Müslüm Yücel: İskenderiye Dörtlüsü’nün Pursewarden’ı

İskenderiye!

Bütün hikâye burada başlar. Bir kentin, bir kahramana döndüğü ve daha sonra kahramanları gibi kederlendiği bir anlatı ile karşı karşıyayızdır. Duvarların sarı rengi ile insan yüzlerindeki buruşukluklar birlikte gider ve duvarın bir tarihi olduğu gibi her yüz bize yaşanmışlığın belgesi olarak sunulur.

Kente girmekle, insanın içine girmek birdir. Romanın kahramanları şehir gibi birbirlerine ses verirler; bu, kentin üzerine kurulduğu kumtaşlarının birbiriyle konuşmasına benzer. Romanın kahramanları kent gibi limanlara, T biçimli dalgakıranlara, geniş kıstaklara sahiptirler ve hepsi kentin ötesinde bulunan, çölden ve dağdan kaçan göller gibi (Meteotis Gölü) içlerine sızarlar. Nil’den beslenen kent, elbette ki pamukla ayaktadır; roman kahramanları bu pamuğun iplikleri gibidir; biri diğerini dokur, hepsi gelip yazarın içinde birleşirler, tezgah odur: Lawrence Durrell.

Kent ve insanın birbirine dönüştüğü/ benzediği belki de en önemli yapıtlardan biridir İskenderiye Dörtlüsü. İnsanlar, ruhlarını kentten alırlar. Justine, bir yanda kadın diğer yandan İslam/Müslüman çoğunluk karşısında Musevi bir azınlığı ifade eder; Musevi yanıyla dünyaya karşı durabilir, kadın yanıyla baştan çıkarıcıdır ama. Meryem ve şeytan arasında yer alır.

Bir yandan baştan çıkarır, diğer yandan ulviyet katına çıkar. Sadıklık ve aldatma; ihanet ve erdem yan yanadır onda. İkisine gebedir, ikisiyle “erkekler” doğurur, bunlar âşıklarıdır. Hain olduğu kadar, güvenilirdir; tıpkı, kentin limanı gibidir; ondan gemiler (erkekler) kalkar, ona gemiler sığınır, demir alır vs. Her gemi kuşkusuz yüküyle yaklaşır ve onda ikiyüzlülük ile hafifler. Bu yüzden Justine için aldatma, ikiyüzlülük karşısında masumluk barındırır ve o Meryem katına çıkar.

Doğuludur ve efendisi olmak isteyen Batı, ona boyun eğdiremez. Bu yüzden o bazan melek, bazan şeytandır. Justine yazarın bakışı ve onu konumlaşıyı tipik Hırıstiyan öğretisinin liberalizmle çiftleşmesinden doğan oryantalist bir söylemdir. Shakespeare’den bu yana uyanık, zeki, kurnaz, yağcı, yalaka, lastiği gevşek vs bütün özelliklerin toplandığı Musevi tipi, Justine üzerinden de görülebilir.

Memlik Paşa ise rüşvetçi (Müslüman) bir tiptir.Justine, çok kimseyle ilişkiye girmiş, sonuçta zengin bir adam olan Nesim’in karısı olmuştur. İşini de bilir: Konsoloslukta memur bir yazar olan Pursewarden ile de ilişkisi vardır. Tuzaklar kurar, ayartır; sevişip mutlu ettiği zaman melek, ayrılıp gittiği zaman şeytandır. Yazarın arka plan bildirisinde İskenderiye ile Justine iki kaşık gibi iç içedir. Doğu, tümüyle ortayı ifade eder; dişilik, ordadır, ortadadır. Batı ise delici, kazıcı ve sonuçta, kazık çakıcı ve nihayet dayanamazdır; Sina Çölü olan kadının rahmine/ deltasına, gemisini, yükünü indirir; denize buradan ulaşmak ister.


Kadına dönük bir strateji ise anlatılar boyunca görülür. Her şey kadına dönüşür, her şey ondan gelir. Romanın kahramanı, ki asıl kahraman kent dediğim gibi Justine benzer ve Justine varsa, yazar burada, vardır. Kadınlar da kadınları sevmezler burada. Örneğin Clea, Justin’i sevmez. Clea için Justin, bir erkeğin aradığı “fahişedir” ve bir fahişe ancak bir erkeğe ihtiyaç duyduğu gücü verebilir. Ona eş diyemez kimse, sevgili diyemez ama onsuz da olamaz kimse.

II

Durrell’in tezgâhında Justine, Naruz, Nesim, Amaril, Clea, Darley, Baltazar, Mauntolive, Leyla, Liza, Mellisa ve tabi ki Pursewarden dokunurlar ve hepsi kabul ve ret arasında kalmış “tutkularla” dile gelirler. İnsan kalbi, tıpkı kent gibi savaş alanıdır, en basit bir bakış bile mayına bedeldir. Savaşta ölünce kahraman olan ve anlaşılan kimseler aşkta da son mektupları olan intihara seslenerek anlaşılırlar.

Aşkı yaşatan birbirinden uzak olmadır. Darley’in kente gelişi “yıkılmış” bir kente olur. Aşk cephesinde ise durum aynıdır; insanlarda yazarın bakışı ile yıkılmıştır. Savaşta mermiler ne ise, aşkta da sözcükler onlardır. Bir daha demek burada, onarmaktır ama, nasıl?

Darley, Justine ile karşılaşır ama bu karşılaşma aynı zamanda bir yüzleşme demektir. Yüzleşme, artık bitti demektir. Bundan sonrası vicdandır! Darley’de iğrenme başlar. Çünkü hayat onun için koltuk değneği, kadınlar bu deneğin hammaddeleridir. Aslında yüzleşerek, onarılmak ister, hala bıraktığı gün gibi bulmak ister. Bulamaz. Bulamayınca tipik olan başlar: İğrenme. Çünkü “iğrenme kendine tapmaktır”.

Yazarın büyük aşkı boy verir: Clea, bütün hayatlara girmiştir. Kent ve aşk yine birdir. Değişen tek şey, ikisinin girip çıktığı- ikisine girip çıkan hayatlardır. Ama tutku vardır işte; insanlar, nasıl ki kentin düşmemesi için ellerinden geleni yapar, şehit düşerse, aşıklar da verdikleri savaşta şehit düşerler.

Savaş ve aşk arasında Pursewarden görülür. Memur ve yazardır. İngiliz’dir. Bütün İngiliz ruhu onda çırpınır. Gerçekten ayrılmamak ve ayrıldığı zamanda asla bunu kabul etmemek gibi bir huyu vardır. Evlilik onun için sadece şiirseldir ama gerçekte felakettir bu ve hiç bir şey, göründüğü gibi değildir. Hayat insana, Pursewarden’in bakışıyla tıpkı bir sepetin içindeki yengeçler gibi bir arada oldukları zaman birbirine tırmanmayı göstermiştir.

İskenderye’nin temellerini ruhunda Justine ile atan Pursewarden bundan sonrasında bir temel arar kendine. Sanırım güçsüz insan demek gerek, sanırım güçsüz insanlar biraraya gelirler demek gerek; evet bunlar Pursewarden’in bildirisinde bir araya gelerek/ evlenerek birbirlerini incitirler. Her şey, dizginleri elde tutmak için üstelik… Değer mi?

Pursewarden yaşamı sorgular. Amacı, romanda konumlanışı da zaten budur, sorgu ve bu sorgu sonucunda insanı tedirgin eder; duyguları ve düşünceleri ile bu tedirginlik bir temele oturur: Yazı! Yazarak, amacı bir eser vermek değil. Yaşamın ötesine geçmektir. Durrell’in emin olmadığı, yazmaya cesaret edemediği şeyler için Pursewarden bir denektir.

Olabilir mi diye biten soruların yanıtı ondadır. Aşk, Pursewarden’da, yazdığı kitaba göre kişiliksiz insanların, kişiliklerinin boşluğundan doğar ve bu boşluğu doldurmak için aşık olurlar/ sanırlar. Bu yüzden bir süre sevinir, sonra ayrılırlar. Çünkü, amaç sevmek değildir, dünyaya ait olma, dünyaya bağlanma edimidir. Ölü zaman içinde diri tutulan ise bir rüyadan uyanma halidir.

Justin ve Pursewarden’in meşhur bir karşılaşma sahnesi vardır. Justin halıya işer, cesede dönmüş bir kişi olarak Pursewarden’i de tokatlar. Amaç, uyandırmaktır. Ölü birini uyandırmak, öleni mite dönüştürmektir. Korku buradan gelir.

Anlatıda bütün kişiler, az ya da çok, Justin’e benzerken yazara benzeyen tek kişi Pursewarden’dir. Hatta, gölgesidir. Kitap içinde kitap yazar; gövde yürürken, bedeni kapsar bir niteliği vardır. Ama roman boyunca, biri değerine dönüşme şansına sahip olmadıklarından birinin diğerinin neferi olmaktan başka şansı kalmaz.

Bu yüzden biri kenti terk ederken, yerinde kalan onun bir başka biçimidir. Terketme yok aslında ve terkedenin yeri ona dönüşen biriyle kapatılır mutlaka. Clea’da, örneğin savaş süresince İsrail’e giden ve burada adeta bir savaşçı kesilen Justin yok olsa bile onun benzerleri/ aynıları hep vardır, olacaktır.

Roman bir bütün olarak aşka ve savaşa odaklanmıştır. Öpüşmeler bile ölümün bir yaprağı gibidir. Herkes, yeniden canlanmak ister ama, ölüm onları önüne katıp gitmiştir. Ölüm romanın hayaletidir. Herkes onu bir meyvenin çekirdiği gibi taşır içinde; ister savaşta ve isterse aşkta olsun, bu böyledir. Normal dışı tek ölüm intihardır ve bu ölüm Pursewarden’e aittir; üç kitap boyunca intiharın izleri süreriz; Baltazar’da Pursewarden intihar eder o kadar; Mountolive’de intiharın nedenleri üzerinde durulur; Clea’da bu neden açımlanır: Durrell’in gölgesi, kör kız kardeşi Liza’ya âşıktır.

Durrell böylesi bir aşk ve böylesi bir kahramanla Klasik Yunan ve Romantik kuşakla bir bağ kurar, hiç hesaplaşmaz; temel malzeme ise burada yasak sevidir. E.T.A. Hoffman’ın Rahibe Monika, Geothe’nin Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları, Percy Bysshe Shelley’in Laon and Cythna, Byron’un Manfred şiiri (ek olarak Keats ve Pompal) evet bunlar, bir çırpıda akla gelenlerdir.

Mary Shelley’i de elbette ki anmam gerek tabii; Frenkeştayn’da karşımıza çıkan garip baba; Viktor, daha sonraları ete kemiğe bürünür; Mathilda’da intihar ve ensest “baba” figürü etrafında gelişir. Mathilda “yasak bilgi – sevgiyi” alır (tadar), ve bunun karşılığında cennetten ve sırlardan kovulur. Baba bıraktığı mektupta, karısının ruhunun annesine geçtiğine inanır.

Pursewarden sevdiği kadınlarda aradığını bulamaz. Justin’e bağlanamaz, metresi Melisa ile sadece bir şey yaşar, bir şey! Ama kız kardeşine, Liza’ya başkasının dokunacağını hissettiği an boğulur. Clea’nin resimleri gibi bütün renkler bir çırpıda belirir. Montolive, Liza’ya ilgi duyar ve bu ilgiyle Pursewarden kardeşinin, bilgisine varır ama içinden çıkamaz.
Yinelenen bu haller (ensest- intihar) diğer romanlarında da karşımıza çıkar.

İntihar da ensestte romanda bir çatışma halini ortaya çıkartır; beden, kalp ve beyin diye ikiye bölünür; insan ruhu ile bütünleşmenin ve ayrılmanın (her ikisinin de) sınırına dayanır. Ölüm hayatı, intihar ölümün bir devinim hâli olarak geçer. Ölümde kabul ettiğimiz hayat biter; intiharda hayata, bedenimizi yok ederek dur deriz, elimizde olan budur sadece.

 Lawrence Durrel, İskenderye Dörtlüsü, (Justine I (1984), Balthazar II (1984), Mountolive III (1985), Clea IV (1985); Yeni baskılar Can yayınları (2017), çev., Ülker İnce. 

İlginizi çekebilir