Müslüm Yücel: Ev karadır; Karanlıktır 

Koronavirüs, bizde başladığından beri (11 Mart) herkes gibi bende eve çekildim. İlk günler iyi geçti. Temizlik yaptım, kitaplarımı düzenlendim; senelerdir bakmadığım kitaplar arasında kimi notlar, fotoğraflar çıktı, onlara baktım: Albümün artık hayatımızdan çıktığı zamanımızda kitaplar arasından düşen her şey güzeldi…

Sonra aç çocuk gibi buzdolabını besledim, onu al, şunu al… En çok canımı yakan hayatımda ilk kez selpak mendil almamdı. Selpak alırken de kullanırken de kendimden iğrenirdim.

Benim gibi ellinin üstünde kumaş mendili olan ve bu mendilleri antika gibi taşıyan için selpak dayanılmazdı. İlkokulda her gün mendilin üzerine parmaklarımızı koyardık; temizlik kolu başkanımız vardı, o bakardı, kimin tırnakları uzunsa Nihal hocaya söylerdi, o da tırnak uçlarımıza cetvelle vururdu. Tırnağı uzun olanların yaptığı tek bir şey vardı: Tırnak yemek. Böyle acı bir hatırası da vardır mendilin ama diğer yandan bir tarihti, silemezdim. 

Neyse evde ilk iki hafta iyi geçti. Perdeleri bir güzel yıkadım, çamaşırları yıkadım ve yine hayatımda ilk kez ütü yaptım… Sanki biri bana biçim veriyordu ve ben biçim aldıkça, o biri de ayaklarını üst üste atıyor, seviniyordu. Kimdi bilmiyordum görsem tanır mıyım? Kesin. 

Bunun dışında okumadığım bir sürü kitap vardı, onları okumaya başladım. Diğer yandan dört yıldır çalıştığım, yaklaşık otuz defter not tuttuğum ve maalesef konusu da mesafe olan bir hikâyenin birinci bölümünü bitirmeye çalıştım.

Geçen sene Nisan ayında içimdeki ses “başla” demişti ve ben başlamıştım ama birinci bölüm bir türlü bitmiyordu, bu karantinayla birlikte ilk iki hafta olmasa da bir buçuk ayın sonunda birinci bölümü bitirdim. Yekten bitirsem acaba bir anlamı olacak mıydı? Hiç! Kürtler beni Türkçe yazdığım için, Türkler’de beni radikal Kürt diye bildiklerinden yazdıklarımın bir karşılığı yoktu zaten.

Bir siyasi partim, bir dini inancım bir kurum ve ya da kuruluşa bağlılığım olmadığı için yazdıklarım da ya beni doyurur ya da beni aç bırakırlar. Kimileri derler, öldükten sonra anlaşılacak. Bu da umurumda değildir. Bu da iyi bir şeydir ama. Evde hayat, ilk bir ay böyle geçti.

Bir ayın sonunda özlemlerim ayaklandı. Örneğin kitapçı dükkânları benim için birer kilise ya da camiiyle eşdeğerdiler. Kitapçı dükkânlarına gidememek bana tek kelimeyle acı verdi. İnternet üzerinden kitap almayı denedim ama bunda da başarılı olamadım. Herkes istediği her şeyi buradan temin ediyordu ama ben, özürlüydüm.

Sonra aksilikler başladı. Televizyonum yoktu ve arada film izlediğim emektar bilgisayarım bozuldu. Tamirciler kapalıydı, sonra bir fırsat bulup açık bir tamirci yakaladım ama ustanın bana dediği tek şey, “çöpe at” oldu. Yazı çalıştığım bilgisayarım da film izlemeye çalıştım ama o zaman da kitaplar arasında filmlerden bir şey anlamamaya başladım. Sonra cep telefonu üzerinden kliplere, repliklere boğuldum.   

Aksilikler devam etti ama en çok telefonlar canımı sıktı. Eskiden şarjım üç gün sürerdi; ne sosyal medyayla içli dışlıydım, ne sabah akşam haber izlerdim. Haftada birkaç gün gazete alır, hatta kimi haber ve yorumları keserdim, akşamları da şöyle bir haberlere bakardım, bu kadardı. Ama şimdi, bir muhabir gibi haber takibine başlamıştım.

Nerde bir tanıdığım varsa, oradaki korona vakalarına bakıyordum; ölen, taburcu olan vs. İşte bu arada evde olmama rağmen telefonumu da günde en az üç kez şarj etmeye başladım… Konuştukça konuşuyorum. Kulağımda ağrılar başladı. Ne konuşuyoruz? Hiç. Artık beni arayan kimselerin yakın eş ve dostlarını da tanımaya başladım. Bir Çerkez arkadaşımla bir yemek meselesi yüzünden kavga ettik; ben dedim ki, bizimkiler tavuğu çok güzel pişirirler.

Dilim kuruyaydı, demez olaydım, birkaç dakika içinde kitap sayfalarının fotoları gelmeye başladı, onlar kadar tavuğu iyi pişiren bir millet olmazmış, hatta bir gezgin, onların tavuğunu yedikten sonra, tavuğun tadının farkına varmıştı. Buradan kaçsam başka bir şeyler yakalıyordu beni, video partileri; balıkların kesimi, hayvanların özenle çıkartılmış postu, mafya filmlerinin replikleri, eski Türk filmleri, film listeleri, netlixe abone olanların yeni bir diziye başladım demeleri. Asıl sen bunu izleler! Neyse. 

Herkes bir yemek tarifi veriyor. Bende denemeye çalışıyorum. Hangi yemeği denesem, başarısızlıkla sonuçlanıyor, hangi diziye başlasam bitmiyor bir türlü. Araya insan biraz parça atar. Mafya dizileri zaten klip gibi. Adam, bir sürü adam öldürüyor ve kızın yanına gidince, dertli bir türkü çalıyor, adam bir öper kızı, sarılır.  

Derken bir arkadaş balkonundan fotoğraflar gönderiyor, biri yaptığı bir yemeğin fotosunu… Biri oğlunu, biri kızının fotoğraflarını gönderiyor… Erkek sarma dolma yapamazmış, hamur yoğurmak nedir bilmezmiş gibi gönderilen fotolar da tek kelimeyle sıktım sıyrıldı, celalim yandı. 

Zaman geçmiyor. Zamanla ilgili derdim vardı ama şimdi, zaman azmıştı. İbn-i Haldun’a sormuşlar zaman nedir? O da yanıt vermiş, “bekleyince yavaşlar, gecikince hızlanır, üzülünce can yakar, mutlu olunca kısalır, acı çekince bitmek bilmez, sıkılınca uzar.” Bende bütün bu haller vardı ve hepsini yaşıyordum… Yavaştım, hızlıydım, yakıcıydım, uzundum, kısaydım. 

Bu arada çok fazla rüya görmeye başladım. Bir gece, gecelerden bir gece Ertuğrul dizisinin rastgele bir bölümünü izledikten sonra Ertuğrul’u rüyamda gördüm; asabı bozuktu. Kim bilir kime kızmıştı. Bütün sinirlerini benden alacaktı sanki. Bir ara daldı, “bak Müslüm” dedi, elini omzuma attı, derin bir iç çekti. Buna karşı bende “Çek elini” dedim, dizi de bile olsa sen bize dirlik düzen vermedin dedim, ekledim, sen boz kurtsan, ben kara kurttum.

Garibime, sözlerim sert geldi, hemen utandı, gelin gibi yüzü kızardı, sonra tarihe bir elif düşmenin zamanı dedi. Ben de yaşına verdim, dinlerim dedim, ne de olsa baki divanından daha yeni kalkmıştım. Konuştukça konuştu, aman yarabbi dedim, derdi yanında derdim sıfıra indi, hatta derdi sarnıç gibi bütün sularımı aldı, sanki İstiklal Caddesi’nde dükkânı vardı da korona vurmuştu, insan bu kadar mı dert yanar, bu kadar mı torunlarına sitem ederdi.

İçlerinden hiç mi iyi ve iri bir tanesi çıkmadı. Açtı ağzını yumdu gözünü Ertuğrul’um; “ben” dedi, şahsen, Mustafa adında uğursuzluk var derim diye söze başladı “bak” dedi bir Mustafa Çelebi’ye, hayatı esaret altında geçti, kale burcuna asıldı. Boynumu eğdim, haklısın dedim.  Hak verdikçe, o da bu haktan yola çıkıp büyük bir güvenle, “Fatih’in oğlu Mustafa hayır yüzü görmedi” demez mi?

Dedi, ve ekledi, karısı aldattı onu, karısının aşığı astı, zavallı; Süleyman’ın oğlu Mustafa, canım Mustafa, kanım Mustafa, onu da Hürrem öldürdü; Ahmet, kardeşi Mustafa’yı öldürdü; bir de Deli Mustafa var tabii, ağabeyim beni öldürecek korkusuyla yaşadı; ikinci Mustafa, tahtın sefasını süremedi, üçüncü Mustafa kahrından öldü, dördüncü Mustafa, I.’inci Abdülhamit’in oğluydu, padişahlık yolunu ona Kabakçı Mustafa açtı ama bir başka Mustafa, koca Alemdar Mustafa onu tahtından etti; Mustafa’yı abisi astı, ne bahtsız şu Mustafa’lar… 

Ertuğrul daha ileri gidecekti ki önce “dur”, sonra “uza” dedim, bizimkine ölürüm de söz söyletmem. Hem çift eşli, üç maaşlı Mithat Paşa da kızar bana. Ertuğrul baktı olacağı yok, “ben sette döneyim” dedi, yoksa yönetmen çok kızacak…  “Set” dedi, kanım dondu acaba dedim, bana da Banu Alkan’lı rol düşmez mi sizin oralarda, hani rol icabı… Beraber Patnos’a gitsek, orada iki dirhem bir çekirdek olsak. Ertuğrul, niye Patnos diye sordu. Vallahi dedim, orası yol üstüdür; Bitlis’ten ceviz alırız, Bingöl’den tereyağı gelir, Van’dan balık, yani yaşarız. 

Neyse bir başka rüyada Mevlana’yı gördüm, yemek konusunda mahirdi… En büyük sıkıntısı cahillerin ona hayran olmasaydı. Baktım olacağı yok, vefa ipliğinden örülmüş bir gömlek sözü verdim, ağladı; biliyor musun, sevgiyi ciğer, kafa ve bağırsak ticareti yapan tüccarla karşılaştırmam boşuna değildi dedi. Bu arada bende kederlendim, epeydir ciğer yememiştim. Hislendim. Hisli hasar oldum.

Derken Mevlana, yılların büyük sırrını bana açıkladı, dedi, biliyor musun Şems aslında, yaptığım yemeklerden zehirlendi. Teselli etmek için, aklıma Abdülhak Hamit geldi. Ondan iki mısra parlattım, dedim, sevgili Mevlana, “Maşukların demleri, matemleri vardır, ancak biri ölmüş ise bir diğeri vardır.” Hımm dedi. Baktım, bu hımm boşuna değil, mesele de yemek tarifini aşıyor, beni de zehirleyecek bu adam, hemen oradan sıvıştım… 

Bu rüyalardan sonra dedim sabah kim beni ararsa ilk işim bunları anlatmak olacak. Sabah arayan herkes benden beter, herkes şehvet kurbanı Şevket olmuş, bakışlarında tek dişi kalmış Mete İnseler damlıyor, endam desem, Vahi Öz’ler… Ah canım Hulusi Kentmen, hep zengin ve kralları oynardı ama dolmuşlara binip eve giderdi. Ve beride şairin dediği gibi bunlar, “su götürmez gerçekler” ve daha neler neler…

İmdadımı Abdülhak Hamit yetişti yine, bir şey olmaz dedi, “pür-rahiya-ı aşk u hevestir bu menazır, her bir ağacın sanki hevai seri vardır.” Gerçekten var mıdır? Varsa nerde bu ağaç? İdris’i, bir ağacın altında oturup aklın iğnesiyle düşünce diktiğinden dolayı peygamber saymazlar ama ağacın içine girip kesilen Zekeriya’yı peygamber yaparlar. Koronodan sonra ilk işim bununla ilgilenmek olacak. 

En kötüsü de yalnızlık. Evde kimsem yok, rahatça yürüyemiyorum. Evim, sekiz adım bir uzunluğu, dört adım eni olan bir solanda bana yürüme şansı veriyor. Yürümeye kalksam alıp bir köşeye attığım kitaplar yolumu kesiyor. Bu kadar okudum, kimse bana okkalı bir şekilde, sen tahsilli adamsın demedi. Bu günlerde evde yayınlar yapılıyor ya, herkes sırtını kitaplığa verip konuşuyor… 

Bir de yapaylık. Fırına gittiğimde bir keresinde metre bir adam bana bir fırça attı ki ben hayatta asker ve polisten bile böyle fırça yemedim. Arkadaşım, sosyal mesafeyi koru! Aman Allah’ım… Sosyal mesafe!

Sosyal mesafe yanlış kullanılıyor. Sosyal mesafe 1930’lu yıllarda ABD’de ilk dikkat çekti ve burada kasıt, zenci ve beyaz ayrımıydı. Düpedüz bir ırkçılıktır bu. Zenci ve beyazların aynı tuvaletleri kullanıp kullanmamasıydı. Şimdi yaşadığımız fizik mesafeydi ama bunu kimi ve niye anlatacaktım ki. Üstelik dile de yapıştı bu, şöyle deniliyor, “sosyal mesafeyi koruyarak dışarı çıktım.”  

Bunu psikologumla paylaştım. Yanıt beklerken bana bir resim attı. Resmin üzerinden 13 hayvanı sayan süper zekiymiş. Uzun uzun bakma değil, bakıp yazacakmışsın… Ben de 13 değil, 14 hayvan saydım. Bir kabuldü istediğim, dedim, ben 13 değil, on dört hayvan saydım. Bana ne diyeceğini merak ettim, daha o demeden de dedim, ben süper zekiyim. Psikologum demez mi 14’ü bulan aptaldır. Olduğum yerde kaldım. Hep derlerdi, bir eksik söyle. Dilim durmadı. Bir daha bulmaca çözersem, bilmem ne olayım. Neyse!   

Mart ayının sonunda ve Nisan’ın ilk başlarında havaların düzeleceğini, havalarla birlikte insanların, en başta da ben- düzeleceğini düşündüm ama giderek daha bir kötü oldum. Evim, giderek karanlık olmaya başladı. Her şey canımı sıktı.

Ninemin anlattığı masallardaki bitki biçimindeki canlılar, birden etrafımda dönmeye başladılar; ayakları ebegümeci biçimindeki bu varlıklar tam uyuyacağım sıra, tırnaklarımın arasında, kalmışsa üç beş saç telim arasında beni yoklamaya başladılar; tek gözlü adamlar, tek kulaklı adamlar, tek dişli adamlar, tek ayaklı adamlar, tek elli adamlar…

Tek değiller, bir sürüler ve gözlerimi kapattığım an bir olup cümbüşe tutuluyorlar.

Sonra onları derince iç çeken, kemiksiz varlıklar izledi. Kime ne desem dönemi bitti, evdekiler bana ne söyleyecekler… Temizlik yapsam, gidecekler. Başlıyorum evi silmeye; kötü nefesleri dağıtmak için sirkeyle paspas yapıyorum; kapı kollarını yine sirkeyle siliyorum ama temizledikçe evim kararıyor.   

Hesiodos, keşhur “İşler ve Günler”in bir yerinde şöyle diyordu, “Önce bir ev, bir kadın, bir çift de öküz.”  

Benim bir evim var ve kirasını verdiğim müddetçe ev sahibim de benden memnundur ve her kirayı yatırdığımda bana “kesene bereket” diye mesaj atar. Yani, ikimiz de iyi adamızdır; o ideal bir ev sahibidir, ben de ideal bir kiracı… Ama benim bir kadınım ve bugünkü anlamda öküz yerine geçen bir işim de yok. 

Dahası evim iyi anlıyorum ki bir ev değildir; evim ( bıyık bıraksa, dersin ki bu Nietzche) Stefan George’un bir mısrasında söylediği gibidir: “Sözün olmadığı yerde hiçbir şey yoktur.” Heidegger, bu mısra üzerine çok kafa yoruyor adamın işi gücü yok, sözü, “ad” yerine kullanıyor ve “sözün, yani adın olmadığı yerde hiçbir şey yoktur” diyor.

Her zaman demişimdir, akıllı adamların büyük lafları olur; akılsız adamlar, büyük adamların küçük laflarıyla yaşarlar. Buda büyük bir laf oldu herhalde. İşte benim de bir evim vardı ama bu evin içinde, söz yoktu; kelimelerse kitaplar arasındaydı ve giderek, adımı da unutuyordum ve beni arayan kimselerde sanki unutmuşum gibi adlarını söylüyorlardı, sonra işe yarama ölçeklerimi çek ediyorlardı. Ben diye bir şey yoktu, herkesin bir işine yarıyordum. Akıllım Heidegger soruyordu, diyordu, varlık dilin içindeyse, hiçlik nerede? Şu muydu acaba gerçek, tıpkı varlık gibi hiçliğinde bir evi mi vardı? 

Ya da şu aforizma kurtarabilir mi beni, bizi? Ev, yurttur. Yurdu olanın evi vardır. Türkler şanslıydı, çadırdan odaya, bir bahçeden bir bahçeye geçer gibi geçtiler (resmi tarih) evleriyle kişilikleri arasında sıkı bir ilişki vardır (yama tarih). Türklere üç kişi devlet verdiler; Mevlana Konya’yı, Hacı Bektaş Kırşehir’i yurt- ev edindi ve Yunus, ikisinin evde söyleyemedikleriydi.

Hacı Bektaş, Yeniçerilerin nefesiydi ve İttihat ve Terakki ondan feyiz aldı; Bektaş’ın üç beş kelime yanında en büyük derdi, dildi; Türkçeydi, ne zaman Mevlana’dan haberdar oldu, şunu söyledi, “ben” dedi, Mevlana’nın söylediklerini Türkçe çalıp söylersem bir değeri olabilir. Ali meydanında, kim bundan yüz çevirebilirdi ki…

Benimse beyhudelik peşimi bırakmıyordu; kendi olmak, evden çıkmaktı ve ben evden kaçmıştım, 17 yaşımdan bu yana hayatım hep korkuydu; belki de bu yüzden herkese bağlanıyordum; ev yoksa insan var diyordum, evin- yurdun güven dolu merkezini insanla açıklıyordum. Ama şimdi, insan yoktu, telefonda bile hapşırsam birilerine korku veriyordum; ya hastaysa, ya bir ay yemek yediysek, ya bana da bir şey bulaştırdıysa… Eyvah, beni gören de hastalanacaktı, ölsem, gerekli olan vecibeleri de yerine getiremeyecekti… Değerli hayat, benimle sekteye uğrayabilecekti. 

Bunları düşüne düşüne, evin içinde bombayı içine atan ve sonra da bunu patlatan bir çizgi roman kahramanına döndüm. Bir yüz yıl bitiyordu ve ben, olup bitenin farkındaydım. Kendi olmak iyi bir şeydi ama şimdi, bende dâhil, herkes kendi olmaktan çıkıyordu. Kendinden çıkmak iyi bir şeydi, bu başkası olma şansı veriyordu ama şimdi, bu çıkmak, bilincinden kendini yoksun bırakmaktı. 

Yeniden bir şeyleri kurabilecek miyiz? Bugün bize sırtını dönen kimselere yine güvenle bağlanabilecek miyiz? 

Proust, Kutsal metinlerin, efsanevi iki kentini, Sodom ve Gomorra’yı 19. yüzyılın bitiminde yeniden kuruyordu ve biz yedi cilt boyunca yok olduğuna inandığımız bir kavmin hala kenar mahallelerde, sosyete pazarlarında yaşadıklarına tanık oluyorduk. Burada iğrenç cinsellikler vardı; evlenerek, bir eve bağlanan ve üreyerek çoğalan bir nesil söz konusuydu; bunlar, aşkı bilmiyorlardı ama ürün aldıkları için mutludular.

Proust için kadın, bedeniyle çocuğu kopya ediyordu, asıl değildi, astardı ve çocuk yapmayla bedenin kirlenmesi arasında bir bağlantı da kuruyordu; kadın hantallaşıyordu, çocuğa bakmaya yükümlü bir varlığa dönüyordu, dahası, anne ve baba da çocuktan sonra bir hayli ötekileşiyordu; kadın erkeğe, erkek kadınla haz değil mahkûmiyet yaşıyordu. Doğal olarak ev de burada kara bir tabuta dönüyor. Kimi yaşadığımız değil, kimi öldüğümüz önemlidir artık.   

Faulkner, Tevrat’taki meşhur Davut ve oğulları kıssasını- kıssalarını hayali olarak yineler ve onlarla günümüz arasında bir paralellik kuruyordu. 

Abşalom, Abşalom! ilk başta Karanlık Ev (Dark Hause) adıyla tasarlanmıştır. Anlatılmak istenen kardeşini öldüren Abşalom’dur, bu yüzden vurgu karanlık evden çıkmıştır, Abşalom, Abşalom’a dönmüştür. Yani Abşalom, Abşalom’un anlatıcısı Ses ve Öfke’den tanıdığımız Quentin Compson’dur. Kara ve karanlık evde/ evrende, yine kara ve karanlık olan bir ağacın içinden kız kardeşi ona seslenmiştir. Bu yüzden!

Quentin kulaklarını delip geçen vicdanının sesiyle yaşar ve kalbindeki yaralara tek ilaç olarak intiharı düşünürken karşısına Rosa Coldfield adlı yaşlı bir kadın çıkar; Rosa’nın tek derdi vardır, anlatmak; Quentin’den tek şey ister, dinlenmek: Rosa anlatacak, Quentin dinleyecek ve sonra bu anlatılanlar yazılacaktır. Böylece, acı devredilecek ve insanlar, “Tanrı’nın bize savaşı neden kaybettirdiğini okuyacaklar ve sonunda nedenini anlayacakladır.” Başaracaklar mı? 

Abşalom, Abşalom’da Sutpen Ailesi’nin yükselişini görürüz. Sutpen yücelmek istedikçe, alçalır; kendi hayatı ve kendi hikayesi için herkese bir ölüm hazırlar; kendi çocuklarının yamyamı olarak yaşayıp gider, bir hiç diye geçer içimizden ama varlığın, bir yüzü olarak hiç de yakışmaz ona. 

Karanlık evden, bir aydınlık da çıkmaz…

İlginizi çekebilir