Müslüm Yücel: Ebeveyn kurbanları: McEwan’ın Dersler romanı  

 

21’inci yüzyılda edebiyat alanında yorum yok denecek hale geldi. Bir romanın, şiirin ya da öykünün içeriği de bundan nasibini aldı. Sinemayı da buna dahil edecek olursam, beğeni ölçütümüz “like” düzeyine indi. Ian McEwan’ın Dersler (YKY, 2023) romanı bu açıdan ilgimi çekti; kitap hem içerik olarak dikkatimi çekti, hem de bir okur olarak dile getirilen konuları yorumlama ihtiyacı duydum. Herkes gibi benim iz bırakmayan, okunup biten ve bir daha dönülmeyecek olan romanlara ihtiyacım vardır. Bunalmam keyfidir, nedeni yoktur.  

McEwan bana keyif veriyor; bunaltıyor, melankolimi kırıyor, güldürüyor ve en önemlisi, özellikle son romanı Dersler, bana kendimle zaman geçirmek için epey malzeme çıkartıyor.  

Dersler’i bitirir bitirmez aklıma ilk gelen şu oldu: Taklittir.  

Bu roman bir taklittir, dedim, yazarını suçladım. Kendimi haklı çıkartmak için Dersler ve Flaubert’in Duygusal Eğitimi’ni karşılaştırdım. Ama yazarı aklamam geç olmadı: “Edebiyat taklittir” dedim.  

Taklidin faydalarını düşündüm: Bir kitap okursun, diplere doğru yolculuğa çıkarsın, yazar da kendini harcamıştır, bunu görürsün, koca bir emek vardır; kitapta aradığını bulamasın, iyi olan tek şey bir vardır ama yazar seni ilkle buluşturmuştur. Yazara mihnet duyarsın. İyi ki bu kitabı okudum dersin. Dersler’den sonra Duygusal Eğitim’i okumak, bir lütuftur, bunu verene şükran… 

Hatırlanacaktır. Seksenli yıllarda, Türkiye’de bir şiir enflasyonu vardı; 90’lı yıllarda ise Edip Cansever, Turgut Uyar gibi şairler sanki yeniden keşfedildi. Kötü edebiyat, iyinin reklamıdır.  

Taklidi hakkıyla yapan ustalar da vardır. Savaş ve Barış’ı, İlyada ve Odessia olmadan kim nasıl okuyabilir? James Joyce’un yine bu iki kitapla olan ilişkisini hangi edebiyat tarihçisi göz ardı edebilir. Geothe’nin Walpurgis Gecesi ile Ulysses’in genelev kısmı, taklit değil de nedir? Ama sorun şu, hangi metni okursak okuyalım, onda yazıcının damgası dikkatimizi çeker ve dahası bu bir okuma ve okuduklarını kendi üzerinden yazma oyunudur… Kim oyundan kaçar ki?  

McEwan, unuttuğum Duygusal Eğitimi hatırlattı bana, ona mihnet borcum var ve ikincisi, Dersler’in bir süre siyasal arka planları var: İngiliz aristokratlarının hastalığıdır, saray erkanı edebiyatı kendini meşrulaştırma aracı olarak görür, edebiyat diye, kendi siyasetini konuşurdu. Bugün de böyledir. Şairler, yazarlar, kendi ülkelerinin derinlikleri ölçüsünde değer kazanır, ödüllendirilirler. İngiltere, 20’inci yüzyılda, sanki bir görev olarak entelektüellerine mağdur asker kahramanları yazma görevi vermiştir: Çocukları telef olmuş askerlerin ve askerleri anlamayan o kadınlar… Derslerde bu vardır. Derslerde doksanlı yıllarda şahsi olarak dert ettiğim Beyaz Gül meselesi de vardır: Dersler’de yok yoktur zaten, market gibidir; her şey vardır! Ancak bu da bana iyi gelmiştir. Beyaz Gül’le ilgili yapılan filmi ikinci kez izledim.   

En son söyleyeceklerimi başta söylememe gerek yok; bu roman, aşağıda yine anacağım gibi Duygusal Eğitim’le birlikte okunmalıdır. Beyaz Gül ise, edebiyatla, siyaset yapmanın ne kadar bir anlatıyı aşağı çektiğini gösteriyor. Romanda sevdiğim şeyler de vardır: McEwan, sanki başkarakterin kendisi olduğunu ima ediyor bize.  

Eser, kendisinin Duygusal Eğitim’i olunca, elbette ki romanın kalitesi yükseliyor: ister kabul görsün ya da edilmesin, bu çok önemli değildir, Flaubert’in izini sürmek, hatta onunla akraba olmak önemlidir ama McEwan bunu pek göze almıyor, sınıra dayandığında yavanlaşıyor: “Külotu, tişörtü gibi yeşildi. Pamukluydu, ipekli değil. Tişört cüsseli bir erkeğe uygundu ve belki Roland bir rakip konusunda kaygılanmalıydı. Tişörtün yapıldığı malzemenin, penyenin kıvrımları, uyarılmış hali içinde Roland’a şehvet uyandırıcı göründü” (s., 133).  

Kılık kıyafet, cinsel çekim, elbisenin kumaşı; nesnelerin kalitesiyle bir ruh hali, belki bir ekonomi verilmek isteniyor ama ham kalıyor. Elbette bu kadar değildir. Yazarımız kodlar kullandığını düşünüyor ama bu kodlar ne bize bir anlam ne de hakikat iletiyor; bir kıskanma sahnesi ama bu seste, ne kişinin sesi ne de duygusu vardır, dişe dokunur, altı boş bir kelime karşılıyor bizi: Rakip! Oysa söz edilen rakip değildir, kurttur, kuruntudur, içine düşmüştür.  

Herkesin gizlediği ya da açıkça ifade ettiği bir Duygusal Eğitim süreci/ tarihi vardır. Dersler bunu anlatıyor, çalışılıyor. Ancak sorun sadece iyi bir taklit olmaması ve siyaseten girdiği enkaz da değildir. En büyük sorun, Dersler’de metin yoktur, metin zaman zaman deneme biçiminde görülür ama bu denemelerde çok acemicedir- ne dil olarak ne de düşünce olarak işlenen konular metne dönüşmemişlerdir; Roland üzerinden bir şeyler gösteriliyor (siyaset, tarih, felsefe, doğanın tahribi) ama biz bunları metne dönüşmüş bir dünya olarak okuma şansını sahip olamıyoruz. McEwan, siyaset bağlamında bir yorumcu olabilir ama edebiyat bağlamında bir şair/ hikayeci olarak metinde yerini alamıyor, yasa-koyucudur. Bir yazar karakterlerini çizerken onların elinde oyuncağa dönmelidir; karakter, yazarın oyuncağı olursa, eğer, oradan bir şey çıkmaz.  

Buna rağmen Dersler, McEwan’ın en kapsamlı, uzun ve fikrimce en iyi romanıdır, bunu da teslim etmek gereklidir.  

Dersler karmaşık değildir. Basittir. Romanın ağırlıklı olan kahramanları kadınlardır ama en çok dikkatimizi çeken Roland Baines’tir. Tıpkı yazar gibi o da İkinci Dünya Savaşı sonrası çocuklardandır. Bir travma çocuğudur; anne babası, kendi iyilik ve sağlıkları için, bu çocuğa sahip olmuş gibilerdir. Roland’ın annesi aşk bir kadınıdır. Şansı yaver gitmemiştir; serseri bir adamla evlenmiştir, bundan iki çocuğu olmuştur; baba savaşta ölünce çocuklara babaanneleri sahip çıkmıştır. Anne, askerden vazgeçmemiştir. Annenin kaderinde sanki “askerle evlen” çağrısı vardır; başka bir askerle evlenmiştir. MacEwan’ın öz/ üvey üzerinden ilkini kötü, ikincisi iyi yapma nedeni kendi hayatıyla kurduğu bağlantı olabilir mi? Belki. (Bir not: Kitabın en hoş kısmında (10’uncu bölüm) önemli bir şair olan Robert Lowel’in bir şiiri okunur: Ölmüş Birlik Askerlerine.) 

Ne olursa olsun, ne kadar büyük erdemler yüklenirse yüklensin, çocuklar, ebeveynlerinin tercih ettiği ikinci bir erkeği/ kadını kabul etmezler. Çocuk benmerkezcidir, istediğiyle bir araya gelir; anne ve babanın yaptığı tercihleri, üveyler arasında sadece uzlaşıdır; bu çocuklar, kardeş değildir, en iyi haliyle, en fazla arkadaş olma şansları vardır. Çünkü biri, diğerinin dışlandığını düşünür.    

Dostoyevski’de baba katilinin suçlusu, sonradan gelen, üvey olandır, öyle görülür. Thomas Mann’ın Yusuf ve Kardeşleri’nde dinlerin yücelttiği Yusuf, Mann’ın gözünde, fitneci biridir; babasının gözüne girmek için sürekli ağabeylerini ihbar eder, onlarda bu eve yeni katılan ama babanın gözbebeğinden kurtulmak isterler. Kuyu hikayesi, buradan gelir.   

Dersler’in kahramanı Roland’ın babası asker olduğundan sorunlu bir haritada zorlu bir hayat yaşar. Burada Kaddafi’ye yapılan suikastları bile okuruz ama Arap halkını görmeyiz. Alt katmanlarda, Kadafi’yi okurken Arap Baharı’nı hissederiz; Batı, bahara alkış tutmuştur. Nedeni açıktır: Onların istediği gibi bir yönetime sahip değillerdir. İşte buralarda büyüyen çocukta, elbette bundan nasibini alacaktır. Film olsa, ki olacaktır, ağlayacağımız sahnelerdir bunlar. Hele romanın gülünç kısmı, Süveyş Krizi sırasında ana oğul- herkes İngiliz karşıtı olduğu için- ülkeyi terk ederler… Soru şudur: İngiliz askerlerinin orda işi ne? McEwan, buna yanıt veremiyor. Karşı tarafa bir duygu vermiyor. Bu başkasının ölümünü estetik olarak tasavvur etmekten öteye geçmeyen, salt kendi mağduriyetinin peşinde koşan, zarif bir hükümsüzlükle meseleyi geçiştiriyor. McEwan, marazilikle meseleyi kurtarmaya çalışıyor. Romancı, ya bu tür meselelere girmemeli ya da girdiğinde hakkını vermelidir. McEwan, kahramanımız Roland’ı 11 yaşında yatılı okula yazdırıyor… İyi!  

Roland’ın travmaları vardır ve bütün bu travmaları çocukluğundan alıyor. İlk travması bir motosiklet kazasıdır; ikincisi, kendisi değil, ailesi onun için müzik derslerinin iyi olacağını düşünmüştür: Miriam Cornel’den piyano dersleri alması bundandır. Ama Miriam ona bir keresinde, uyluğuna çimdik atar, bir keresinde dudağından öper; uzun öper, yumuşak öper, sıcaktır, arada karnını besler. Üçüncü olay, bir yaşında bir terk edimle hikâyesidir: Lawrence! Bunlar sıradan gibi görülen olaylardır ama Roland’ın hayatını etkiler. Olup biten meselelerin/ travmaların nedeni Dersler’deki bildiriye göre anne/ babalardır. 

Beni ve benim gibi okurları en çok çeken, kuşkusuz Duygusal Eğitim’dir. Elbette McEwan, Flubert kadar geniş bir okuma yapmamıştır, elbette, yazarken büyük ihtimal kendini ondan arındırmamıştır ama Roland ve Miriam arasındaki “ilişkine” derinlik kazandıramamıştır. Onların ne düşündükleri (yazarın yorumları dışında) bilinmez; yazar, bize, kartpostallarını gösterir… Bu kartpostallara bakarak Roland’ı görürüz; uyumsuz ve girdiği her ilişkideki başarısızlığın nedeni, sanki budur: Roland, sürüklenir ve başarı hanesi nerdeyse boştur. Aylık geliri olan bir işte çalışamaz, mutlu olduğu tek şey cinselliktir; haz alır ama bir süre sonra bu hazdan ve hazın verdiği mutluluktan da kaçar; her ilişki, rüya gibidir, uyandığında/ bittiğinde gerçek diye bir şeyi yoktur, kalmamıştır ve bu onu umutsuz yapar. Ancak, yaşadıklarından öğrendiği, Miriam’ın öğrettiği, piyanodur; burada başarılıdır. Caz gurubuna katılır. Birinci sınıf otellerde piyano çalar. Daha iyi piyano çalmak için midir bilinmez tenis oyuncusu olur, hatta bu konuda antrenörlük diploması alır.  

Romanda, aynı kadere bağlı kimseler bir araya gelirler. Bunların hepsi de ebeveyn kurbanı kimselerdir. Bir araya gelince mutlu olabilecekler mi? Alissa’yı tanırız. Annesi Jane, zamanın meşhur Dergisi Horizon’da çalışır… (Buraya tekrar döneceğim) Anne kız hiç anlaşamazlar. Alissa roman yazmak ister, kendi hayatının efendisi olmak ister ama annesi bunu istemez. Alissa ve Roland evlenirler, onların bir oğlu olur. En sonunda ikisi ebeveyn olduklarını anlar, ayrılırlar: Alissa, evi terk eder.  

McEwan, duygusal eğitimden uzak bir yere atar kendini: Çermobil patlaması Avrupa’da bir korku dalgasına neden olurken, o oğluyla eve kapanır. McEwan, evlilikle ilgili bildirisini ilk sayfalarda sunar: “ İki kişilik bir makine olan evlilik dev olanaklar sunuyordu, iki kişilik deliliğin envaiçeşidini” (s. 29). Nedir bu olanaklar, bilmeyiz. Sadece şunu biliriz, evlilik, deliliğin bir çeşididir.    

McEwan’ın dünya olaylarıyla (Süveyş, Libya, Çermobil, Berlin Duvarı) karakterlerini açıklama/ yapılandırma derdi, dünyanın karakterleri etkilemesi olarak okunabilir belki. Kahraman 1948’de doğduğuna göre, bu doğaldır ama bunu yaparken, bir okur tavlama derdi de dikkat çekiyor: İngiltere’den sonra Almanya ve Fransa’da okur bulma telaşı sırıtıyor. Romanın Almanya’yla ilgili kısımları vasattır; kırklı yılların havası verilmiyor, iklimle ilgili bir atıf yoktur; doğa yok gibidir. Almanya, bu tarihlerde travmalarını atlatıyordu diye bir ifade yavandır. Hitler’in öldüğünü öğrenen onlarca kişi intihar etmiştir. Sağcı ve solcu Almanya diye bir tabir bugün bile kullanılır. Hitler’in spordan sorumlu bakanı Carl Diem 1968’de bir kahramandı hala ve adını posta pulları basılıyordu. Kurguda da acemilikler vardır: 1948’den seksenleri aşan zaman diliminde geçen olaylar silsilesinde Alissa ve Berlin Duvarının aynı anda çökmesi sadece gülünçtür. İki ay sonra ya da önce diye bir pazarlık payı bırakır insan! Olmaz mıydı?  

McEwan, göstergelerinin değerini de yeterince vermiyor. Anlamları daraltıyor, temsilleri yok ediyor, yansıttığı ya da taklit ettiği duygulara da sahip çıkamıyor. Bu karakteri, kendi kaderine bırakmakta değildir; herkesten ve her şeyden, bir kendini yaratmak hiç değildir, bu çalakalem yazmaktır. Üzüldüm.  

Romanın kadınlarına gelince, sorunludur hepsi. Miriam Cornel, bir çocuğu baştan çıkartır, bir keresinde işi kaçırmaya bile vardırır: Pedofili olsa gerekir. Alissa başarısız bir romancıdır; kocasını, oğluyla birlikte terk etmiştir. Rosalind, endişeli, ürkek ve huysuzdur. Bu halleriyle onlar, Flaubert tarafından hicvedilen kadınların kötü bir taklididir. Duygusal Eğitim’de genç bir adam yaşlı bir kadın tarafından eğitilir; kadının kocası da müzik yayıncısıdır. Hatta, genç adam, yaşlı kadına yanaşmak için kocasıyla dost olur; oradan yol açar kendine. Flaubert, bunu yaparken incelikle şunun altını çizmiştir: Duygu tarihi… Bu tarihte, elbette mutlu bir son ya da büyük bir haz yoktur, eğitim vardır; kötücüldür, ama vardır.  McEwan, burada bir yağma yapıyor ve sanırım, bunu savaş dedikodularından ve kendi hayatından yola çıkarak yapıyor; ancak, Flaubert’le bir kıyaslama yapacak olursam, McEwan, kazıya yanaşmıyor, yazarın ya da bireyin iç dünyasına eğilmiyor, daha çok bize müze ziyaretleri vaat ediyor, televizyonda artık alay konusu olan psikologlardan kesiliyor. Başarılı olamayınca politikaya sığınıyor; iç dünyamızın kazıları için politika bize bir malzeme verebilir mi? Doğrudan taraf olmadıktan sonra politika yazını yoksullaştırır. Taraf olmaktan kastımda yine iç dünyasındaki kazıdır.  Mc Ewan, Hitler’den Kruçev’den, Kennedy’den, Kadafi’den, Gorbeçov’dan şekil almış bir dünyaya duygusal eğitimini kurban ediyor. Erkekten bir aziz, kadından bir şeytan yaratarak, bu dünyayı değiştiremeye çalışıyor… Roland, Miriam’ı sevmiştir belki… Ama ahlak buna izin vermiyor. Edebiyatta bunun için vardır: Lolita, dünyanın en önemli kitaplarından biridir. Burada da yazma cesareti, kötülükse, kötülüğü bir dert etme sorunu vardır. McEwan, belki bir sonraki romanında buraya gelir. Belki bu sefer yüzünü Ukrayna’ya çevirir, Çehov üzerinden yaşlı adamın genç karısını nasıl elde edileceğine dair dersler alır: Kadını ancak kocasıyla, elde edebilirsin!  

Romanda yama gibi duran, derinlik olsun diye tarihten- Nazi döneminden dem vurulan bir çıkış sahnesi vardır. Çok basittir, araştırmadan yoksundur. Sanırım bir tek filmi izlenerek (Sophie Scholl-Son Günler 2015) kotarılmış sayfalardır bunlar (Üçüncü bölüm, s., 79-108).  

Söz konusu ettiği kişilerden ikisi kardeştir: Sophie Scholl ve ağabeyi Hans. İkisinin yanında Hans’ın okul arkadaşı Christoph Probst vardır. Yaşları, Sophie 21, Hans 24, Christoph Probst 24’tür.    

Hans ve Christoph tıp öğrencisi oldukları için savaş döneminde Doğu Cephesinde kalmış ve burada Nazilerin kıyımlarına tanık olmuşlardır. Münih’e döndüklerinde Hitler’in insanlığı bir felakete sürüklediğini tanıdıklarına anlatmış, Alman halkını da uyarmak istemişlerdir. Birkaç arkadaş bir adaya gelip bildiriler yazmış, bu bildirileri fotokopi yoluyla çoğaltmış, telefon rehberinde buldukları gelişigüzel adreslere postalamışlardır. Bu bildirilerde imza olarak Beyaz Gül adını kullanmışlardır. Son bildirilerini dağıtırken gözaltına alınmış, Halk Mahkemesi tarafından giyotinle idam edilmişlerdir.  

Aileler çocuklarını kurtaramaz. İdam edilen iki kardeşin ağabeyleri Warner, damatları Fritz Stalingrad’da savaşıyorlardır ama bu bile işe yaramaz.  

Beyaz Gül küçük bir guruptur; idam edilen üç kişi dışında üç kişi daha vardır: Will Graf, Alexandre Cchmorel, Kurt Huber…  Bunlar hapse atılmışlardır. Kurt Huber hocalarıdır, kağıt, mürekkep, posta pulu temin ediyor. Asılanların itibarları 1961 yılında basılan posta pullarıyla iade ediliyor.  

Romanda bu metnin okunmasına gelince… Alissa’nın annesi Jane, Horizon’da sekreterimsi bir yerdedir. McEwan, bu kadını sevmiyor zaten; onun için şunu söylüyor: “İşyerinde gelip geçen genç kadınların çoğunda olan güzellik, yükseklerdeki bağlantılar onda yoktu ve sosyal becerilerin hiç biri onda yoktu” (s., 39).  

Jane, Almanya’ya gidiyor, Beyaz Gül’den kimselerin yakınlarını arıyor. Beyaz Gül bildirilerini okuyor: “Hitler’in ağzından çıkan her sözcük yalandır, onun ağzı cehennemin kokuşmuş ağzıdır” gibi… 

Jane, Beyaz Gül’e sempati duyan, bildirilerini dağıtan kimselerle tanışıyor; bunlardan biri Heindrich Eberhart’tır; bu delikanlı duvar resimleri çiziyor, sırasında duvara “kahrolsun Hitler” yazmış. Şimdi avukattır. Heindrich, Hamburgludur. Hitler’e düşmanlık yapan ilk şehirdir burası… Jane ondan iyi bir enerji de alıyor, hatta bu enerjide, idam edilenlerin ruhunu ve yüzünü (Hans’ın) görüyor. Tabii bu an uzun sürmüyor, Heindrich, Jane’nin elinin üstüne elini koyuyor. Jane’nin araştırması bitiyor ama notlarını makaleye dönüştüremiyor. Aşk başlıyor, beyaz gül bitiyor ama McEwan, bu bitişe razı olmuyor. Bir günlük ortaya atıyor, sonra notlar vs. Bir zaman geçiyor, Jane, bir de bakıyor ki Beyaz Gül’le ilgili Ingle Scholl bir kitap yayımlanmış. Jane böyle bir kitabın olmasına sevinemiyor. Neden mi? “Konu hakkında ilk yayını kendi yazısı olabilirdi” (s., 99).  

Gerçekte bu ifadelerin bir anlamı yoktur; simge, efekt ya da ayrıntı da değiller. Ne romana kattığı bir şey vardır, ne romanın asıl kişilerine; gerçek, romandaki kişilerin gerçekliğidir; burada artık bir anlam da aranmaz, bu bir üsluptur. 

McEwan’ın sonraki romanını merakla bekliyorum…   

 

İlginizi çekebilir