklı için, yıllar sonra itibarı iadedir ama alim için, bu sözün altında ve yapılan tanım etrafında, beynimize ve kalbimize işleyen tek şey, tanımın, kelimelerle birlikte verdiği devasa sessizliktir. Yıllar sonra yapılan tanım, yıllar sonra duyulan üzüntü ya da acı, büyük oranda, jesttir ki bu jest, tınıdır, tonlamadır, yeğinliktir; bu çokça, geride kalanlar için, yaşamı dinlemektir… Oysa Said, bu tarihlerde kırkını geçmiştir, kırkını geçen adamdan, bir sözden daha fazlası beklemek gereklidir; bir alimdir, daha fazla tefekkür ve bir yazardır, Şeyh Said ve arkadaşlarının katli için, daha fazla yazı, bilgi vermesi gerektir… Artaud şunu söylüyordu, tiyatro ve ikizinde: “ Okuma bilmeyenler için yazıyorum…”

Niye sözler söylenir ki? Kendini sözde tutmak için mi? İzini sürmek için mi? Hatıralarda dile gelmiş ifadeler, imadırlar: Katile katil denir. “Hayfını aldım” diyor Said, yıllar sonra! Bozgunda ve büyük acı da burada başlıyor, şunu demeliydi belki: Hayfımı aldım…

Şeyh Said asılırken, artık Said-i Kurdi de yoktu; o üniversiteler kurmak isteyen adam, kılık kıyafeti, konuşması aşağılanan Kürt yoktu.

Dersim’e gelince de Said, zaten yoktu. Zınar, şunu söylüyor: “Gelişmelerden ya tam haberdar olmadığı veya konuşmadığı” (s. 356).

Yazı uzadı, yazıya ilham veren kitap daha onlarca kez okunması gereken bir kitaba döndü. Bende bıraktığı etki ise iz oldu, süreceğim bir iz; çıkardığım sonuç ise acıdır. Said’in bir an pişman olması huzur veriyor: Katliamlar yaşanırken bunları duymama olasılığı, hatta susmayı tercih etmesi anlamlı geliyor, Mele Selim ipe giderken onu kurtarmak istemesi, az ya da çok acı çekmiş olması da…

Derviş Vahdeti, Melle Selim, Şeyh Said ve Seyit Rıza (Dersim Katliamı) ve öldürülen binlerce Ermeni; hepsinin katili aynı; hepsini ittihatçılar katlediyor.

Said, katliamlardan sonra acı çekiyor ama Hölderlein olmayı da göze alamıyor. Yazgısını izleyemiyor. Kürtlerin yazgısını da izleyemiyor. Şeyh Said’i, Melle Selim’i, Seyit Rıza ve diğer şehitleri izleyemiyor. Kırılıp dökülmeyi göze almıyor. İktidara yakın duruyor hep, gücü seviyor. Mustafa Kemal’e karşı bir muhalefeti var ama bunu fırsata çeviriyor: Demokrat Parti başa geçince, güç oluyor; güç istenci var ve her zaman iktidara/ güce yakın duruyor; bir karşı duruş sergilemiyor, yalnızca, söz ediyor… Eş dost sohbetleri.

Ama buna rağmen çoğu kimse Said’i çok seviyoruz hem de eleştiriyoruz; hatta onu başkası eleştirince müdafaa da ediyoruz. Nedeni açık: Kürt olmak, o kadar kolay değildir, Kürdistan’ı savunmak da… Said, bağımsız, müstakil bir Kürdistan savunuyor mu? Yoksa Kürdistan’ı salt bir isim olarak mı ele alıyor? İktisadi ve sosyal olarak, bütün kurumlarıyla bir Kürdistan fikri var mı? Para birimi, bayrağı, başbakanı, bakanlıklarıyla bir Kürt devleti… Bana göre Said’in böyle bir fikri yoktu…

Ne İslam toprakları içinde bir Kürt devleti ne de modern anlamda bir devlet fikri vardı. Siyasal anlamda, 1913’den 1946’ya kadar gelişen bütün Kürt hareketlerine karşı da mesafeliydi: Demokrat Parti’ye yakın olduğu kadar Mele Selim’e, Şeyh Said’e yakın değildi. Dahası Kürtçeden çok Arapça ve Türkçeye meyletti. Kürtlerle ilgili bir derdi var mıydı? Kürtler belki de tek derdiydi ama derman, kendisi değildi. Şimdi, izini sürenler, ondan feyiz alanlar, bu derdi dile getiriyor. Bu da az bir şey değildir.

İlginizi çekebilir