Müslüm Yücel: Corona, dil ve Meral Beştaş ve Fahrettin Koca

Corona artık hayatımızın bir gerçeği ve bütün insanlığın da tek gündemi, kimse kabul etmeyecek belki ama, yeni bir çağ başlıyor ve bu çağın ayak seslerini de duyuyoruz. 

Herkes farkında düğünler olmuyor, cenazeler kalkmıyor, yaş günleri kutlanmıyor… 

Gündem diye bildiğimiz çoğu şey gündemden düştü. Herkes kendi sınırına, giderek evine çekildi. Bir kişi sokağa çıktığı an, en az 650 kişiyi ölümü itebiliyor ama evde kaldığı zaman, aynı oranda hem kendini hem de 650 kişiyi kurtarıyor. 

Vahim bir yerdeyiz. Sabah haberlere bakarak uyanıyor, geceleyin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın bize bir bilanço vermesiyle uyuyoruz. Tokalaşma yok artık, öpüşme yok, sarılma yok, hepimiz kendimize sarılmış durumdayız. 

Tek derdimiz bir başkasına zarar vermemek. Tek sigortamız doktorlar. Bu arada iktidar bir şeyler yapıyor, fırsat bu fırsat deyip kimi belediyelere kayyum atıyor. Bu arada kimi başka hesaplar görüyor ama yine de tek gündem, corona… 

Bu hastalık bize kısa zaman da çok şey öğretti. Birbirimizi çok sevsek de şimdi uzak durma zamanı diyor çoğu kimse… 

Bu arada bir dil de gelişti. Garip bir dil, daha tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz bir dil bu. Örneğin insanlığın en çok şikâyet ettiği bir hastalık vardı, verem; kimileri bu hastalık sonucu ölürse ve ölen “düşmüş- düşürülmüş” biriyse, “kurtuldu” deniliyordu. 

Sefiller’in kahramanı Fantin’e gibi, o vereme yakalanmıyor, ölmüyordu, düşmüş- düşürülmüş biri olduğu için kurtuldu deniliyordu. Kimi zaman biraz sonra ölecek olan kimseden son bir iyilik yapılması da istenir bazen, herkesin hatırlayacağı Tom Amca’nın Kulubesi’nde küçük bir kız vardır, adı Eva; işte bu hız, babasından köle olanları azad etmesi, en azından ölmeden önce İsa’ya biat etmesini ister… 

Verem kadar işlenen bir diğer Veba’ydı ve ilk aklımıza gelen de Camus’un vebasıydı; burada da faşizm ve veba arasında kof bir ilişki kuruluyordu; oysa veba insandan gelendi, faşizm ise başka bir şeydi. Camus cok acele etmiş, devasa bir akıl olan Antoine Artaud’un, tiyatro ve veba başlığı etrafında kaleme aldığı sağlam metni bir çırpıda harcamıştı… 

Artaud, gerçek bir tiyatro oyununu vebaya benzetiyordu, sağlam bir oyun diyordu, veba gibi anlamların rahatını bozar, dahası, baskı altındaki alt bilinci özgürlüğe kavuşturur, kişiyi bir çeşit başkaldırıya götürür ve bir araya gelmiş topluluklara zor ve kahramanca bir durumu kabul ettirir (Antoine Artaud, Tiyatro ve İkizi, YKY, 1993., s., 17- 31). 

Ancak Camus, saçma’yı felsefi bir argüman olarak değil de, bir kişi olarak gördüğünden vebayı sızında olarak yorumlar. Bu hepimizin hoşuna da gitti, gider; çünkü, alt metinde bizi kışkırtan bir başkaldırı meselesi de vardır. 

Romanın sonunda, serum bulunur, herkes iyileşir. Siyasetin piyasa olduğu bir zaman da Camus, bu romanla bir şeyler ifade eder. Ama Artaud için veba orada kalmaz, çünkü onun için veba “uyuyan imgeleri, sinsi bir düzensizliği alır” ve onları, “ansızın en ölçüsüz jestlere dek vardır.” Camus’da biten, Artaud’a süren bir şeydir; yani Camus’da ideolojiye ait olan ve ideolojinin sulandırılmış bir hali olarak ele alınan roman Artaud için fikirdir, değişse bile sürer. 

Bu yüzden Artaud, vahşetini, tiyatro ve veba üzerine kurar, tıpkı veba gibi tiyatro da jestleri alır ve onları çileden çıkartır: “Veba gibi o da, var olanla olmayan, olabilirliğin güçsüzlüğüyle maddeleşmiş doğada var olan şey arasındaki zinciri yeniden yaratır.” Bütün bunların amacı da tutkuların yasaların üstünde yer almasıdır. 

Buraya birkaç ay sonra yeniden döneriz, yeniden Artaud ve Camus bahsini açar, sayfalar harcarız. 

Veba ve veremden sonra edebiyatın diğer ilgi alanı kanserdir. Hatta, birinin diğerini hafife alma hali burada da görülür. Ergenken hepimizin kolay okuduğu Wilhelm Rich, Freud kanserden öldüğü için, “ne yapsın adam” der, “orta yaşlı bir adamken kişisel eğlence ve zevklerini bir kenara bıraktı.” Sorun, bu adama göre Freud’un eşidir. 

Siyasetçiler için de hastalıklar üzerinden yorum yapma bir erdemdir. Gramschi, kendilerine uymayan aydınları frengili olarak niteliyordu. Troçki, devrim sürecinde ketumdu ama 1929 sonrasında Stalin’i eleştirmek için bolca hastalık metaforu kullanıyordu; ona göre Stalin-izm, sırasıyla kolera, frengi ve nihayet kanserdi. 

Susan Sontag, bu ve benzeri kullanımlara ikili bir yorum getirir; siyasetçilerin hastalıkları metafor olarak kullanması onlara keskin bir karakter verir ve onların “bulaşıcı” yanlarını belirtir. Troçki, Stalinizmi “Marksizmin kanseri” olarak görür. Bu arada Soljestin’in Kanser Koğuşu da bir Stalin eleştirisi olarak dikkat çeker. 

Biri diğerini tehdit olarak görünce hastalık metaforu yine gündeme gelir; Hitler, Yahudileri uluslararası “ırksal bir verem” olarak görür, niteler. 

Daha çok örnek çıkartabilirim. Bugün de dil değişmemiştir. Başta da söylediğimiz gibi sabah corona haberleriyle uyanıyor, geceleri Fahrettin Koca’nın ölüm raporunu dinledikten sonra da uyuyoruz. 

Koca bugün gözlerimizin, kulaklarımızın üzerinde olduğu bir kişi olarak dikkatimizi çekiyor. Hatta, fotoğraflarını cep telefonlarımızla büyütüp ruh halini bile merak ediyoruz. Yorgunsa, uykusuzsa bunu iliklerimizde hissediyoruz, çünkü kaderimiz onun iki dudağının ucunda ve hepimiz ondan dikkat bekliyoruz. 

İlk gün bir sözüyle binlerce kişiyi kendine bağlamayı başarmıştı Koca, şunu demişti, “bir hekim olarak ilk hastamı kaybettim.” Bu bize acı vermişti ve acısını duymuştuk. Bu bizden biriydi, siyasi partisi, fikri Kürt ya da Türk olmasının hiçbir önemi yoktu, bizdik; biz hep aile yakınlarının acırını biliriz ya ama bir de hekimler vardır, hastaları ölünce, içlerini kaynar sular dökülen, akşam eve giderken bu yoğunluğu üzerinde atamayan, rüyalarında hastalarıyla konuşan vs. 

İşte Koca, bir hekim olarak tek bir sözle bizi bağladı. Ama daha sonra bu dil devrildi, bu dil beni- bizi yaraladı. Koca, geceleri rapor verirken, şunu söyledi: “ Hepsi yaşlı 30 hastamızı kaybettik.” Bu bizi incitti. Çünkü, yaşlı derken kast edilen 65 yaş ve yukarısıydı ve doğasıyla büyük kayıp değil, sadece bir sayıydı bunlar. 

Türkiye’de alıştık, hatta dünya alıştı, yeter denilir, gençler ölmesin. Bu gençlik miti, aslı itibariyle 1914- 1945 yılları arasında inşa edilen devlet figürleriydi. Örneğin Hitler, “büyük Almanya’nın gençlerle” geleceğini söylüyordu, ölümsüz olan Almanya idi ve onu yaşatacak olan gençlerdi. 

Lenin, yine benzer şeyler söylüyordu, “gelecek gençliğe aittir.”  Türkiye’de yine benzer bir şey vardı; beden eğitimi, gençliğin eğitimiydi ve her şey, vatan içindi. Yaşlı formu ise çürüğe çıkarılmışlık duygusu veriyor, artık yaşamış, yerini yenilere bıraksın. 

Oysa bizim kültürel kodlarımızda her parmağın ayrı acısı vardır ve hangi parmak kesilirse kesilsin acıyı bütün beden duyar. 

Bugün bir devletin kuruluş aşamasında değiliz; sağlam vücut, sağlam kafa diyerek bir miti besleyecek durumda değiliz… 

Ölen kimselerin bir adları vardır, bir unvanları vardır ve dolu dolu yaşadım dedikleri bir ömürleri vardır. Koca bugün AKP’yi temsil etmiyor, beni de bir diğerini de temsil ediyor… 

Koca nasıl ki Kemal Kılıçdaroğlu ve Binali Yıldırım’ın ölen yakınlarının adlarını veriyor, baş sağlığı diliyorsa, aynı şey coronadan ölenler için de geçerli olmalıdır. Bir diğer nokta, “Koah”tır. Koca diyor ki, “biri Koah hastasıydı.” İmler, acımızı dile getirmez, bizi daraltır. Anlıyorum, koah denilerek, coronayı besleyen bir hastalık söz konusu ediliyor ama, koah hastası, bir diğer hastalardan ayrılıyor; iki, sanki ölmesi gerekli bir kişi durumuna düşüyor. 

Hepimiz evdeyiz ve ruhlarımız bile hassas bir noktadır. Kırılma hayatımızın her alanında yer alıyor. En azından dil kirlenmesin. 

Politik olarak, bu arada belediyelere kayum atandı. Kayumla ilgili olumlu ya da olumsuz yorumlar elbette ki olacaktır. Ancak, hastalığın tıpkı ikinci dünya savaşına insanı getiren kimi diktatörler gibi yorumlanması elbette ki can alıcıdır. 

HDP’den vekil olan ve sıkça gazete ve TV’lerde görüldüğüne göre önemli bir görevi de üstlenmiş olan Meral Beştaş’ın şu ifadeleri büyük ihtimal bir dil sürçmesi olmalıdır: “Evet, dünya virüsle mücadele ediyor ama AKP ise HDP ve halkla mücadele ediyor. Virüs gibi bir gündemi yok. Kayyımın virüsten farkı nedir? Halk iradesiyle seçilen bir belediye yönetimi bir kişinin gelip oraya el koyması en büyük virüstür. Asıl korona virüsü budur.” 

Yazık!

İlginizi çekebilir