Müslüm Yücel: Mesafe pathosu, sevilmemek

Birileri kendilerini üstte bir yerlerde görüyor: “Ben Türk aydınıyım” diyor. Başka biri “ben Fransız aydınıyım” diyor. Aydınlığın ölçütü, kitap adları, isimler saymaktan ileri gitmiyor; varsa bir kavram, bunu da açıklamıyor. Türk aydını, Fransız aydını vs. Gerçekten iyi şeyler midir? 

Bir devletle anılmak! Bir ulusun aydını olmak, bir ulusu açıklamak bana çok ağır geliyor: Güç bilgiden ya da hayattan gelmiyor; güç, ulustan alınıyor ya da tersi; ulus, senden güç alıyor. Sonuç değişmiyor: Güç. 

Nedir güç? 

Kahraman etrafında her şey, herkes trajediye dönüşür, anlam bulur, yarı tanrının etrafında ise satir bir drama; tanrı etrafındaysa, dünya! 

Nietzsche, bu yüzden midir bilinmez, kendini ilk trajik felsefeci olarak tanımlıyor. Bu hakkı, Shopenhauer’dan alıyor; Shopenhauer, Kant’ın, Platon’dan ödünç aldığı, idea ya da tasarım üzerinden dünyayı yorumluyor; dünya, istem olarak dünyadır. Bu dünya yaşama isteğiyle, güç isteği arasındadır; bunu yorumlamak istiyor; güç, istenilen bir şeydir, istemin özü, kendi kendine boyun eğdirmedir; Nietzsche istemin içeriğiyle, içeriğin niteliğiyle ilgili kalıyor! 

Bu yüzden kendini koruma, kendini alt etme derdindeydi. Üstelik Alman ruhunu yüceltirken yapıyor bunu: “Almanya, Almanya her şeyin üstündedir” derken… Hatta bu ruh Nazileri kısmen besliyor; kız kardeşi Elizabeth Nietzsche’nin bastonunu Hitler’e hediye etmeye, sahte mektuplar icat etmeye bile işi vardırdı. Trajediydi bu! 

Bir ulusun aydını olmak böbürlenmeyle, kibre delalet edebiliyor; böylece aydın bir şablon, bir süre sonra kılık kıyafete sirayet eden, boş bir kalıba dökülüyor, boş kaldırımlardan ayak sesi dileniliyor. Kimse çamur içinde leke olduğunu söylemiyor; serseriler aşağılanıyor, kaçak yolculara haydut gözüyle bakılıyor, kâğıt toplayıcıları ucuz filmlerin dekoru haline getiriliyor, basit biçimcilikler erdem diye yutturuluyor; kendi arayışları, kendi kuşkuları, kendi köşeye sıkışmışlıkları yok: Sürekli gerçekten söz ediyorlar ama bir gerçekleri de yok, ilerlemiyorlar, bireysel kârları için ulusal çıkarlardan söz ediyorlar. Kafka’nın bir yerde söylediği bir şey vardı: “İşleri güçleri anlamadıkları şeyler hakkında konuşmaktır.” Öyle bir konuşuyorlar, öyle bir kendilerinden eminler ki, yanlarında akan sular duruyor. Kafka, bu konuşmayı “aptallığa” bağlıyor. Aptallar her konuda konuşurlar.  

Kendi adıma, hiç aydın olmadım; okur, yazar oluşum beni aydın yapmıyor. Ekmeğimi zor kazanan biriyim. Elektriğim kesilince en yakın dostum, mumdur. Kimse bana yardım etmez. Bizim ülkemizde, dar yerde olana yardım, akıl vermekle sınırlıdır. Hamallık yaptığımda tek bir şey dikkatimi çekerdi: Kitap yükten ağırdır. Kitap okumak insanı cahilleştiriyor. Nerdeydi, o ilk kitabı okuyup kendimi âlim sandığım günler: Ortaokulda aklım fikrim, çizgi romanlardı, onların dışında hiç bir şeyi sevmiyordum. Ret Kit, hala izliyorum. Turgut Özal’da, Ret Kit dışında bir şey okumadığını söylüyor. Çizgi roman az ama takip ediyorum hala. Bu bana iyi geliyor. Mussolini’nin İtalya’nın farklı lehçeleriyle konuştuğunu, bu yüzden çok başarılı olduğunu söylemek sadece laf kalabalığıdır… Herkes gibi bende belki de altı boş da olsa uluslar arası finans, ulusal özerklik, sınıfsal konumumuz bunu gerektiriyor gibi sözler sarf edebilirim. Ama işim gücüm, ne yaptığımla ilgilidir, ne yapmak istediğimi kimse sormaz benden. 

Amacım, bir “aydın” havası çalmak değildir. Zamanımızda aydın, kılık kıyafettir. Bir kendini gösterme biçimidir. Bereket, Nadir sahaf var şimdi; aydınlar, bulamadıkları bir kitabı konuşurlardı, kimse bilmediği için söz onlarındı. Aydın aksesuarlarına da girmiyorum tabii. Hele vıcık vıcık, İslamcı aydınlar; küpe de takarım, namaz da kılarım, şiir de yazarım; şiiri şiir olsa, “Otobüste Ali’yi gördüm.” Akademisyen tez yazıyor, güncel olanın teolojik olarak yorumlanması! Ya da tersi, teolojik olanın güncel olarak yorumlanması… İkisi de zırva; tek bir amaca hizmet ediyor, tayin, terfi!  

Tekrar! Amacım aydın değildir, amacım ast/ üst, görme biçimleri üzerinden, söyleyebilirsem bir şey söyleyebilmektir, meselede şudur: Pathos!  

Kendini üst görmek, yukarıda hissetmek, birilerini aşağıda görmekle mümkün görünüyor. Bu yukarıya nasıl çıkılmıştır? Okullar okuyarak, diplomalar alarak ya da servet sahibi olarak, ya da siyasal organizasyonlar içinde yer alarak elde edilmiştir. İnsanların yalan söylediği en geniş alan eğitim durumları, ekonomileri, cinsel hayatlarıdır. Tanıdığım kimseler okulda çok başarılıdır! Öğretmenler zekâlarını takdir etmiştir! Hepsi okullara dereceyle girmişlerdir ama sonunu getirememişlerdir. Erkekler, kadınların onlar yüzünden saçlarının ağardıklarını anlatır. Onlar yüzünden evde kalmış kadınların sayısı nahiye kadardır;  kadınlar doktorların, banka müdürlerinin, mühendislerin peşlerinden koştuklarını söyler. 

Her şeyin ölçülüp biçildiği yere, unvan denilir; bu, bir servettir. Siyasal hayat içinde unvan, kudreti dile getiriyor; bu bahşetme öyle bir incedir ki, kişi kendini tanıtırken, kim olduğunu, ne olduğunu unutur, unvanını söyler, böylece, bir üst olduğunu dile getirir: “Ben üstteyim, yukarıdayım.” 

Bu sıkça duyduğum bir şeydir; bu ses, bana iyi gelmiyor. Bu ses, içi uçurum olan birinin baş dönmesi karşısında gevezeliğini geçmiyor; trajik olan bu, hissiyat olmaktan öteye gitmiyor; bunu ona bahşeden, sadece ona bu hissi aşılamıştır. Böylece yüksekliğe uygun bir metre uyduruluyor kendine, bir şey olmayanın, bir şey olma sevinci ama bu, bir kimsesi olmadığı için kendini sevmekten de yoksundur. Sahici bilgi bu arada unvanı kadar konuşma hakkına indirgeniyor. Unvan sahibi kimseler, bunu koruma adına, elbette zor anlar yaşıyor; bir şeyi, beş kez söylüyorlar, bir şey ancak, onlara beş kez üst üste tekrar edilerek anlatılmıştır. Unvan sahibi, alttakilerle yaşıyor. Alttakilere iş veriyor; onları ikiye ayırıyor, işine yarayanlar/ işine yarayacak olanlar. Onlar üzerinden gelişen tahakküm, ona konuşma hakkı veriyor; her konuda uzman; siyasetten felsefeye, tarihten ekonomiye, her konuda! Alttakilerse oyuncaktır, onları kırabilir, onlara haksızlık edebilir, bu hiç önemli değildir. 

Üsttekiler merttir, cömerttir, mertebe sahibidirler, eni sonu döküldükleri yer, referans, hatta menzildirler: Bir şeyin olmasına onlar vesile olur, açık kapı. Bu kapıdan giriş çıkışlar da bir şeye bağlıdır, izin; alttakilere izin verirler; sana, izin verirler. Emek veren, çalışan onlardır, bir mesaj verilecekse onlar verirler, pusula, ileti, secde onlardır; onların mesaisi olmadan yapılan hiçbir işin ne anlamı ne de gereği vardır. Ne burjuva ne de aristokratlar, bir unvan etrafında, basit adlarının peşindedirler. Partiler, gazete büroları, TV stüdyoları, şirket koridorları onlarla doludur. 

Bu mesafe bahsini, mesafe pathosu diye değerlendiren son kişi sanırım Nietzsche’ydi. Ona göre efendi, köleden üstündü, üstelik bu üstünlük onun elinde de değildi; o böyleydi, ya da o kendini böyle görüyordu. İyi/ kötü, zıtlığın kaynağı, burasıydı. Efendi başkası için eylemde bulunmazdı, eylemi buyuran/ onaylayan oydu; eylemin, söz ve davranış dizgesi kendisidir; o, temel amaçtır, başkaları araçtır; yaşamak, ölmek için, kendisi yegane amaçtır. Kendi, kendi başına iyidir, başından beri soyludur; akıllılarım, asilzadelerim, ibrikçi başlarım, sultanın bohçacıları, onlardır…  

İnsan kendini incelemiyor, başkasından bile kendini öne çıkarmak için söz ediyor. Kendi adıma, kendim için şunu biliyorum: Hayatım boyunca kimse sevmedi beni. Bunu ağır bir şekilde de hissettim. Herkesin bir süre işine yaramışım. Hayatta böyle bir şeydi; bir süre birbirinin işine yarayanlara arkadaş, dost denilir. Ailem beni sevmedi. Hatta annem, beş çocuğunu kendisine âşık edip, hepsini birbirine küstüren biriydi desem abartmış olmam. Her gün, en az iki kez ararım! 

Kimse beni aramaz. Çocuğum yoktur, midem vardır, onu dolduramıyorsam, bana adam mı denir? Toplum böyle tanımlar beni. Kızmam, on altısında evden kaçan biri, eve dönemez, bilirim; evim, kapım, anahtarım yoktur!  TV’de aile filmlerine bakarım; Adile Naşit, Münir Özkul! Nasılda sofraya saldırırlar. Her evin bir Tarık Akan’ı bir Ayşe Guruda’sı vardır; bu filmler üzerinden kendime yer bulamam. Ne Orhan Kemal’in Eskici ve Oğulları, ne babayı öldürmeye azmetmiş Karamazof! Babalar ve Oğullar, analar ve oğullar bahsinde yerim yoktur. Bazarov’un hiçliği bile hiçliğim yanında hiçtir.  

Hayatıma giren kadınlarda, annem dâhil hiç biri beni sevmediler. Giderek, sevilmemek beni besledi, ayakta tuttu. Umudum, beklentim yok, kalmadı. Sevilmeyen biri umudu, beklentiyi ne yapsın? Öleceği zaman insan, garip bir şekilde arkasında ağlayacak kimseler arar, tabutu taşıyacak dostlar. Bunlar mezar taşı isteyenler içindir. Cesedime bir taş dikecek kimsenin olmayışı muhteşemdir. Tabutumu taşıyacak dördüncü kişiyi bulsam, yarın ölebilirim. İğne ucu kadar, insanda umudum kalmamıştır. Kim altımı oymuşsa, bilirim, bu en yakınımdadır; ondan uzaklaşmam da, çünkü bir kere oymuştur, bir daha oymaya takati yoktur. Üstelik bilir ki, ben onun altımı oyduğunu biliyorumdur… 

On iki yıl gazetecilik yaptım, gazeteye gitmediğim gün, “gazete çıkmayacaktır” duygusu yaşardım; Pazar günleri gazeteye gider, okuyamadığım gazeteleri okurdum ama maaş günü geldiğinde, herkes maaş alırdı, bana verilmezdi. Çalışmıyor muydum? Çalışıyordum hem de çok. O zaman anladım, maaş iyi bir şey değildir. Üstelik iyi bir şey olsa, bana verilmez, kötü bir şey olsa, beni bulurdu. O gün bugündür, fikrim şudur: Kimse iyi bir şey olsa bana vermez. Verme bahsinde, herkesin bir yakini vardır. Benim yakinim, ben bile değildir. Ben, kendimin çok uzağındayımdır. 

Özetle ailem, uğrunda öldüğüm, yaşadığım siyaset, tanıdığım insanlar beni sevmedi. Bende bir yolunu buldum, onları gizliden sevdim. En sevindiğim, çocuğum yok, olsa, onlarda beni sevmeyeceklerdi. Çocukluğumda bir yumrudur, hala yutamadığım… Birileri bunları okuyup, ağladığımı sanacaklar. Aptallar! Sevilmemek kötü bir şey değildir. Sevilmemekten neler neler öğrendim, başka zaman onu da anlatırım. 

Yazıya gelirsem! Sıkı çetele tutarım. Yılda kaç sayfa yazdığımı, kaç kitap okuduğumu, kaç kalem ucu aldığımı, kaç kutu mürekkep harcadığımı not ederim. Son on yıldır, binin üstünde kitabı yayına hazırlamışım. Hiçbir kitapta, editör diye adım geçmez. Yazarlar benimle metres ilişkisi kurar. Her şey aramızdadır. Yüz yüze konuşuruz. Benimle tanışmaları, benim onların kitaplarına el atmamı mucize gibi anlatırlar; ama bunu, baş başa olduğumuzda söylerler. Bunu asla başkasına söylemezler. Arkamdan söylediklerini bilirim, duyarım. Söyleyince yüzlerine, birden küserler, narincedirler. Bu bana iyi gelir. Editör ilkelidir. Sırlarını söylemem. Teşekkür eden azdır. Kitap yayımlanırsa, imza edip veren olur, çoğu unutur; tutarsa, punduna getirip bana küsenler olur. Kimse, iyiliğin altında kalmak istemez. Bilirim, yapılan kötülüklerin altında karşılığı verilmeyen iyilikler vardır. Üniversite tezi vs. şeylere girmek istemiyorum. Doçent, prof olmuş niceleri vardır. İşleri bitince şu cümleyi kurarlar: Senden destek almıştım! Eşleriyle tanıştırırken de şunu söylerler: Değerli bir arkadaştır. Brecht’in iyi mermileri, iyi bir kürekle üzerime atılan toprağı budur. 

Kitaplarımsa, yazdıktan sonra bende bir eksiklik duygusu uyandırır. Böylece bir yazma isteği uyanır bende. Yazıya doymam. Kitap yazarken aşk düzeyinde bir bağlanma yaşarım; ne yazsam, o olurum. Kitaplarımı kim okur? Bir ara merak ettim, kitaplarım nerede satılıyor? Mardin ilk sıradaydı; doğduğum yer Urfa, en çok kitapevinin olduğu Diyarbakır, Aydın’la Eskişehir’den sonra geliyor! Buna hayret etmedim, beni kim tanıyorsa, sevmiyordur, benimle karşılaşırken bile bir kasıntısı vardır. 

Benimde, “gizli okurlarım vardır.” Şiirlerimi okuyanlardan korkarım. Karşımda, sırlarımın sahibi gibi dururlar. Bunlar gariptir, bana benziyorlar. Soru sormuyor, benim gibi, yazardan çok şiire inanıyorlar. İmza günlerini bilmem. Bir, iki, bilemedin üç kez, beni davet edenler oldu. Bende ne buldular, bilmiyorum. Yazarın kitaplarından çok konuşulmasını sevmiyorum. Yazar konuşuyorsa, yazmaya, onları okumaya ne gerek var, diyenlerdenim. İlkeliyim! Kimi seviyorum? Yazarlardan, kitapları kitapçılarda olmayanları seviyorum, onları, çok okuyorum. Her hafta, ne okuduğumu rapor ettiğim tek yazar, Türkiye’nin yaşayan en iyi hikâyecisi Nalan Barbarosoğlu’dur. İkimiz akıllı telefonlar elimize geçtiği gün, selfi çekmeye başladık. Kahve içip, Leyla Erbil konuştuk, bunu yaparız hep. Tek derdimiz Leyla Erbil’dir zaten. Çok şükür ki Leyla Erbil’e yaşarken yüz vermedim. Tezer Özlü bahsinde bir kıymeti var ama Mustafa Kemal’in Samsun’a, Çerkez Ethem’in de aynı gün Sakarya’ya gitmesi beni hiç ilgilendirmedi. Bunda bir derinlikte bulamadım. Selim İleri’yi de sıkça konuşuruz. İleri’yi severiz, geçenlerde hastaydı, onun için şifa diledik. Nalân ablamla yalnız kitap konuşmuyoruz, geçen sene bana bir atkı ördü. Bir türlü takamadım, mevcut atkıdan vazgeçmedim. 

Bir ara can sıkıntısından sosyal medya hesabı açtım. Beğenen beğene, takipçiler yarışı aldı başını gitti. Bıraktım. Sonra, yazılarımı, özellikle nupel’de yazdıklarımı takip etmek için bir twitter hesabı açtı bir arkadaşım. Beğenilmek, ilginç geldi, edilen hakaretler ilginç geldi. Daha bunun sosyolojisini yapamadım, düşünemedim. Küfür ediyor birileri, umurumda değil; farklı bir şey beklemiyorum. 

Kitaplarım toplatılır, yanımda bir Türk yazarın kitabı toplatılmışsa, basında bir haber değeri vardır! Özellikle Kürt basını! Siyasetten de bu böyledir. Kimse kimseyi görmüyor, birkaç gün sonra unutup gidiyor. Arada üzülüyorum. Ama kendilerine yapılan hakaretleri, bir başarı belgesi gibi gösterenleri görünce, üzüntüm geçiyor. Yazıyla kurduğum bağ, hayat gibidir, yeme içme gibi bir şeydir. Her zaman, herkesi memnun edecek bir mideye sahip değilim. Yazının içinden bakan kimseleri beğeniyorum, kıskanıyorum. Bazıları yazının mantığını bilmediğinden olsa gerek, dün böyle yazdı, bugün böyle yazdı diye bir şeyler söylüyor, dini doğrular arıyor. Bir meseleyle ilgili düşünmek, onu dert etmeyle başlar; dert gündelik olunca, okur sarpa sarıyor… Sahi okur var mı? Edebiyat bu anlamda tam bir hüsranı yaşıyor. Orhan Pamuk’un Galip’ine bir isim eklendi mi acaba? Yok! Selim Işık şehir efsanesidir. Tespit ettim, Oğuz Atay’la ilgili- onu okudum diyenler, otomatik tuşa basar gibi bildikleri bir anı ya da duydukları bir şeyi anlatıyorlar hep. Yalanı severim, çünkü yalan söyleyen, kendini öyle bir yere koyuyordur. Ah o parti kurulurken, bir an dışarı çıkıp iki saat sonra tartışmaya katılan kimseler… Ah o filmin asıl senaryosu benim hikayemdir diyenler… 

Twitteri bazen izliyorum. Kimi parlak ifadeler görüyorum. Bazı şeylerin dert edildiğini ama sonra, hevesim kursağımda kalıyor, dert, iki gün sonra, yerini başka şeylere bırakıyor. Sanırım herkes, serbest kürsü de kendine yer arıyor. İstediğini patronsuz söyleme özgürlüğü, hiçbir hakem olmadan yazma, söyleme, düşünceyi geliştirmiyor; zarar, oradan bir fikir çıkmıyor, bilgi, fesada varıyor; öyle bir fesat ki, kendisi bile duymuyor. Otomatik bir üst olma isteği ki, erken çöküyor. Bu yüzden yanıt vermiyor, fikir veremiyor, kendince had bildiriyor, bir kenara çekiliyor… Bana haddimi bildirenlerin, öfke duyanların, yazıyla kurdukları çırpınış, siyasetle ifade etmeye çalıştıkları güç o kadar engin ki, susmasını bilseler, kim bilir neler yazacaklar, akıllı telefon kadar, kitabı sevseler, twitler yerine satır çizseler; evet, ast olacaklar, ama kesin, üst muamelesi görmeyecekler. Bu nereye götürüyor ki… Yazımı okuyup küfür eden kimseler, emek verdiklerinden dolayı, minnet duyacağım kimselerdir. Engelleme, küfür, alıp başını giden sözler, kavgalar: Bir tek ben sevilmediğimi sanırdım; bu üç kuruşa sattığımın dünyası birbirini sevmeyenlerle doluymuş meğer…

İlginizi çekebilir