Müslüm Yücel: Kadim Etüt

Levon Ekmekçiyan’ın katledilmesinin üzerinden geçen kırk yıl!

I

Kulaktan kulağa bir haber yayılıyor. Denilene göre iki terörist Esenboğa Havaalanı’nı basmışlardır, 20 kişiye de rehin almışlardır.

Herkes televizyon başına geçiyor ama sağlıklı haber akışı yok. Telsiz sesleri hızlanır. Kimin kiminle konuştuğu belli değildir.

Akşam haberlerinde görüntüler vardır, dört bir yana yolcu bavulları dağılmıştır, yaralıların sesleri, görgü tanıklarının şaşkın bakışlar altındaki ifadeleri vardır. Bir bomba patlamış, silahlı çatışma çıkmış; dokuz kişi ölmüş, 72 kişi yaralanmıştır. Eylemcilerden de biri ölmüş, iki kişi de ağır yaralanmıştır…

İlk bilgiler bunlardır.

Akşam, herkes haberlerden sonra uyur. Herkes pazar sabahı erken kalkar. Bütün gazetelerin birinci sayfasında nerdeyse tek bir manşet vardır: “8 Ölü ve Köpeğin sonu, Kahpece Saldırı, Asala Cinayetlerini Türkiye’ye taşıdı, Teröristlerden 1’i ölü, 2’si yaralı…

Aynı gün Kenan Evren’in etrafı da kalabalıktır; diplomatlar, gazeteciler ve askerler etrafını sarmışlardır. Evren, yalnız darbenin mimarı değildir. Kendini cumhurbaşkanlığına hazırlayan biridir. Ol demesiyle, her şey oluyordur. Nerdeyse tek konu dün ki olaylardır. Evren, “Bunca kanın hesabı tarihe miras bırakılmayacaktır” diyor.

Altı kalemle not tutan, yükselmek isteyen bir gazeteci Evren’in gözüne girmek istiyor. Bir öneri sunuyor: “Paşamızın, bundan iki ay kadar önce Amasya’da yaptığı bir konuşma vardı, bu konuşmayı yarın bütün gazeteler basmalıdır. Bu konuşmada paşamız aynen şunları söyledi, dedi, Türk milleti çok sabırlıdır ama sabrı taşıdığı zaman önünde hiçbir engel tanımayacağını bunlar iyi bilmelidirler. Avrupa’da birkaç şehirde kendi kiliselerinde, kendi binalarında bombalar patlattılar, bizim kurduğumuzu beyan ettikleri bazı kuruluşların bunu yaptığını ileri sürdüler. Eğer biz böyle bir teşkilat kuracak olursak, böyle acemice işler yapmayız. Bizi buna mecbur etmesinler…”

Gazetecinin bu konuşmayı, virgülüne kadar hatırlamasıyla herkeste bir güven duygusu beliriyor.

Evren, başıyla, konuşulanları onaylıyor. Orada, başka bir gazeteci var; Mehmet Ali Birand Evren ona bakıyor, “bir kitap hazırla” diyor, bu konuşmayı da, giriş yazısı yap!

Birand, “emret komutanım” diyor. Araya birileri giriyor, “bu kitap, okullarda ders kitabı olarak okutulmalı…”

Evren, bunu da başıyla onaylıyor, ama bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyor, “belki seneye” diyor. Zaten Evren ne dese, sürekli birileri not alıyor. Sözleri söz değil, kanundur. Seneye dediyse, birkaç ay vardı!

Bu arada profesörler anayasa hazırlıklarını bitirmişlerdir. Evren, her yerde bu anayasa için kampanya yürütecektir. Türk halkı yanındadır ama bunu sandıkta görmek istiyor.

Herkes havaalanı eylemini konuşuyor ama kimse fikrini söylemiyor. Herkesin fikri, gün içinde duyulan, gazetelerde yazılan, televizyonda konseyin söylediklerinden ibarettir. Herkes, birinden bir şey duyduğunu söylüyor. Kimine göre eylemde amaç başbakan Bülent Ulusu idi, ona suikast düzenleyeceklerdi; kimine göre eylemcilerden biri çatışmadan önce bir konuşma yapmıştı, demişti, “halklara karşı kin gütmüyoruz, kinimiz devletedir.”

Eylemcilerin rehin almadaki maksadı, kimine göre buradan sağ çıkmaktır. Şimdi yaralı olan, havaya ateş açmıştır, diğeri ölmüştür.

Başka bir şey de vardır, olaylar sırasında rehinelerin tutulduğu havaalanı restoranın da Bekir Sıtkı isimli bir kişi camı kırarak aşağı atlamıştır; polis, altı metre yüksekten atlayan bu kişiyi eylemci sanmış, on iki kurşun sıkmıştır; bugün ki kimi gazetelerde yaralı olan iki teröristin birinin üzerinde Bekir Sıtkı Sencer adına düzenlenmiş bir kimlik çıktığı yazılıdır! Adam, ben o değilim diyor ama kimse inanmıyor.

Bilinmez bir sürü şey var ama kimse dile getiremiyor. Öldürülenlerin kimin silahından çıkan kurşunla öldüğü de belli değildir!

II

Birkaç gün sonra yine bir haberle herkes sarsılıyor: Bir kişi kendini yaktı.

Kendini yakan kişinin “bir Ermeni” olduğu anlaşılınca herkes hareketleniyor; devletin bütün kurumları alarma geçiyor.

Sonraki gün Ankara’dan hükümet yetkilileri geliyor. Herkes Cerrahpaşa’ya gidiyor. Kendini yakan Artin Penik’e ilk müdahaleyi yapan Dr. Ahad Andıcan, herkese ayrıntılı bilgi veriyor. Hükümet kendini yakan Penik için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdır. Aynı saatlerde Ermeni Patriği Başpiskoposu da hastaneye geliyor. Penik’e şükranlarını dile getiriyor: “Sana Türk milleti ve Ermeni cemaati adına teşekkürlerimi sunmaya geldim. Tüm Ermenilerin şerefini kurtardın. Her Ermeni vatandaş senin gibi bu vatan için canını seve seve feda etmeye hazır. Sen görevini yaptın, Allah seni mükâfatlandırsın…”

Bu açıklamayı dinleyen duygulanıyor. Yetkililer, piskoposun sözlerini tekrarlıyor: Tüm Ermenilerin şerefini kurtardın.

Bundan güç alanlar şunu söylüyor: “Bütün Ermeniler senin gibi olsa bu ülke cennet olur…”

Yani şerefli ve haysiyetli olmak, kendini feda etmek anlamına geliyor.

Televizyon ve radyoda da ilk haber budur.

Doktorlar iki saat süren bir ameliyat yapmışlar. Soğuk suyla Artin Penik’in derisini almışlar, hemşireler etrafında dönüyor, az da olsa bir iki kelime edebiliyor, küçük teyplerle sözleri, video cihazıyla görüntüleri kaydediyor. Penik, eylemini “Atatürk’ün huzuru altında” yaptığını söylüyor.

Penik beş gün sonra ölüyor. Cenazesine katılan herkes gözyaşlarına boğuluyor. Komşuları, yakınları “o bir Atatürk hayranıydı” diyor.

Cenaze törenine İstanbul Valisi Necdet Ayaz katılıyor.

III

Evren, “Türkiye’nin hayal ettiği anayasa son şeklini almıştır” diyor, ekliyor: “Anayasamız halka gitmeye hazır.”

Evren, “halk, yanımda” diyor. Her yerde, o vardır zaten, her şeyde o. Evren, “Türkiye’ye yaraşır, Türkiye’ye özgü bir anayasa, bir demokrasi” diyor.

Türkiye’ye özgü yani Türklere özgü bir anayasa! Ne demek bu! Kimse bilmiyor.

Evren, yaptıkları anayasanın, 61 anayasasından farkını iki kelimeyle açıklıyor: Bize özgü! Yani, “özgürlük yerine devlet, demokrasi yerine otorite gelecektir.”

Ne demek bize özgü!

Evren, kendi anayasasını tanıtıyor, “bin yıllık Türk devlet geleneğine” sıkça vurgu yapıyor. “Dış güçler” temasını işliyor. İki sözünden biri, “stratejik konumumuz” oluyor ve bir akşamüstü, ciltli bir şekilde anayasa metni önüne konulduğunda, ilk cümlesini, büyük bir gururla okuyor: “Kutsal Türk Devleti.”

Neydi ki doğunun kaderi? Açıl susam açıl, Alaaddin’in sihirli lambası, gökten üç elma… Bundan başka bir şey var mı?

Şuraya bir Cemil Meriç, buraya bir Necip Fazıl… Soldan da Nazım Hikmet! Bir şiirini okuyalım: “Bu ülkenin ekmeğini yiyenler, ekmeği yediği yerden kurşunu da yerler…”

IV

Zaman hızla geçiyor. Uzun boylu, yeşil gözlü, donuk bakışlı biri askeri savcının önüne yeşil bir dosya bırakıyor; üstünde, sadece keçeli kara kalemle, Levon yazılı.

Soyadı yok, sadece Levon…

Savcı, dosyayı alıyor. İkindiye kadar başka bir şeyle ilgilenmiyor. Sonraki gün, aynı adam savcının yanına geliyor. Savcı, “tedavisi bitmişse, onu şöyle bir gazetelere çıkartalım, birileri, bu gazeteci de olur, ailesine gitsinler.”

Görgü tanıklarından biri Levon’un havaya ateş açtığını söylüyor.

Savcı, “bu dosyadan çıkartılsın” diyor. Kalemi dosyanın üstüne bırakıyor: “Kişinin kendisi suç” diyor, ekliyor: “O suçsa, ceza da açıktır.”

Akşam, durum değerlendirmesi var. Savcı şunu söylüyor: “Suçludan şüphe duymuyorum; suça istediğimiz biçimi vermemiz gerek.”

Sabah erkenden Levon’u kaldığı “hastaneye” geliyorlar. Burası hastane mi yoksa bir hücre mi, belli değildir. Pencere yok, sürekli bir ampul yanıyor.

Levon’un yanı başında, başı öne sarkmış üç asker var, onlara verilen emir üzere, göz hizasına gelmeyecekler, tek kelime etmeyecekler. Üç askeri, işaret parmağıyla komuta eden, uykulu gibi görülen bir subay idare ediyor. Subay konuşurken ya da askerlerin nöbet değişimi sırasında Levon’a, “başını eğ” ya da “gözlerini kapat” diye komut veriyor. Levon gözlerini kapatınca ya da yere bakınca, bu sefer subay gözleriyle etrafa yayılıyor, bu, her şey kontrolümde demektir: Tapan, tamam! Tapan, tamam! Tapan!

Savcı, Levon’un hücresine girince subayla üç asker bakışlarını yere indiriyor. İkisi, Levon’a bakıyor. Levon’un üstünde basmadan, mavi, beyaz renkte çizgili Sümerbank malı bir pijama var. Çizgiler üzerinde kurumuş kan lekeleri var. Hava soğuk değil ama üşüyor, diz kapakları birbirini öpüyor. Öyle bir acı çektirilmiş, öyle bir aç bırakılmış, öyle bir taşlı tarlaya çevrilmiş ki, içine giden yolları da kapatmışlar; dalıp gitmesine, uyuyup dinlenmesine de izin verilmiyor. Kurşunlar çıkartılmış ama dikişlerinde kanama da var. El ve ayak tırnakları uzamış. Elleri kelepçeli olduğundan kendini kaşıyamıyor. Üç haftadır bedenine suyun damlası değmemiş. Kulakları iyi duymuyor. Gözleri iyi görmüyor; gözaltında tortular var; tortuların aktığı; akıntıların gözlerini yaktığı her halinden belli. Her gelen bir şey sormuş. Sanki o da buna alışmış, kendi kendinin ustası olmuş, elinde bir bakışı kalmış. Kim ne sorarsa yeterince Türkçe bilmediğinden yüzlerine bakmış, gözlerden, dudaklardan bir şeyler çıkartmaya çalışmış. Sesinde sessizlik var. Kelimeleri kanatlarını kaybetmiş. Yalnız kendisini değil, belki onu bulacak Allah’ını da kaybetmiş. Allah’ının olmadığı bir yıkım zamanıdır bu; o yıkılacak, birileri ayakta kalacak. Buna hayat diyecek birileri. Burası öyle bir yer ki doktorlar sorgucu, sorgucular doktor olabiliyor. Bazen nefes almasına bile kızıyorlar; nefes alması kestikleri dere yatağının üstüne yaptıkları evdir sanki; evin temeli sallanıyor, bir telaş başlıyor; telaştan, boş derinlikler, boş bakışlar sallanıyor. Levon, yalnızca nefes alıyor: Nefes almak, ruhları kovmak ve belki de ruhları özgür bırakmaktır. Nefes almak ölümüyle yaşamaktır. Nefes almak, dur durak nedir bilmeden işkence yapanlara kendini kapatmaktır; tek bir dünya yok; sonsuz bir dışarısı da var ama bu da artık Levon için hayaldir: Nefes almak, söz yok demektir. Zaten söze, kimse bir kıymet vermiyor. Bir tek deneyimler ve bilgiler isteniyor. Bir süre sonra deneyimlerin ve bilgilerin de bir anlamı kalmıyor. Levon, herkese kendi ölümünü ver diye Allah’a el açıp dua ediyor belki: Bana da kendi ölümümü…

Levon, işte burada gözlerini açmış, buradan nereye gidecek?

Burası neresi?

Biri gelince, ya sorgu ya işkence vardı; biri gelince, bir şeyler yasaklanıyor. Yasaklama bir ilişki biçimidir: Musluğu akmayan tuvaleti kullanmak gibi, ayna gibi, bayat ekmek, kirli su gibi…

Derken biri konuşuyor, “birkaç güne kalmaz seni mahkemeye çıkartacağız, dediklerimizi söylersen…”

Başka biri itiraz ediyor, yapmacıktan bir tartışma çıkıyor, “bu adam” diyor, dokuz masum kişinin katili, yetmiş kişinin yaralı olmasına neden olmuş biri…

Levon, hızlıca yapılan tercümeye, “kimseyi öldürmedim” diye karşılık veriyor: Ölümlerden dolayı pişmanım, kimsenin ölümünü istemedim ben…

Elbette Levon başka şeyler de söylüyor ama tercüman sözlerini başka tercüme ediyor. Levon ne derse, tersini söylüyor. Üstelik kimi sözleri kayıt altına alınıyor, kimileri boğuk boğuk kaydediliyor; sesi, anlaşılmıyor.

Tartışmaları Evren’in ayetlerle yarışan bir sözle sona eriyor: “Yasaları idare eden yasalar vardır.”

İhtimal!

Levon’un dilinin ucuna, hukuk ve ahlak ayrımının ne kadar yapay olduğu geliyor, hatta sahici bir hukuk olsa, belki, şimdi burada ne işi vardı gibi şeyler bile düşünüyor…

Ama!

Hukuk, ahlak değildir, şimdi garip bir hukukla yüz yüzedir. “Biz” diyor biri, adiliz, insanın kişiliğine önem veririz, adam öldürmeyene ceza vermeyiz ve onun kişiliğini de ezmeyiz…

Savcı ve yetkili sorgucular, Levon’a beyaz çizgili, kahverengi bir takım elbise, mavi bir gömlek bırakıp gidiyorlar.

Özenle seçilmiş bir takımdır bu; siyahına da beyazına da şeytan kumaşı deniliyor.

Bir de emir veriliyor: Saçını kesin, sakallarını düzeltin, yıkansın bir de…

Sakallarının tümünün kesilmesine izin vermiyorlar. Kirli sakal istiyorlar. Bunda maksat şu: Bakım! Devlet bakıyor.

Bundan sonrası su gibi akıyor. Her şey sayılarla ifade edilecek! Bunu özellikle savcı istiyor. Eylemin yapıldığı gün, karar açıklanacaktır. Savcı kimseye söylemiyor ama bunların hiç biri tesadüfte değildir; eylem, ayın yedisinde yapılmıştır, yedisinde Levon duruşmaya çıkacaktır.

Evren, 9 sayısının esrarı üzerinde duruyor, yakındakiler de onun yedi sayısına tekabül ettiğini söylüyorlar: Yedinci cumhur!

Basın da devreye giriyor. Bir de psikolog! Psikolog’un kadın olmasını istiyorlar. Yaratılmak istenen hakikat için “bu iyi olur” diyorlar. Psikolog, Levon’un hareketlerini inceliyor, “kısa bir şey yazsın” diyor. Leon, Ermenice bir şeyler yazıyor.

Levon’un yazısını ve yazarken ki hallerini inceliyor. Psikolog, “Zayıf görünüşlü, lakin çok sert ve acımasız biri” kanaatine varıyor. Bunlar gazetelere yansıyor.

Bilimsel çalışmalar göstermiştir ki!

Zaten gazeteler bu konuyu çok işliyor! Levon’un Evren’e yalvardığını, pişman olduğunu yazıyorlar. Hatta bu pişmanlığını ifade eden imalardan dolayı kimi gazeteler yayını kesiyor: Pişmanlık, halkta vicdan duygusu yaratır duygusundan çekiniyorlar.

Her şey çarçabuk oluyor. Mahkeme de çok gariptir.

Levon avukat istemiyor. Böyle söyleniyor. Bir idam mahkûmu, avukat olmadan kendini nasıl savunacaktır?

Duruşmaya bir Topçu Yarbay, bir Hâkim Binbaşı ve başka bir asker katılıyor. Heyetin tümü askerdir.

Usulen Levon’a kimlik bilgileri soruluyor. Levon, 1958 doğumlu, ilkokul mezunu olduğunu söylüyor; ailesi Adanalı, bunu söylüyor, doğum yeriyle ilgili kimi ayrıntılar veriyor: “Burç Hamud” diyor. İlkokuldan sonra okumadığını söylüyor. “Bir sarrafın yanında çalıştım” diyor.

Levon, iddianameyi okuduğunu, duruşmasının ve sorgusunun bugün yapılmasını istiyor.

İddianameyi okuyan askeri savcı, “birden fazla kişinin öldürüldüğünü”, “bomba atıldığını”, halkın da “korku ve paniğe sürüklendiğini”, ayrıca “silah bulundurmak” suçundan TCK’nın 450/ 4-5 maddeleri gereğince yargılanacağını söylüyor.

Sorular kısmı başlıyor.

Yargıç, “hedefin ne, rahat konuş, sen, bağımsız Türk adaleti karşısındasın, bildiğin her şeyi anlatırsan, lehine olur” diyor.

Levon, “Ermenistan topraklarını kurtarmamız amacımızdı” diyor. Yargıç, kızıyor: Neresi Ermenistan?

Levon, “Kars, Muş, Erzurum, Erzincan, Sason diye bildiğimiz Bitlis” diyor.

Yargıç, gözlerini kaldırıyor, “buraların Ermeni toprakları olduğunu kim söylüyor?”

Levon, “Asala” diyor, 1915’de Türk hükümeti Ermenileri bu topraklardan çıkartıp, bir buçuk milyonumuzu kesmiş. Ben bu inançla girdim…

Levon, eylem öncesini de anlatıyor. İstanbul’a buradan Ankara’ya geldiklerini, kimliklerini yırtıklarını söylüyor. Rehine meselesine giriyor: “Rehin alıp isteklerimizi söyleyecektik, olmazsa askeriyeyle çarpışacaktık. Biz ölümü göze alarak geldik. Türk halkına karşı bir düşmanlığımız yok.”

Sorgudan sonra saat 13.00’da duruşmaya ara veriliyor. Bundan sonrası tercüman üzerinden gelişiyor.

Son olarak Levon, kendi kalemiyle bir mesaj ilettiğini söylüyor. Yargıç, bunun dosyada yazılı olduğunu- bulunduğunu söylüyor.

Sonra gizli celse başlıyor. Burada ne konuşuldu, kimse bilmiyor.

Duruşmada, ayrıca 27 tanık vardır. Bunlardan biri emniyet görevlisidir; sanığın kendisine ateş ettiğini ancak yara almadığını, kendisinin üç el ateş ederek Levon’u elinden, göğsünden, omzundan vurarak yaraladığını söylüyor. Diğer tanıklar Levon’u görmediklerini, görenler de Levon’un, kendilerine ateş etmediğini söylüyor.

Levon, ayağa kalkıyor, “yaralandım” diyor: “Kimsenin üstüne ateş etmedim.”

Salon boşalıyor, kimse konuşulanlara ilgi göstermiyor ama tanıklar arasında Levon ve üç arkadaşının gittikleri bir pavyonda arkadaşlık ettikleri üç konsomatriste sıra gelince ve bunlar askeri savcı tarafından kibarca ifadeye davet edilince salon doluyor. Yargıç, soruyor: “Siz hiç beraber kaldınız mı?” Üçü, “otele davet ettiler abi, ama valla gitmedik abi” diyorlar.

Salondakileri bir gülme tutuyor.

Yargıç, saat 18’de duruşmaya ara veriyor. Bir buçuk saatlik aradan sonra askeri savcı, üç sayfalık esas hakkındaki mütalaasını okuyor. Levon hakkında, TCK’nın 450. TCK’nın 125. Maddesi gereğince ölüm cezasına çarptırıldığını söylüyor. Sanıktan son sözleri isteniyor. Levon, kısa konuşuyor: “Verilecek her türlü kararı saygıyla karşılıyorum. Ancak ben buraya bir terörist olarak değil, vatanımın kurtarılması için bir asker olarak geldim. Fakat buraya gelince yanıldığımı, görüşümün ne kadar yersiz ve abes olduğunu anladım.”

Yargıç, son sözlerini istiyor.

Levon, başıyla, “yok” diyor. Karar için heyet ara veriyor. Saat 22’den mahkeme heyeti salondaki yerini alıyor. Karar okunuyor.

Karar okununca Levon, şaşkındır. Tercümana sesleniyor. Asker, kes sesini deyince bu sefer el kol işaretleri yapıyor. Tercüman, duruşmanın bittiğini ama bunun kesin karar olmadığını, bir hafta içinde temyiz hakkı bulunduğunu söylüyor.

Levon, sessiz ve bitkindir. Görevli askerler, duruşma salonunu terk ettikten sonra tek kişilik askeri bir araçla cezaevine götürülüyor.

V

Birkaç gün sonra referandum için geri sayım başladı. Evren, meydanlardaydı. Referandum öncesi kimi yasaklar geldi, bunlara doğrudan yasak demek suç sayıldı: Mavi yasaklandı. Referandumun sonucu belliydi, yine de sembolik olarak bir sandık kondu. Evren, rekor kırdı: Türk halkının yüzde 92’si ona evet dedi, beyaz! Mavinin, ne işi vardı.

Yüzde doksan iki de bir sır vardır. Dokuzdan iki çıkarsa, yedi ederdi, dahası, Evren, Yedinci Cumhurbaşkanıydı.

Kış Ankara’da çetindi. Burundaki sümükler bile donuyor. İstanbul’a benzemiyor; Aralıkta başlayan kar, Ankara’yı kuşatıyor.

Bu arada herkesin dilinde bir oyun var: Şahları da Vururlar… İran Şahı ve Humeyni tavla oynuyor, biri diğerine diyor ki, “senin istediğin yedi yedi o da icat edilmedi.”

Sinemaların da tadı tuzu yok. Malkoçoğlu ve Kara Murat’ın yerini başka bir Murat almıştır artık: Dünyaya Kurtaran Adam.

Bu sefer Türkler kale yerine evreni fethediliyor. Filmde rol icabı Hüseyin Peyda’ya bilgin rolü verilmiş. Bilgin, davudi sesiyle, “Burası Hacı Bektaş Veli Hazretleri’nin türbesidir evlat” diyor: “Müslümanlık son peygamber Hz. Muhammet’le başlamış, asırlarca dünyada doğruluğun ve insanlığın rehberi olmuştur.” Birileri buna itiraz ediyor, Müslümanlık yerine, “Türklük deseydi daha iyi olurdu.”

Yeni yılda her taraf beyazlar içindedir. Ankara soğuktur. Levon’la artık sadece özel yetkili kimseler ilgileniyor.

Koğuştaki lambası açıktır, kendi kendisiyle konuşuyordur, ellerini duvara tutup, gölgelerle oynuyordur belki. Açılıp kapanan bir ranzası vardır, şiltesi çaputtur; solcular onu görüyorlar, bir gözdağı gibi, her gün onun hücresinin önünden geçiyorlar. Bazen sesini dinliyorlar, “Ben Levon” diye başlayan konuşmasını… İki de subay var, canları sıkılınca dövüyorlar. Bazen cam bardakta çay götürüyorlar, bazen sıcak yemek; kimi solcular, kızıyor. Kimileri kendi aralarında “Ermeni’ye sunulan nimetlerinden” söz ediyor. Tabii ki yemek verilmiyor, verilse de boğazından çıkartıyorlar hemen. Kıştır, askerler canı sıkılınca dövüyor, ısınıyorlar, ne yapsın ki genç erat! Uyutulmuyor hiç, dalacağı sıra, biri hücre kapısını vuruyor. Uyanıyor. Ölmekten korkuyor belki, yaşamaktan da. Belki de Allah’tan bir şey istiyor: Kendi ölümü! Havalandırmada beş dakika kalınca içeri alınıyor. Bazen, solcularla doktor kontrolleri sırasında yüz yüze geliyor. Levon, betona oturuyor, başı, bacaklarının arasında, bekliyor. Biri ona bir şey dese, asker, şunu söylüyor: Aç elini! Tam dokuz sopa.

Onu gözleyenler gülüyor. Evren’in imzasını bekliyorlar. “Bir iki hafta sonra, bu iş biter” diyor biri…

VI

O gün gelip çatıyor. Evren, 28 Ocak’ta idamı imzalıyor. Gazete bayileri, kitap evleri “İller Ansiklopedisi’yle dolup taşıyor. Gazeteler, Evren’in “dört kişiyi affettiğini” yazıyor.

Bir de Mehmet Ali Ağca var gündemde, İtalyan savcı, başkalarının tutuklanmasını istemiş…

Aynı gün, yatsı sonrası, saat 22’de, kadim etüt başlıyor…

Bu saatte Levon uyumuş mudur? Işığı açıktır; bunda amaç uykunun kırılmasıdır. Kırılma, düş bile görmesini engellemek içindir. Kadim bilgi: Uykunun kapısı kırılarak açılır. Düş yağması diye bir şey varsa, bu olsa gerektir; ışık açık tutulur ve Allah’ın mabedi olan beden içindeki ruha da eziyet edilir. Devletler şuna inanır: Beyin uyumaz!

Kimi insanlar, karanlıkta, özellikle de daralınca, atalarının ruhlarını solur, bir anda olur bu… Hatta kişi farkına varmaz.

Temsilidir…

Levon, cop ve topuk sesleriyle, yatağından doğruldu. Eliyle duvara dokundu. Soğuk. Elinin gölgesini izledi. Tuhaf. Tırnaklarından saç köklerine kadar, sanki bir konuk, onu ağırlamaktan yorulmuş. Sen gidersen! Sanki ikisi arasında bir konuşma var; final şu olsa gerektir: Şimdi değil…

Işıkları kapatabilirler ama kişi, eğer isterse, gözlerini kapatarak, çocuk günleri dahil, herkesi ve her şeyi, hatta sevgili ölülerini bile çağırabilirdi; hem ölü evinin kapısı da her zaman açık değil midir?

Bir zamanlar çanın yasak zamanını hatırladı, bunu ona biri anlatmıştı: Çan yasaktı. “Ama” diye eklemişti, iki taşı birbirine vurmak da suya ulaşmaktır. Birden su sesi! Nerden geliyor bu ses! Amcasının sesi, su biçimine girmiş olabilir mi? Eskiler, büyük ölmüşlerin sesine su mu derlerdi?

Gözlerini taş gibi kapattı. Gök yoksa tavan var, yıldız yoksa uğultu… Fesih edilen şeylerden sonra fetih… Işığa soluğunu ekledi, bir koku; zaman bu koku karşısında ırmaktı. Irmağın sesi geldi. Gözlerini kapatarak gölgeyi var edebilirdi ve o zaman denetlenen her hareketi için açık tutulan ışıkta yok olabilirdi… Hem zaman denilen, akan bir şey değil miydi? En büyük işi de ruhları kıyıya atmaktı ve insanlar, işte böyle akmak için uyumazlar mıydı? Su için damla ne ise, zaman için de anlara sığınmak oydu, ona sığınmak gerekti belki; böyle yapmazsa, hayat, birilerine öykünmekle sınırlı kalırdı ve öykünülen hayatlarda sadece sürüklenmek vardı; hatta renkler de hiç olurdu. Elbette, bir büyüğü, belki de ninesi, her gece, nerdeyse, şunu söylerdi: Ay gerekli!

Burun deliklerinde bir ateş; hava soğuktur, kalp hızlı, kan yavaş. Kolay bir şey değil, şimdi, şu an, yaşayanlara ve ölenlere işlerini, güçlerini hatırlatmak… Gece yarısı, günün yaralarını kapatmak içindir; cop sesleri, biri copu kapılara sürtüyor, bu ses, topuk seslerine karışıyor. Gece ayak sesi değil midir? Her ayak sesi kanı dondurmak içindir. Değilse, nedir bu telaş?

Bu saatlerde, kurt köpekleri mezarlara iner; mezarların kül döktüğü saattir, ölü noktalar çürür.

Adımlar sert atılıyor. Adımlar, şansa izin vermiyor, adımlarda ihtimal yoktur. Adımlara boyun eğilmez. Adımlar atılınca, belki de kendi altın zincirinin sıkı bir kuyumcusu olmak gerekir. Sarraf değil midir zaten? Sarraf değil midir? Kendi isteğiyle gölgeler arasında gerçeği aramak da buna dâhildir…

Kesin birinin uyanması isteniyor. Adımlar mutlak payesindedir. Ama gariptir; bu topuklu ayakkabılar bir yılan tıslaması da veriyor… Bu kış günü, bu tıslama! Biri demişti, belki de ninesi, gündüzün yılanı kaçar, sen asıl, gecenin yılanından kork…

Kulağında tıslama.

Bir duygu var mı? Bir ısırma ama bu bir ısırma da değildir, bir uykunun kırılması için ince bir işlemdir. Belki biri, ninesi, bu saatlerde akseden, eğer yalnızsan bu bir sır: Mutlak iniyor ve dokunuyordur sana: Her şey sonsuz, söz de sonsuzdur.

Gözlerinde binlerce kişi… Kimse unutulmamış; herkes diridir: Soluk bir sonsuz. Kendisiyle, ölüleriyle yüz yüze… Saatlerde kaybolmuş, saati, akşam yedide alındı. Aynaya bakma imkanı da; bu yapılırken, çarşafları da yenilendi. Çarşaf yenilenirken sanki bir boşluk da elendi; sanki bu çarşaf onun için değildi. Geceyle yüz yüze, hatta gözler kapalıyken, gece de onu keşfetmiş; bütün yıldızlar, denizleri içine almış. Zaman! Ama bu birilerinin zamanıdır, işleri güçleri de zamana biçim vermektir; zaman her şeye biçim veriyor. Buna gücü var mı? Zaman, hatta tarih bile onunla biçim verecek kendine…

Gece, ışıltıyla kırılıyor. Gözleri kapatarak kırılan şeye ne denir? Biri, belki de ninesi, hasret demişti bir keresinde… Dalgalar yayılırken, köpüklere dua eder balıklar; bütün balıklar bilir ki yüzmek diye bir şey yoktur, balıklar hiç yüzmezler, kendilerinde kaybolup giderler, izlerini de süremez kimse.

Gözlerini açıyor. Gölge mesafeleri kaplıyor. Elbiseler saat gibi, bir şey diğeriyle kurulmuş, hatta hepsi önceden kurulmuş, ceketi, şeytan kumaşından… Biri, belki ninesi, gölge zamanı, zaman da gölgeyi kapsadığı an, narın sesi bir tane değildir, demişti; bunca ölümden sağ salim kurtulan bir gölge, işte!

İçindeki kuyuya inmek üzere, beyninden bir merdiven, kalbinden çivilere inecek kendine ve ölmeden önce, kim istemez ki doğduğu yerlere gömülmek; insanın doğduğu yer sıcaktır.

Ayak sesleri, hışırtı, tıslama; hiçbir ses kuşkuya yer bırakmıyor. Seslerin gücü! Seslerin gücü nereden gelir; güç tıslamadan mı, hışırtıdan mı?

Sesler kapıları açıyor, kapatıyor ve her kapı açıldığında soğuk; berrak olan, bulanıklaşıyor; kapılar bulanıktır, yüzler bulanıktır, sözler bulanıktır hep; şimdi ki görüntüler bulanık…

Dinmiş bir su sesinin bıraktığı iz, terlemiş toprak kokusunu verir; o zaman, bir sarkaç vardır ve sarkaç, varlığın görüntülerini muammaya boğmak içindir: Bir yanda hareket, bir yanda bir mezar menteşeleri için, öte çağlardan getirilmiş bir demir söylencesi vardır: Her şeyin berraklığı bulanıktır; kapılar düşüyor ve her kapı düştüğünde, kendine bir kilit bulabiliyor ki zaten düşmeden maksat, bir kilit arayışıdır; bu yüzden çarpmalar, uykudan uyandırma adına yapılır, amaç soluksuz bırakmaktır: Kesinlik! Kanıt. Mekan ya da bir sürü şey. Bir beyhudenin ayakta kalması için, adına hayat denilen geçitlerin ağzına ceset doldurma… Böylece büyük devletler yol alır kendine.

Biri demişti, belki ninesi, ağzı toprakla doldurulmuş bir nalbandın soyu… Evet, diye başını sallamıştı: Taş ve harç oldukça da sürecektir ve taşı tutan gölge! Onun gölgesini, yine onun nehrinden gelen ışıkla boğmaya ant içmiştir.

Kim korkar ki tarihten: Göçebeler!

At besleyen ve atına her nalı vurmayan biri söylemişti, demişti: Sen korkma tarihten ama talih şimdi daha büyüktür tarihten; zaman gölgelerle daraltılmıştır… Tarih, bir belge değildir, fısıltıdır; fısıltı ihbardır; birini ihbar ederek, bir tarih yaratıyorlardı şimdi, şu an; bir tarih yaratıyor gölge, yanına, zamanı alıyor, ona da bir yüz de buluyorlar; oysa yüzü, tek ölçüydü, yüzüm tek ölçümdür dese de; şimdi, her bir şeyin üstünü örtmek için, ölçüyü ortadan kaldırıyorlar. Dalıyor. Buraya gelirken dokuz yaşında, hiç görmediği bir amcası vardı, bir an o aklına geliyor: Adana’dan Burç Hamud’a giderken, amca, annesinin sırtında ölmüş, bir kayanın dibine gömmüşler… Bu mezarı bir gün görebilecek miydi ve şimdi görse ne olacaktı? Görse, belki her anlattığında ağlayan babasının bir damla gözyaşı silinecekti…

Çıkıyor, kolunda iki kişi, ayaklarında prangalar, üstüne bir şey giyinmesine izin vermiyorlar; pijama neyine yetmez, belki de yarın sabah, takım elbisesini başkasına giydirecekler, hem bu olmadık bir şey değildir…

Anlıyor, duvar saati! Yaşamanın bir önemi yok, onların gürültüsü şimdi tek gerçek; zamanı onunla dolduruyorlar, anlaşılmamış bir geçmiş, anlaşılmamış bir ruh, ölerek birilerini kıyıya vurabilir mi?

Saat 00. 30. Merdivenler, koridorlar, iki kişi, koluna girmiş, bir taraftan dövüyorlar. Şamil, kurbanlık alır gibi elini ensesine atıyor, omuzlarını yokluyor. “İyi baktık sana” diyor, daha iyi bakacağız… Saat, 01. 51 olunca, biri sevince boğuluyor, ne yapacağını bilmiyor. Can, diye bir şey kalmıyor, ruh çekiliyor, tarih 29 Ocak…

Bir yalaka 9’u ikiden çıkartıyor, 7 diyor!

Ailesine, yakınlarına, mektup yazılmasına izin verilmiyor. Fotoğrafları çekiliyor mu? Bunu da kimse bilmiyor.

O gece, cesede ne yapıldığını da kimse bilmiyor.

Sonraki gün, çoğu kimse, Enver’in 1915’te söylediği sözü değişime uğratarak kullanıyor: “Türkiye’de artık Ermeni meselesi diye bir mesele kalmamıştır.”

VII

Araya yıllar giriyor. Herkesin kardeşlik şarkıları söylediği bir zamandır… Balat’ta bir yer bulsak, eski bir Yahudi evi, şöyle bir restore etsek, altı cafe, üstü yemek hane; Feriköy’de caddeye yakın bir yer mi tutsak, “Ermeni yemekleri” yapan biri var, paraya para demeyiz; bir de Rum mezeleri harikadır, nerde bulacağız şimdi laterna… Selanik’te Laterna yapan biri var, onu bulsak, şöyle bir kardeşlik duygularımız canlansa, arada horonda teperiz tabii, hele bir Levanten şarkıcı bulsak, müşteriler birbirini yer…

Bir film yapalım, Ermeniler olsun. Senaryosu da hazırdır: Dedemin Kurtardığı Ermeniler! Bir roman yazalım, içinde Ermeniler, Rumlar, Yahudiler olsun, karakter söz konusu olunca erkek Türk olsun… Kültür bakanlığından kolay geçer…

Araya yıllar giriyor. Solcular, asılmış devrimciler için geceler tertipliyor. Herkes kendi şehidine asılıyor: Meyve veren tek ağaç darağacıdır! Anmalar, duvar yazıları… Sonra irili ufaklı konferanslar, herkes anılıyor.

Başbakan idam edilen birinin mektubunu okurken gözyaşlarına boğuluyor…

Birinin adı bile anılmıyor…

Araya yıllar giriyor. Levon’un ailesi, cesetlerini taşımak istiyor. Eren Keskin’in kapısını çalıyorlar. Aylarca süren bir tartışma başlıyor. Keskin, anlatıyor: Mezardan bir kadın cesedi, köpekgillerden başka kemikler…

Oraya gömülen kadın kimdir?

Ya Levon’un cesedi, nerdedir?

Şimdi ki meclis, gelecekte ki meclis, acaba bu mezar yerini tespit edecek mi? Bir mezar taşı diktirecek mi?

*

Not: Bu yazı, teknik anlamda kimi yerlerde kurgulanmıştır. O anlar, günler, hissedilmiştir. Bunda eğer yakınlarını incitecek bir şey varsa, peşinen özür dilerim. Amacım şudur: “Bu masal, her şeyi sahneye koyan okurun zihnine seslenir” (Stephane Mallarme). Zamanın pek çok tanığıyla görüştüm… Bunda en fazla Sırrı Süreyya Önder’in katkıları vardır, teşekkür ederim…

İlginizi çekebilir