Müslüm Yücel: Ebru

“Hoşça kal arkadaşım, hoşça kal

Hoşça kal- seninle doludur göğsüm

Çok önceden belirlendi bu ayrılık

Buluşmayı da vaat ediyor ilerde bir gün 

Hoşça kal arkadaşım el sıkışmadan, 

sessizce. 

Sakın ha! Ne keder ne hüzünlenmek

Bu dünyada yeni bir şey değil ölmek.” 

(Yasenin, 1895- 1925)

Hiçbir şey normal değil. Kaç gündür içim içime sığmıyor, kaç gündür benim gibi binlerce insan vicdan azabıyla boğuşuyor, elini kalbine atıp beynini yiyor. 

Herkes gibi hayatımı topluyum, çarpıyorum, çıkarıyorum; hayatım dediğim hayal kırıklıkları toplamıdır. Beni hayal kırıklığına uğratan benim. Beni ve benim gibileri Dostoyevski’den ayıran da buydu. Ona göre insanı acıtan hayal kırıklığı değildir, yaşanması mümkün ama yaşanmayan mutluluklardır. Mutluluk nedir bilmedim, nasıl eğlenilir bilmedim. Geceleri soba başlarında okuduğumuz şiirler bile acıdır. 

Beni ve benim gibileri, bizi kim hayal kırıklığına uğrattı? 

Kimse yok, olsa olsa ben, yanlış insanlar üzerinden hayal kurdum. Beklentilerim oldu, umut besledim ve bu ikisinin sahtekârlık olduğunu bile bile yaptım, suç benim. Bu dünya güzel bir dünyadır dedim, insanlar güzeldir dedim, dilleri bir şey söylüyorsa, bu bilmezliklerindendir, inandım, dedim, insanın kalbi temizdir.

Bilmedim ama şimdi yaşıyorum, cehennem dedikleri yeryüzüne indi. Gülmem gülmek değildir, ağlamam ağlama değildir, sevincim sevinç değildir, kederim keder değildir. Zebani diye ürktüğüm varlıklar, hayalimin ötesine bile geçen varlıklar değildir; bunlar her gün haber bültenlerinde karşılaştığım kimselerdir; bunlar, gözlerimin içine bakarak gözlerimi oyarlar, bunlar kulaklarımı boğuk seslerinin oyuncakları yaparlar, bunlar etimin sözlüğünde konuşurlar, bunlar. Dünyaya dağılmışlar, adım attıkları her yerde bir değil bin cehennem kaynar.

Son iki satir genç bir Ebru’nun fotoğraflarına bakıyorum, bir videosu var, onu izliyorum; şarkı söyleyen, gülen, gülerken insanın içine gülümsemeyi salan, ip gibi ince ve narin bir ses ve bir de hafif kilosu var kız kardeşimin, topludur; saçlarını kısa kesmiş, yanaklarında gamzesi belirmiş; sanırsın sabahın yelini alıp yaseminlerle rekabete girmiş, goncayla semaha durmuş, elini eteğini çekmiş dünya; dünya dedikleri bir gülümsemesine eş değermiş.

Sonra bir fotoğraf daha, bu güzellik, incelmiş, kırılmış, dağılmış, kahkahanın yerine tebessüm almış, şarkının yerini ağıt kapmış ama varlık karşısında, o devasa bütünlük zerresini kaybetmemiş. Kürt kızlarına bir tek şey yakışırmış o da gülmekmiş, böyle diyordu dağın şeyhi ve bu da Ebru’nun yüzünde tam karşılığını bulmuş… 

Canım! Canın yandığı kadar yanmıyor canım. Budur acım. Açlık beyni ele geçirir, bedenin suları boğaza gelmişçesine nefesi daralır, bir düğümdür bu, biri bir düğüm atacaktır, gözlerini kapatsan, o düğümde atılacaktır, ölümdür, son karşılaştığın, son baktığın, korkmadığın, benim korktuğum, benim köşe bucak saklandığım, benim başka adlara sığınıp yaşadığım, benim tek utancım…  Canım!

Annesiyle bir fotoğrafı da var Dersim’li kızın. Sarılmış annesine… Sanırsın bir düğün günü ve annesi, öyle kuşanmış ama değil, Kızılbaş diye bildiğim Kürt, ruhunu üstüne giyinirmiş. Doğrudur. Üste de küçük bir fotoğraf var, bir ilkokul çocuğu; beyaz yakalı, siyah üniformalı, daha çocukluğuna doymamış bir çocuk bu; tanıyoruz, biliyoruz onu, adı Uğur Kaymaz’dır… 

Sonra yürürken görüyorum Ebru’yu, arkasında Belkin Elvan’ın fotoğrafı… Bu bir tesadüf olamaz, bu iki çocuk Ebru’da sanki can bulmuş. İkisinin avukatı, ruhu, merhemi. Bu çocuklar sanki onunla yürüyormuş… Allah’ım sen bu kadar mı çok sevdin bizleri, karnımızda bu kadar halkla nereye sürüyorsun bizi, acı bize, merhamet et!  

Sonra izledim bu bedeni, bu ruhu; duydum 33 kiloya inmiş, boğazındaki yaralar yüzünden su bile içemez hale gelmiş…

Niye bu hale gelmiş?

Rivayete göre Ebru, bir itirafçının itirafına dayanarak hapse atılmış ve Ebru, sadece adil yargılama talebiyle ölüme yatmış… 

Avukatların artık akbabaya döndüğü, dinlerinin imanlarının parayla ekilip biçildiği bir zamanda “adil” yargı, bir masaldır! Ebru, bunda ısrar etmiş. 

Ebru ne adilce yargılanıyor ne de tahliye ediliyor. Anayasa Mahkemesi Ebru için, ölüm riski yok diye talebini geri çeviriyor. Ebru, açlığa sığınıyor, ölüme sığınıyor, sesine ses arıyor ama öte yandan hukukçular kulaklarını kapatıyor; adalet, vicdan bir kenara atılıyor. Açıktır, bunu gizlemek de olanaksızdır. Bu bir yargı cinayetidir. Yaşatan, yerine gelen ya da filmlere kanıp yerine geldiğine inandığımız adalet, bu topraklarda öldürür imiş. 

Güle güle güzel annem, kız kardeşim, aşkım, bir tanem, ruhum, erdemim, yoksulluğum, zenginliğim… Dünya bilsin, Kürt kızları bütün âlemi kendisiyle yürütendir, bütün gökleri kendisiyle ağlatandır; dur dediği zaman, bütün âleme de dur diyendir, tek asası aşk, tek rehberi kalbidir.

Bunu Allah da bilir kul da bilir. Bugün Munzur’un bütün gözeleri senin için ağlasın…

İlginizi çekebilir