Müslüm Yücel: İran, yenilecektir

Gözlerimiz, kulaklarımız, kalbimiz, beynimiz İran’dadır; Kürdistan’da… 

Her şey bir film şeridi gibi gözlerimizin önündedir: Simko gözlerimizin önündedir. Altı arkadaşıyla Tebriz’e gidiyor, kapıda karşılanıyor, atlarını hemen ahırlarına alıyorlar, yem veriyor ama bir atın, teçhizatını çıkartıyorlar hemen, sonra diğer atların. O sırada yemekler ikram ediyorlar, tatlı sözler ediyorlar, herkes birbirini can kulağıyla dinliyor ama yemekten sonra, Allah’ın kimseye reva görmeyeceği bir acıyla Simko’nun kalbini dağlıyorlar, gözleri önünde oğlunu öldürüyorlar, sonra kendisini. Altı atlıdan biri ahıra koşuyor, bir de bakıyor, atları çıplak bırakılmış, üzengileri ortada yok. Atlardan birinin yelesine tutunuyor, kaçacağı sıra, o zamanlar yeni olan İngiliz malı tüfeklerden biriyle arkadan vuruluyor; cesedi bir ata bağlanıyor, çekiliyor… İran, sadece öldürmüyor, yaşayanlara şunu söylüyor: Bu ölümden bir ders çıkartın! Öldürmek sadece, ortadan kaldırmak değildir; öldürmek, yaşayanlara büyük gözdağıdır… İktidar, öldürerek ayakta kalır, yaşar; hapishaneleri ve cellatları bu yüzden çok itibarlıdır.   

Simko, 1930’da vahşice katledildi. Ölüye saygısızlığın ortadan kalktığı bir zamandı. Belki bir gün rüzgârın atlara yaptığı kötülükler tarihinde yer bulabilir… Belki sağlam bir tarihçi, Simko’nun kızının, kardeşi ve babası arasında kalan ağıtlarını derleyebilir… Bir dengbej buna yeniden ruh verir, olmaz mı? 

İkinci dünya savaşından sonra Stalin Devri başladı. İran’da Kadı Muhammed ve arkadaşları asıldı; kadınlar o gün ölmüşlerine ağıt yakamadı. Herkes toprak damlarının üzerinde at arabalarına bindirilen ölülerini sessizce aldı, gömdü. Hatta derler, kimilerinin yıkanmasına bile izin verilmedi. Hatta derler, kimi kadınlar eşlerini, oğullarını gizlice yıkadı… Tarihte kabul etmişti sanki, Kürtlerin bahtı kara ve zemzemle yıkansa da bu baht beyaz olamazdı. 

Sonra Qasemlo ve arkadaşları tuzağa düşürülüp öldürüldü; onları öldürenler İran’ı yönetti… Ahmedi Necat denilen yer sikkesi bunlardan biriydi. Bu cinayetlerle yükseldi ve her gün bu adam, TV’lerde göründü, alkışlandı. Bir katil ne kadar alkışlanabilir? Bir katilin de sonu vardır. İnsan Allah’ın elini unuttuğu zaman katildir. Bu adamlar katildi ve her gün kirli mi kirli ağızlarına aldıkları Allah, inandıkları bir varlık değildi, salt işlerine yarayan bir şeydi. Tırnaklarının arasında, saç köklerinde hala kan vardır. Fırat’ın suyu temizleyemez bu kanı… Ruhu kirli olana su ne yapsın? Hiç!

İki binli yıllara geldiğimizde İran, Orta Doğu’nun silahlı, kontra merkezlerinden biri haline geldi; Haşbi Şadi/ El Kuds gibi sınır ötesi milis güçleriyle varlığını sergiledi. İlk eylemi de Kerkük’tü. Hepimiz hatırlarız, Mesut Barzani yaptığı referandumla halkın yüzde 93’ünün desteğini aldı. İran, Türkiye’yle ittifak içersine girdi. İran derin devletinin bir numaralı ismi Kasım Süleymani, referandumda Barzani’nin yüzde doksanı devirmesini kendine yediremedi. İki devlette, İsrail karşıtlığı üzerinden Barzani’nin üstüne geldi. Barzani’de mermi sıkmadan Kerkük’ü verdi. Barzani, onurlu adamdır, bu utancı kendine yediremedi, sustu ve bir kenara çekildi. 

Şimdi, son bir haftadır, kalbimiz yanıyor; acımız, yassımız, öfkemiz büyüktür ama ayağa kalkmanın bir muhteşemliği vardır: Öcü alınmamış acılardan hesap sorulması muhteşemdir. Ben ayağa kalkmıyorumdur belki ama ayakta, benim adıma, benim için taş atanların kalbi bana coşku veriyor… Gözlerimizin önünde kötülüğe dayalı bir inanç, bir bilgi, ona duyulan ihtiyacın hızı, gelip buluyor beni/ bizi o büyük şimdinin içinde; şimdi ayaktalar; yolculara nefes olmaya çabalayan kelimelerin içinde olsam da başım çok diktir, bilincim diridir… 

Kim ki şimdi İran’ın sokaklarında yürüyenler? Onlar, açık bir yürekle, alemi kendilerinde yürütüyorlar. Dur deyince alem duruyor; tek asaları aşktır, tek amaçları hürriyet ve eşitlik… Bu kadar güzel mi söylenir Kürdistan. Üstelik bunu İranlı, Fars kadınlar söylüyor: Jin, Jiyan, Azadi.

Açıktır, Kürt kadın hareketinin Suriye üzerinden başlayan direnişi, bir kurtuluş olarak boy veriyor. Hatta tek kelime Kürtçe bilmeyen dünyanın başka dillerinden olan kadınlar sokağa çıkıp Jin, Jiyan Azadi diye slogan atıyorlar. 19’uncu yüzyıl sosyalistlerinin tek bir sloganı vardı: Bütün dünyanın ezilen halkları ve işçileri birleşin… Komünist Parti Manifestosu’nun ilk cümlesi, “Bir hayalet dolaşıyor…” 

Şimdi, bir kadın hayaleti var; İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde, aynı nefesle dolaşıyor… Bir şeye gebe: Jin, Jiyan, Azadi…

Devrim, sonuç versin vermesin kendini sanatını da üretiyor. Üstelik hiç zorlama olmadan. Biri bir karikatür çiziyor; bir kadının uzun saçları var ve bu kadın viyola çalar gibi saçlarını tarıyor, taradıkça mollalar düşüyor. 

Devrimin bir bayrağı da var: Kadınların kestikleri saçlar. 

Mahebad Kürt Cumhuriyeti kurulurken, Stalin bir müzik aleti göndermişti, bir de dikiş makinesi, demişti; kendinize bir marş besteleyin, bir de bayrak dikin! Stalin için Kürtler ve Kürt devrimi bu kadardı. O kurmuş, o canı isterse yıkacaktı. Hiçbir Barzani’nin benzemediği Mustafa Barzani buna gülmüştü, “bize silah gerek” demişti. Şimdi, terzisi insan ruhu olan bir bayrağımız var ve İran kentlerinde bu bayrak dalgalanıyor… Bu bayrak kadınların saçlarıdır. Bu saçlarla, devletin özel demirlerinden üretilmiş, özel iplikleriyle örülmüş ve üzeri devletin dinini tebliğ eden imalar asılmış bayraklar yere düşüyor: İran’da kimi kentlerde, bu bayraklar indiriliyor. Bu bayraklar, kadınların örgüleriyle indiriliyor.

Üstelik bu bayrak o kadar büyük ve o kadar tarihseldir ki. Leyla Kasım, asılmadan önce “benim örgülerimden bayrak yapın” demişti. Düşünün bir, biri başörtüsünü ateşe atıyor ve öyle bir dans ediyor ki, sanki bu Leyla Kasım’dır, onu ruhunu almış ve daha birçok kadın, sokağa çıkmış, saçlarından dolayı öldürülmüş Mahsa Emini’nin sesi olduğunu söylüyor. Hiç duymadığımız bir ses, birden sesimiz oluyor. Bir kızım olsa, adını Mahsa koyarım diyor biri. Başka biri, biz Mahsa’nın çocuklarıyız diyor. Bir büyük güzellik, böyle hunharca katledildi mi, işte böyle çocuklar doğuruyor… 

Saç örgüsü! Hepimizin belleğinde bir saç örgüsü daha vardır. Sessizce, bir anda aklımıza gelen… Kan bedeli olan, berdel olan analarımız, kız kardeşlerimiz… Onların sessizce kesip yastıklarının altına sakladıkları saç örgüleri; onlarca erkek çocuk doğurmasına rağmen tek kelime konuşmayan teyzelerimiz… Sonra yas sandıkları; ölen kadınlar saçlarını koyup saklandığı sandıklar ve biri ölünce, çıkartılan, ağlanan o örgüler… Sonra birden köyden şehre geçip, kestirmeden zengin olmak isteyen atarların çok ucuza, İstanbul berberlerine sattıkları o saç örgülerinin saklı olduğu sandıklar… Bir de köylerimizde kınalar vardı, su toplanırdı; bu kınaların etrafı ot dolardı… Bu otlara Fatma anamızın saçları derlerdi… Fatma anamızın saçı o zamanlar az olan kuyulara karşı, kirletilmesinden korkulan sularımızdı… 

Bir hafta içersinde göklere çekilen bu bayrağa karşı kimsenin direnme gücü yoktur. İlk gün ağırdı; Mahsa Emini’in, annesinin iki hamlesi dikkatimizi çekti: İlki mezarın başına gelişiydi, ağlayışıydı ve sonra kızı mezara gömülürken, kefene kapanışıydı… İkincisi, toprak atıldıktan sonra orada kalışı, gitmek istemeyişiydi… Bize birkaç fotoğraf ve birkaç video görüntüsüyle verilen buydu; bu bir anneydi; Allah değil ama tanrıydı; kadın, ruhuyla gördüğüne elleriyle sahip çıkıyordu. 

Neydi bu? 

Büyük bir tablo, Diego Rodriguez’in Yakup’un Yusuf’un Kanlı Giysilerini Alışı! Bunun bir de rivayeti vardır. Yakup’un gözleri açılır.  

Yıllarca kuyuya atılan, kanlı giysileri şeref diye sunulan kadının gözlerinin açılmasıydı bu ve tek bir tanık vardı: Vicdan!

Büyük bir tablo daha, Hans Hobein’in Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni! Dostoyevski bu tabloyu görünce şunu söyler: Böyle bir haksızlığa göz yumacak bir tanrı yoktur. 

Sonra ki gün kadınlar saçlarını kesti ve eylemler başladı. Artık motosikletle geçerken bile canı sıkılıyor diye kadınları vuran polis ya da kendini polis yerine koyan dini bütün, kalbi çürük “vatandaş” yoktu… 

Ve dünden itibaren Humeyni fotoğrafları indirildi; Humeyni taşa tutuldu, Kasım Süleymani taşlandı. Humeyni, bilinir Kürtlere ve Komünistlere söz verdi ama başa geçer geçmez, yıktığı şaha döndü. Pornografik söylemlere gönül verdi.  Basit bir şairdi, güçlü bir hatipti ama anlatı yolu, pornografikti, şunu söyledi: Başörtüsü takmayan, çıplak olarak görülecektir… Alımlı, usturuplu ama bir o kadar da baştan çıkartan bir ifade… Bir de açık bir savaş ilanıdır bu söz. 

Soru ise şimdi, şudur: Şii dikta ne yapar? 

Şii dikta geri adım atmaz, hatta karşıt askeri ve siyasi guruplar kurar, başörtüsünü dinsel bir figür olarak işler, eyleme katılanlara, destek verenlere cezalar yağdırır: İdam en hafifi olur. 

Kürtlere de baskılar artar. Dedeleri Tudeh’ten olanlar bir şey yapabilirler mi? Yıllardır, bilene bileni biten bıçaklar, hiçbir şey yapamazlar; ne Mao ne Lenin ne de Troçki’nin artık İran’da esemesi yoktur. Şimdi sokaklarda olanların belki büyük dedelerinin albümünde birkaç kare vardır ama bu bir devrimi ateşleyecek güçte değildir. 

Son bir haftadır, eylemciler ve eyleme destek veren kimselerin görüşlerini okuyorum. Hepsi, sorunu iyi tahlil ediyor ama bundan sonra ne olması gerektiğini söylemiyorlar. Öncü güçleri yok; silahları, taştan ibaret. Birkaç gün sonra Şii dikta askerleriyle sokağa çıkar ve herkesi dağıtırsa, bize sadece acı kalır… Bir de İran, katliam yapmada ustadır. Her an bir katliam yapabilir… 

Eylemlerdeki sloganlar çok önemlidir. İki kısım slogan var; ilki, kadına, eşitliğe, hayata dair sloganlar; bedenime, ne giyindiğime karar veremezsin; iki, İslam bir dindir ve sen beni, inandığın şeylerle yönetemezsin. Bu sloganlarda birey ön plana çıkıyor; ikincisi doğrudan rejim değişikliği ve bu rejimin mimarı olan simgelere karşı sloganlar, eylemler; Humeyni’nin fotoğraflarının indirilmesi gibi.

Kadınlar geri adım atar mı? Bu kamuoyuna bağlıdır. Dünya bu meseleye açıktır. Kadınlar, hiçbir dönem şimdiki kadar ayakta olmamışlardır. Ancak rejim bunun önünü almaya başladı. Kadınların dışarıyla ilişkisi, dün itibariyle kesildi; 22 Eylül itibariyle video paylaşımları aza indi: wat-sap vb yayınları engellendi ve dün akşam, Kürt kasabalarına, orta ölçekli şehirlere askeri yığınak başladı. Kürtlere saldırı olur ve Tahran gibi kentler karışmazsa İran, Kürtleri bir çırpıda katliama tabii tutar. “Adına da iç savaş” der. 

Olup bitinler, bizim kalbimizde, ruhumuzda çok önemlidir ama İran’daki Şii rejim için bunların önemi yoktur. Hükümetin, Saddam’la savaşını bayram diye kutladığı bu günlerde bundan beslenebilir de. 

Herkes Kürtlere güvenerek sokağa çıkar, muhalefeti Kürtlerle canlı tutar ve bir süre sonra Kürtler, fillerin ayakları altındaki çimene döner. 

Eğer Kürt siyasiler, baş sağlığı mesajları yayımlamaya ve yerlerinde oturmayı sürdürürlerse, bu hareket, dün akşamdan beri sokağa inen ve artık mermi kullanmada askere ve polisine sonsuz güç veren Şii rejim tarafından bastırılır.  Bu  risk vardır. Bu durumda yanındayız, acısını paylaşıyoruz gibi açıklamalar yavandır. Herkes Kobani diyordu, Kobani yüceltiliyordu, İstiklal Caddesi’nde Kobani şarkıları çalınıyordu ama sonra Kobani davası başladı, şimdi, davaya müdahil olan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. 

Güney Kürdistan Meclisi, açılışını, Emini için, saygı duruşuyla yaptı. Sembolik olan şimdi, sokaktır ve kadınlara yapılan kötülüklerdir. Ya Leyla Kasım’ın bayrağı altında onurluca bir duruş sergileyecek ya zaten güçlü olan medya kuruluşlarında küçük mesajlarını manşet yapıp yaşayacaklardır… 

Bir de meselenin medya yanı var. Türk medyası bu meseleden uzak duruyor. Laikler, bu eylemleri, salt saça indirgiyor, buradan, yeni bir cumhuriyet söylemi üretiyor. Sanki ortada bir sosyal medya savaşı vardır. Meselenin Kürt yanı es geçiliyor. Jin, Jiyan, Azadi; slogan değil, hayattır. 

Türkiye Kürtleri! Türk devrimcileri! 

Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra elbette bir şeyler yapacaklar… 

İlginizi çekebilir