Müslüm Yücel: Bize Yön Veren Metinler!

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz

Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengîn hisârın görmüşüz

Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz

Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz

Bir gün eyler dest-beste pây-gâhı cây-gâh
Bî-aded mağrûrun sadr-ı i’tibârın görmüşüz

Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz

(Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün)

(Nabi)

Kapadokya Meslek Yüksek Okulu bir süreden beri, Alev Alatlı’nın öncülüğünde “Bize Yön Veren Metinler” (2014) adı altında bir dizi kitap yayımlıyor. Dizinin birinci cildi “Büyük Buluşma” (750- 1040); ikinci cildi, “Kuzey Gökkürede Yeni Bir Yıldız Selçuklu” adıyla sunuluyor (1040- 1299). Kitaplar, 549 yıllık bir zaman dilimini kapsıyor. 

Araplar, 750’de güçlü bir devlettirler, saray ve saltanat sahibidirler; halifelik Abbasilere geçmiştir. Türkler, bu tarihte yakıcı bir şekilde yurt bulma ve yerleşme sorunları içindedir; Çin, Orta Asya’ya gelmiştir. Çin- Arap Savaşları başlamıştır. Türkler, bu iki güç arasındadır. Türkler, ya Çinlilere boyun eğecek, böyle yaşayacak ya da Arapları destekleyecek, yerleşme imkânı bulacaklardır. Türkler, Arapların yanında yer alırlar (Talas Savaşı, 751), savaşırlar; Müslüman da olurlar. Araplar, dinlerini büyütmek, sınırlarını genişletmek, Türkler de, özetle yurt bulma telaşındadırlar. Türk ve Arap ilişkileri bağlamında İslam, bugün ki anlamıyla bir ideoloji olur; bu ideoloji onları birleştirir. Ortak payda, toprak- ortak düşman Müslümanlığı kabul etmeyenlerdir!

Amaç da bellidir; Allah’ın dinini yaymak, son elçinin emirlerini yerine getirmektir. Muhammed, son peygamberdir; İslam, üç dinin bileşkesidir ve Kuran son kitaptır. Böylesi buyruklar vardır. Araplar, Ebubekir’le başlayan fetihlerini (Yermuk Savaşı, 636) Akdeniz ve Afrika’dan sonra Asya içlerine doğru kaydırmışlardır. Dandalakan Savaşı’yla (1040) Selçuklular, Gaznelileri yenmişlerdir. Kitabın ikinci cildine geldiğimiz zaman artık Osman- Osmancık, Osmanlı kurulmuş, Bursa’ya kadar gelinmiştir. Özetle, tarih budur. Alatlı’nın bize sunduğu “Tarih bilinciyle”, “bize yön veren metinler” doğmuştur. Ancak şöyle bir sorun vardır, söz konusu metinlerin hiç biri kendi zamanında tanımlanmış- kabul edilmiş değillerdir. 

Kitabın iki cildini okuyanlar elbette ki dil ve anlatım bozukluklarını görmezden gelmişlerdir; bu pek önemli değildir, önemli olan derttir. Ancak ikinci cildin kapağında bu sorun oldukça dikkat çekicidir. Doğrusu, “Kuzey Gökküre’de Yeni Bir Yıldız: Selçuklu” olmalıdır. Umarım yeni baskılarda bu düzeltilir. 

Kitabın beni çeken yanı “metin” denilmesidir. Metin Arapça, mtn’den gelir. Bu, yazı parçası ve yazıyı oluşturan unsurlardır. Yani, yazı da bizi ilgilendiren üç şey vardır: Biçim, anlatım, noktalamalar. Bunun yanında metinden kasıt el yazması, parça da söz konusudur. Amaç da bilgiye kolayca ulaşmaktır. Metinden kasıt, bir yerde basılı kaynak anlamını taşımasıdır. Basılı kaynak, kabul edilmiş demektir. En azından bir hakem kurulu vardır. 

Metinler nelerdir diye bir soru sorduğumuzda, kitap anıtlarla/ yazıtlarla başlamaktadır. Bunlar metin midir? Evet, metindir. En önemli sayılanlar da Orhun Kitabeleri’dir ki, bunlar 19’uncu yüzyılda (1889) bulunmuşlardır. Bunların, bu tarihten önce Türkler için bir önemi var mıydı? Yoktu. Bunların bize yön verme tarihleri, 30’lu yıllarda bizzat Mustafa Kemal’in teşvikiyle gelişen Türk Tarihi’nin Ana Hatları’nı belirleme çabasıdır ve tek amaç, Batı’nın tarih tezine karşı bir tarih oluşturma, bir var olma kaygısıdır.

Bir reflekstir. Kitabeler bize yön vermezler; ayrıca yön vermek, maddi bir hata içerir; yön, coğrafi bir kavramdır/ evrensel değerlerdir; Kitabeler ise evrensel değil, oldukça mahallidir, Türklerin yaşamlarıyla ilgili kimi bilgiler verirler. Tonyukuk Kitabesi (732), Türklerin “geyik giyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk” ifadesiyle başlar, güzeldir, buradan şunu anlarız; Türkler,  avcı, toplayıcıdır, toktular ama sonra, düzenleri bozulmuştur. Tek şey söyleriz. Yazık! 

Kitabenin başka bir yerinde yaşamak için öldürmek bahsi de geçer: “Savaştık, mızrakladık, Hanı’nı öldürdük” Sonuç, şudur: Baş eğdi. Amaç baş eğdirmek ve baş eğmektir. Baş eğmek ve eğdirmek siyasal ve sosyal bir kavramdır. Bugün bunlara bel bağlamak, yön belirlemek irrasyoneldir. Öte yandan efsane ve eylemleri yüceltmek, teoriyi küçük görmektir; teorik olarak Türkler, Çin akınlarından kaçmışlardır ve daha sonra sığındıkları Kürt ve Ermenilere katlederek ilerlemişlerdir. Kars/ Hani kalesinin kuşatılması bunun bariz bir örneğidir. Ancak, bu sadece bize bir tarihi hatırlatır.

Günümüzde bunları birer yön olarak kabul etmek, “ben bunların mirasçısıyım” demek, bunun üzerinden mitler geliştirmek, insanları disipline boyun eğdirmeye mecbur bırakmak sadece ülkücü bir güç sağlamaktır. Ülkücü gücün hiçbir zaman hiç bir toplumda karşılığı yoktur. Türkiye’deki Nihal Atsız’ın yazdığı kimi romanlar vardır ama bu romanlar sadece bize çocuksu gelirler, güzeldirler, güleriz, eğleniriz; Türk ölür, sonra birden dirilir. Ancak bu metinler ciddiye alındığı zaman tehlikelidirler. 

Tehlike: Bilinir, Musolini İtalyan mitlerine sığınıyordu. Hitler ise efsaneleri ve eylemleri yüceltiyordu; her ikisi de teoriden nefret ediyordu, kendi ucuz hayat hikâyelerini yüceltiyor, başkalarını dinlemeye bile tahammül etmiyorlardı, belki kendi içlerinde büyük ve yüceydiler ama şimdi, barbar ve gevezeler. Hitler, ben derken bile biz diyordu. Yazdığı kitaba/ Kavgam Nazi İncili deniliyordu. Naziler kanlarıyla düşünürdü, üstün uluslardı, Hıristiyanlık onlarla din olmuştu, onların ulusu yüce ve ulaşılmazdı. Bunlar gülünç geliyor, çünkü gülünçler.

Alatlı’nın kitabı sunuşu- bildirisi bunun üzerine kuruludur.  Metinlerin yanlış yazımı, abartılı yorumları da elbette gözden kaçmamaktadır. Pire kasaba teslim edilmiş, derisinden davul yapılmıştır adeta. Ancak abartmak isterken bir dizi yanlış dile getirilmiştir. Örneğin ilkokulda öğretilir, denilir gökyüzünü dev bir küre olarak düşünün. Düşünürüz, sonra bize söyleneni anlarız, mesele de şudur: Türkiye yeryüzünde Kuzey yarım kürede yer alan bir ülkedir, bu yüzden güney gök küredeki yıldızların bir bölümünü hiç zaman görmez. Kitabın bildirisinde bu duygu pek görülmez. Kitaplar/ Türk ve İslam’ı görmek üzerine kuruludur. Kürtler yoktur, Ermeniler yoktur, Rumlar yoktur.

Oysa bu toprakların her karış toprağının altında bu uluslar vardır, bu ulusların emeği vardır; tarlanın sürülmesinden, tarım araçlarına kadar, bu gün yapı diye sunulan her bina da bu hakların alın teri ve emeği vardır. Emek ve sanat üzerinden bir değer vardır ama Alatlı’nın derlediği metinlerde 18’inci yüzyılın popüler ekonomik görüşü olan Smıth’çi liberalizmin bile hoyrat kullanımı söz konusudur. Ermeniler, Kürtler ve Rumlar sanki Türk, Fars ve Arapların ekonomik yaşantısının motivasyonlarıdır, varlık nedenleri sanki Türklerin öz çıkar’larıdır. 

Metinlerin hepsinde Türk ve İslam dünyasına uymayan bir felsefe gömleği giydirilmektedir. Ciltler kalın olduğundan ve üst başlığında bir üniversite ilanı bulunduğundan insana ciddi bir çalışma gibi görülmektedir ama ciltlerin tamamı, iki sayfalık bir makaleye denktir. Kitaptaki ilk sayfalarda yer alan teşekkür bildirisinde kitabın bir kültür işlevi değil de politik bir etkinlik olduğu da anlaşılmaktadır. Bu Türk ve Osmanlı geleneğinin devamı bağlamında önemlidir; ne olursa olsun, patronaj vardır. Patron devletse, burada bilgiden söz etmemiz mümkün değildir; burada bilgi devlet için üretilmiştir; ihtiyaç değil, bir görev omuzlanmıştır.

Eskiden beride bu üniversiteler için geçerlidir. Üniversiteler bilgi üretmezler, hükümetlere hizmet ederler. Bilim adamının önünde ders verdiği öğrenciler yoktur, varsa müşteridir; bilim adamının arkasında devletin yetkilileri ve etkili organlar, onlara ödül veren siyaset adamları, kuruluşlar olacaktır. 

Kitaplar Türk ve İslam dünyasını hedeflemiştir. Bu dünyada sosyal bilimlere yer verilmiştir. İslam etrafında da üç de halk vardır; Türkler, Farslar ve Araplar. Kitaba bir giriş yazan değerli denemeci, roman yazarı, ekonomist, düşünür, siyaset-mader Alatlı, şunları söylüyor: “Türk- İslam kültür dokusu, başka motifler ana hatları itibariyle üç büyük kültürün temel çizgilerinden oluşmuştur; bunlar, Türk, Arap ve İran unsurlarıdır şeklindeki genel kitabi kabul, sadece ‘başka motifleri’, Rumca, Ermenice, Kürtçe, Ladino, Yiddiş gibi bu topraklarda yaşayan dillerin üretimini dışladığı için değil, her biri kendi içinde bir derya olan Arap ve İran unsurlarının ‘temel çizgileri’ni neler olup olmadıkları üzerinde mutabakat gerektiği için de sorunluydu” (I. Cilt, s., 45). 

Doğasıyla, bize yön veren metinlerden kasıt, tek kitapta özetleniyor: Kuran. Bize, tek adres veriliyor, bu kitaba bağlı olanlar ve bağ etrafında “kültür, sanat” ve siyaset üretenler. Kitabın ilk bölümünün adı: Kökler ve ilk konu Dede Korkut! Tekrar yazmama gerek yok, Nupel’de uzunca yazdım. Dede Korkut diye bir adam yoktur ve uydurulmuş bir kimsedir, söz konusu edilen hikayelerde de yine yazıda belirttiğim gibi derme çatmadır. Alatlı’nın belirlemesi şu oluyor, diyor ki, “15’inci yüzyılda yazıya geçtiği tahmin edilen” (s., 59). 

Bir üniversite kitabında tahmin ediliyor diye bir cümle olamaz ve böylesi bir iddia kaynak gösterilmeden sunulamaz. Akademik demek, okunmuş, bir karara bağlanmış ve tartışmaya açık demektir. Ancak, burada bilgiler mühürlenmiştir. Bir sayfa daha çeviriyoruz şu ifade: “ Günümüz başta Türkiye olmak üzere, eski Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında konuşulan Türkçe’nin dünyada en yaygın olarak konuşulan on beşinci dil olduğu hesaplanmaktadır” (s., 60). Bu hesabı kim yaptı, kim söylüyor. Sonra bu iddia, bir kaynakla! Açıklanıyor, deniliyor ki, “Son yıllarda itibar kazanan bulgular ışığında 8500 yıllık geçmişi olduğu iddiası ise, çivi yazılı Sümerce tabletlerdeki 168 ortak kelimenin varlığıyla açıklanmaktadır” (s., 60).  

Bu kitabın satırlarını yüz yıl sonra okuyacak olan biri şunu sormaz mı, demez mi nedir bu son yıllar, bu bulguları kim, nasıl değerlendirdi. Robert Musil, Niteliksiz Adam’da, “Ne zaman”, “Önce” ve “sonra” diyebilen bir kişinin şanslı olduğunu söylüyormuş. Bir ek yapmam gerek, “son yıllarda” diyen adam, son yıllara mahkum olmuş bir halka, yazıktır. Ferman Padişahın Dağlar Bizimdir diyen Dadaloğlu’ndan bakmak gerek Türklere… Gerilla savaşının olmadığı bir zaman diliminde kurtla, kuşla, börtü böcekle yaşarım diyen bir erdem vardır… Sana asla boyun eğmem diyen biri vardır. Dağı, Kemal Tahir geç fark etti. Dağın suyu kesilmez dedi ama buradan bir edebiyat üretemedi, fikriyatı, edebiyatın önüne geçti. Devlet, büyük şeydi. 

Alatlı’nın ciltlerinde 732’den beri taşlara yazılı kitabelerden söz ediliyor: Tonyukuk Kitabesi, Kül Tigin Kitabesi vs. Sonra Fars kaynaklarından çıkan Alp Er Tunga… Bunlar mı bize yön verdi? Yani doğru değil, mit bize yön verdi. Mitle hayat bulmak, yön aramak, bulmak, tuhaf olsa gerekir. Alp Er Tunga’yı, Rüstem öldürdü ve kimi kaynaklarda Rüstem, Kürt’tür. Bu basit çıkarsama, mite dayalı bir anlamla dünya kurma, bilimsel bir doğru değil, politik bir spazmdır; tepki bile bir paniğe gebedir burada. Faşizmin temel ilkesi şudur: Irk halktan önce gelir. Halklar yoktur. Alatlı, Türk, Arap ve Fars diyerek ve bu tür metinlere de öncülük ederek ırklara, halkları kurban etmiştir. 

Kitabı okurken bir yandan da Alatlı’nın kimi videolarını izledim, söyleşilerini okudum; Alatlı, Kürtlerden, dengbejlerden söz ediyor. Bu halkı, ötekini kendisi için folklor malzemesi haline getirmekten öteye gitmez. İtalyanların bir dönem tanıdıkları faşizminde kimi Hegelci unsurlar vardı ama bunlar, Musolini’yle birlikte bittiler, tarihin çöplüğüne atıldılar. Hegel, “bir fikir olarak devlet her şeyin üstündedir” diyordu. Naziler’le onları ayıran ince bir çizgiydi bu; Naziler için ırkları önemliydi, birey de bu yüzden baskılanmalıydı.   

Nihayet kitabın Kökler bölümü, Köroğlu’ya son bulur. Köroğlu’nu Pertev Nail Boratav hoca, askerliğini Kars’ta yaptığı sırada derledi ve destanın aslı Kürtçedir. A sizde/ sende her şeyi Kürt yapıyorsun diyen aklı evelerin seslerini duyuyorum şimdi. Ama şunu da iyi biliyorum, asimilasyon sadece dilin ve kültürün posaya/ boka dönüşmesi değildir. Asimile ettiğinin dilini ve kültürünü kendine mal etmektir. Mao, Tibet İşgali sırasında Budistleri kovarken ve katliam yaparken, “benim babamda Budist’ti” diyordu. 

Bir gün bilimle hareket eden sahici üniversite olursa, bize yön veren metinler dizisinde elbette ki Köroğlu’da, Kiziroğlu’da yayımlanacaktır. Ama şimdi mühür kimde ise İskender odur ve kime, İskender parayı verse, mühür onun kağıdına basılacaktır. Devlet, patron olduğu zaman, üretilen kültür de ona hizmet eder. Doğaldır. Bunu hoş görmüyorum, basitçe ele alındığı için hor görüyorum.  

İlk ciltte bir dizi Arap “filozofun” adı geçiyor, sormak gerekiyor, bunlar ne zaman çevrildiler. En bilineni İbni Haldun’dur, ki bu da bu topraklarda 16’ıncı yüzyıldan sonra Haldun bilindi. Bilinmesi de bir yöntem olarak benimsenmesi değil, tatbik edilmesi değil ya söz edildi ya da küçük çevirilerle sınırlı kaldı; İbn-ül Kemal Kemalpaşazede onu ilk fark edendi, sonra 17’inci yüzyılda Müneccimbaşı Ahmet Dede geldi. Osmanlı’nın ilk ciddi tarihçisi sayılan Hacı Kalfa- Kâtip Çelebi, gerileme bahsinde Haldun’dan istifade ettiler. 18’inci yüzyılda Naima’da da bir etki söz konusudur. 19’uncu yüzyılda, Ahmet Cevdet Paşa, Tarihi Cevdet’te az biraz Haldun etkisi görüldü. 20’inci yüzyılda Hikmet Kıvılcımlı. Ancak bu etkinin, bizim sosyal bilimlere yön verdiği anlamına gelir mi?  

İbn-i Haldun’un üzerinden sağlam bir ilgi son yıllara, seksenli yıllara dayanır ve Haldun’un, Türkiye’de bilinmesine iki kişi de öncülük etti; bunlardan biri Ahmet Aslan, diğeri Hamit Bozarslan’dır. Bu ikisinin üstüne Alev Alatlı’nın Türk meşrebinden tek bir yaprağı yoktur. Diğer yandan Haldun, bu topraklarda hep yasaklanmıştır. Bizzat II. Abdülhamit, Pirizade Mehmet Sahip Efendi’nin kısmen çevirdiği Mukkadime’nin hem basımını hem okunmasını yasaklamıştır. Türkçe de ilk çeviri Tatar, Zakir Kadiri Ugan tarafından gerçekleşmiştir. Bu çeviri, MEB yayınları (1954- 1957) arasından çıkmıştır. Bunu Turan Dursun çevirisi izledi ama o da tam metne ulaşamadan öldürüldü. Mermiyle, bilgiye yön verilmiştir. 

Hamit Bozarslan ve Ahmet Aslan’ın yorumları dışında elle tutulur bir yorum söz konusu değildir. Sevim Belli’nin çevirisiyle birlikte üç mukkadime çevirisi vardır ve hala bu metin çeviriye muhtaçtır. 

Türkler, 12’inci yüzyıldan beri, evet bu topraklarda bize yön vermişlerdir. Ancak Türklerin ilk ciddi şairi Orhan Veli’dir; Veli’den önce, Türk şairi diye bir şairden söz etmek, şiire haksızlık olur; altı yüzyıllık Osmanlı’da şair ve devlet iç içedir, kapıkuludur; iki kaşık gibidir. Şair, önce Allah’a, sonra peygambere ve sonra padişaha ithaf eder şiirini ve daha ilerisi, bunlar için yazdığını söyler. Böyle bir şair olmaz. Fuat Köprülü’nün artık müfredat dışında bir karşılığı olmayan edebiyatı üçe ayırması da bugün gülünçtür. Köprülü, İslam’ı esas alır; İslamiyet’ten evet Türk Edebiyatı, İslam medeniyetin tesiri altındaki Türk edebiyatı ve Avrupa medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı.

Basittir, din ve edebiyat ayrı disiplinlerdir, önce ve sonra diye bunları ayırmak edebiyat olarak yanlıştır. Hıristiyanlığın ya da Yahudiliğin etkisinde diye bir ayrım nasıl ki sadece din bağlamı içersindedir ve edebiyat burada bir ayrıntıysa, İslam formu için de aynı şeyler geçerlidir. İslam’dan önce derken Köprülü, büyük oranda, o da büyük iyi niyetimle belki göçebelik dönemi bir edebiyattan, İslam medeniyeti derken tarıma geçişten söz etmiş olabilir ama bu da, bir tek şeyi ifade eder, istila ve işgali. Kabul edilen göçebeliğin sona ermesi bir yere gelmektir ve bu gelinen yer hiçbir zaman ifade edilmemiştir; burası Türklerin tarımla ilgilendikleri bir yerdir ve buralarda yaşayanlar da birden ötekilerdir! 

Bütün bunları doğru kabul etsek de Türklerin, Hintliler gibi bir destan dünyası yoktur; göçebe toplumun atasözleri vardır… Sosyal olarak çadır bilgisi vardır, az da olsa bir hayvan dünyası vardır. Bu da az bir şey değildir, çok kıymetlidir.  

Kitapta sapla samanın karışımı her makalede dikkat çeker. Örneğin İbni Haldun, felsefeci olarak tanıtılır. Oysa Haldun bilim adamıdır. En trajik yan ise Türk ve felsefe başlığının sıkça kullanılmasıdır. Türklerde felsefe yoktur, olamaz da, yapamazlar da. Bu bir hakaret değildir. İltifattır. Türklerin felsefe dünyasıyla karşılaşmaları Mezopotamya da karşılaştıkları kimseler sayesinde olmuştur/ yurt tutma onların felsefeyle ilgilenmelerine engeldir;  dahası felsefeyle ilgilenme ve yapma gibi bir düşünceye ihtiyaç da duymamışlardır. Gerekte duymamışlardır. İşgal etmiş, yerleşmiş, büyük bir var olma savaşı vermişlerdir. Türkler coğrafyayla sağlıklı bir ilişki de kuramamışlardır; denizle, dağla, nehirle bir ilişki kuramamışlardır, bu ilişkiyi kurmuş kimselere de kulak vermemişlerdir. Şunu demişlerdir: “Takı taluy takı müren/ kün tuğ bolgıl kök kurıkan” (Daha deniz, daha ırmak, güneş bayrak, gökyüzü çadır).  

Türklerin balık adları bile silah adlarıdır (Kılıç, kalkan). Türklerin tek büyük özellikleri vardır; evet, Türkler devlettir; bu topraklara geldiklerinden beri tek dertleri devlet kurmak olmuştur ve bu dertleri, Cumhuriyet’le devam etmiştir. Başarmışlardır. 

Türk- felsefeci yumurtaya demirden çangallar asmak gibi bir şeydir. İnsanı sevmek, tanımak devlet adabında söz konusu değildir. Devlet, vatandaş, yurttaş, kul vs yaratır, felsefe yaratmaz, felsefenin işi düzeltmektir, amacı insanı sevmektir, insanı tanımaktır; özgürlüğü savunmaktır, bireyi ortaya çıkartmaktır ama bunlar devlet için hem dün, hem bugün suçtur. 

Ahmet Aslan söz edince fark ettim; Platon’un devletinde de bu böyleydi. Platon, devleti yöneten kimselerin evlenmesini istemiyor; çünkü evlat, nifak demektir, rekabet üretir, toprak, mülkiyete döner. Kürtleri düşünelim. Kürtlerin, Güney Kürdistan’da devlet olamamalarının en büyük nedeni buydu; toprak, vatan değil, aile mülkiyetiydi… Olduklarını zannetmiyorum ama kimi “Kürt milliyetçileri” çok fazla Güney Kürdistan’a referanslar yaparlar; oysa Kürt devletinin en büyük engeli toprak mülkiyetidir. Kerkük düşerken, köprü üstünde mermi atan üniversiteyi terk etmiş gençlerdi, generallerse ilk kaçanlardı. Türkler devlettir ve devlet olmaya devam edeceklerdir; çünkü mülkiyet tapularla sınırlandırılmıştır, alınıp satılsa bile vergi sistemiyle topraklar devlettir, devletin bütünlüğüdür, ona hiç kimse karışamaz.  Ama bu onların tarih yazımı, edebiyat ve felsefede başarılı oldukları anlamına gelmez. Devlet olmak için bunca şeyi feda etmek de az bir şey değildir. Bu da Türklere hastır. 

İslam felsefecisi diye bilinen- tanıtılan ve değer verdiğimiz Farabi, müzikal bir nakıştır; en büyük işi, Aristo’yu tanıtmak olmuştur. Aristo devasa bir filozoftur. Türkiye içinde bulunmaz bir değeri vardır. Aristo, özgürlük değil, erdem istiyordu; eşitlik değil, liyakattan diyordu. Dün de böyleydi, bugünde böyle. 

Osmanlı ve Türkiye cumhuriyetinde felsefe olamazdı. Osmanlı, buna Selçuklu da dahil, tek dertleri vardır; devlet olmak, yerleşmek; Aslan’ın deyimiyle “topluluk” değillerdi. Devletti, padişah- kral bütün mülkiyetin ve halkın sahibiydi, sırasında alıp satma yetkisi de bir tek ona bağlıydı. Dahası padişah, Allah’ı temsil ediyordu ve toprak isteyen kimselere de padişah bile ben kulum diyordu. Her şey Allah’ındı. 

Alatlı’nın sakız gibi ciltlerinde Türklerin, İslam üzerinden bir felsefeye sahip oldukları sıkça iddia ediliyor. Bu, yekten yanlıştır. Şeriat, hukuk değildir, şeriat üzerinden hukuk felsefesi de gelişemez. Şeriat dairesinde herkes eşit değildir; eşitlik de yine, Müslüman olanlar arasında söz konusudur ve Müslüman’ın konumuna göre de biçim alır. Din ve felsefe de hiçbir zaman bağdaşmaz. Gerçek dindarlar, felsefeye ihtiyaç duymazlar, dinleri ihtiyaçlarını karşılar. Aslan’ın deyimiyle “felsefeyi, felsefe olarak yaşamak” ayrıdır; felsefeyi din olarak kabul edip yaşamak ayrıdır. İslam filozofu gibi tanımlar yapmak- felsefe demek, sadece “rol” çalmaktır. İslam, asla sorgulanamaz; Allah bir, Muhammed onun elçisidir, bu kadardır. Namaz Allah ve Muhammed’le başlar. İmanda, ıslahatta. Sırf bu yüzden yüzlerce savaş çıkmıştır ve hala da çıkıyor.

İslam, Allah ve Muhammed anlayışı dışında herhangi bir anlam arayışına girmez, ihtiyaç da duymaz. Türkler bağlamında somut örnekler verebiliriz. Ahmet Yasevi aklımıza ilk gelendir. Sonra Mevlana ve Hacı Bektaş. Bunlar ne sofi ne de felsefecidirler. Din bunların askeri anlayışına hizmet eder. İstila ruhlarını besler. Dün de böyleydi, bugün de bu böyledir. Ahmet Yasevi, Divan-ı Hikmet ve Fakr-name adlı eserlerinde bu açıkça görülür, denilir “Sofi şeriatı, tarikatı, marifeti ve hakikati” kavramak zorundadır (Dört Mertebe). Bunun içinde şu nasihat verilir: “Gece kıyamda durmayanın, gündüz şeyhe hizmet etmeyenin şeyhlik davası boşunadır.” Gece kıyamı, devlettir, devlet hizmetidir, gündüz hizmeti tekkedir. En yüksek mertebe şehitlik ve gaziliktir. Mikro milliyetçiliktir bu; her şeyi kendilerine ait milliyet içinde ele alırlar, biz vardır ve bu bizin içersine aşiretlerini, kabilelerini, mezheplerini, dar şuurlarını da eklerler.  

Basit oldukları için mertebelerini mitolojiyle desteklerler. Biri aslana biner, yılanı kırbaç eder, yol alır; diğeri, tekke duvarını yıkar, duvara biner, onu karşılar. Buna inanılır. Hacı Bektaş’ın amacı, kelimeylesiyle şuydu: “Git, yürü gaza yap. Sana fetih, O’ndandır.”  Alt döşemesi teosofi, üstü fetih olan bir “inanç”, tek bir şeye hitap eder: Devlete. Burada felsefe yoktur.

Alev Alatlı’nın bir “entelektüel” olarak dinle, felsefeyle ilgilenmesi güzeldir. Entelektüeller dinle ilgilenmek zorundadır ama bu din ve adamını öğrenmek üzere olmalıdır. Şerif Mardin, Sait Nursi Olayı diyordu. Bu anlamlıdır. Sait Nursi, bir olaydır. Nursi, bir din adamı değildir, aksiyonerdir. Felsefeye uzak, askeriyeye yakındır. Envercidir. Aralarından su sızmaz. Filozof değildir. Askerin yanında yer almıştır ve devleti, askeri olarak, kimi zaman eleştirel bile olsa yalnız bırakmamıştır. Şeyh Said’e destek olmamıştır ve en yakın arkadaşı Albay Hulusi, Dersim’i kurşunlayanlar arasındadır. Nursi, bu kurşunlamayı hoş görür. Hatta kimi Nurculara göre Albay Hulusi, insana değmeyen mermiler atmıştır! Mermi sıkıldıktan sonra bunun bana değip değmemesinin hiçbir önemi yoktur. Din içinde evet, bunun bir karşılığı vardır; katılalım ya katılmayalım; Muhammet, silahlı bir peygamberdi, şakirtleri de elbette silahlı olacaklardır. Amaçları din devletleridir. Nursi için, Hulusi onun birinci şakirdidir; hatta ermişler katındadır; onunla, bir asır olmuştur. 

Bize Yön Veren Metinler demek, çok abartılıdır. Türkler bin yıldan fazla bir zamandır birlikte yaşadığımız bir halktır, tanırız, dillerini, kültürlerini iyi biliriz; onlar bizim dil ve kültürümüzü bilmezler; iyi tanırız onları, hele Alev hanımın “romanlarını” çok iyi biliriz. Türkler, Nietsche üzerinden söyleyecek olursam, ellerinde kudret olmadığı zaman özgürlük isterler, kudreti ele geçirince üstün olmak isterler ama başaramayınca birden bağırırlar, adalet derler… Yoksulun evine lüks arabalar yanaşınca, çok gördük, ya seçim zamanı gelmiştir ya da o evde bir şehit vardır… 

Diğer yandan Alatlı’nın derlediği metinlerde bir kök arayışı vardır. Bazen Hitit, bazen Sümer’e sığınma söz konusudur. Hiç buraya girmek bile istemiyorum…

Küçük notlarla bağlamaya çalışsam…

 Türkiye’de Ahmet Aslan gibi çok iyi felsefe tarihçileri vardır ve bu sayı, ikiye çıkmamıştır daha. Aslan’ın kitaplarından ve konuşmalarından istifade ederiz, gurur kaynağımızdır. Ne milli ne de milliyetçi bir kavrayışa sahiptir, erdem ve bilgi iki kardeş gibidir. Biri diğerini incitmez.  Konuşurken yaşlı bir kartal gibi bakar, gözleri ışır, “sanki defne taç için yapılmış bir mermerdir anlı.” Ona bakarız, onu dinleriz; ne üniversitelerin ilahiyatı ne de bilgi diye bize kendini küpe ve top sakala tercüme eden naylon felsefeciler… Her haliyle bizizdir o. Kürt, Türk, Arap, Ermeni olduğuna da bakmayız. Aslan, tek başına bir kütüphane üretmiştir. Her bir kitabının sayfası, dikilmiş kitabelerin tümüne bedeldir. 

İbni Haldun, sıkça geçiyor Bize Yön Verenler arasında. Aslan’dan sonra Hamit Bozaslan’ı da anlam gerek, bu toprakların değeridir. İbni Haldun üzerine, en oylumlu çalışmayı o yapmıştır: Kent varlığını şiddetle kurar. Doğru. Ama varlığını sürdürebilmesi için bu şiddeti sürdüremez. Buna kıssadan hisse demem gerekiyor belki. 

Türk tarihçiliği, deformasyondur, Alatlı’nın yaptığı da budur; 1923’te de böyleydi, 1960’ta da, 1980’de de: 1923’te Türk Tarih Tezi diye bir şey uyduruldu, çok romantikti, hayalciydi, tekdüzeydi, basitti; amaç, milli bir tarih yaratmaktı, buna göre Türkler beyaz ırktı, dünyada var olan birçok dil Türk dilinden türemişti… Bu abartılı padişah hikâyelerine muhalefetti. 1960’larda Türk tarihinde Bizans ve Osmanlı sanki yoktu; “solcular” Asya Tipi Üretim Tarzı’nı keşfetti, bu tezi doğrulama adına sipariş romanlar bile yazıldı. Niyazi Berkes, Batı’yı açıkça sorun olarak görüyordu. Abartılı bir kitap yazıyordu: Türk Düşününde Batı Sorunu. Sorusu derdiydi, “biz” diyordu, “kendi toplumumuzun farklılığını niye öne çalışmıyoruz.”  Tek bayrak, tek millet, tek hakikat: Türk. Türklerde yalnızlaştı. İslam’la var olma, yıkımdı. Tarikatlar fraksiyondan öte bir şey değildir. Müzik makamıyla kazan döven çarşıları haraca bağlamadan öte bir şey değildi, o büyütülen ahilik de. Nihavent, Rast ve Kurd-i makamında kazanlar dövülürdü. O ses kesildi.  

Mürekkep yalayan her kes bilir, ilkti, Kemal Karpat, Hacettepe Üniversitesi’nde yapılan Sosyal Bilimler Kongresi’nde şunları söyledi: “Türkiye’de insanlar düşüncelerine göre farklılaşmıyor, çalıştıkları alanlara göre farklılaşıyor.”  Karpat şikâyetini “edebiyatçılar ve tarihçiler muhafazakâr ve sağcı, fakat buna mukabil sosyologlar ve antropologlar solcu” diye dile getiriyordu. 

Karpat’ın söylediklerini Alatlı üzerinden bugün için yorumlayacak olursam; solcu görülüyor ama solcu değil, sağ partilere danışmanlık yapıyor; Kürtleri sevdiğini söylüyor, sorunlarının büyüklüğünden söz ediyor ama onları görmezden geliyor, TV’lerde bunu sıkça dile getiriyor. Bir tek şey istiyor Kürtlerden, “yerinizde olsam…” Alatlı, Hintçe bilmeden, Hint edebiyatıyla ilgili ahkâm kesen Cemil Meriç’in başka bir formu. İkisi de alkışı seviyor. Alatlı hiç Kürtçe bilmeden, Kürt dilini, müziğini konuşuyor, Kürt meselesiyle ilgili sözler ediyor. Bir öğrenci Kürtçe dese, çok dağınık diyor ve sonra “Memo Zin’le iş dönmez” diyor, ekliyor, Kürtçenin Türkçeden eksiği var ve alkış topluyor:  https://www.youtube.com/watch?v=CNfJ2EtjmAU . Not: Ben Kürt aydını olsam, bir Türk derdini anlatsa ve ben onların dili yetersizdir desem, beni birileri alkışlasa, ben tek bir şey yaparım, o alkışlayanlara susun derim, aile terbiyesi diye bir şey var.  

Türkiye’nin nüfusu seksen milyonsa ve bunların kimliklerinde Türk vatandaşı yazılıyorsa, bu herkesin Türk olduğu anlamına mı geliyor? 

Çok büyük sıkıntıdır bu; insanları farklılaştırmak, görmemek, görmezlikten gelmek. Kürtler, Rumlar, Ermeniler, devlet değiller ama bu toprakların en geniş aynalarıdırlar… Sanat, Tarih ve edebiyat alanında bugün ne varsa, büyük bir kısmı, ya onlardan alınmıştır ya da onların etkisiyle oluşmuştur. Battal Gazi’den Köroğlu’na kadar, bu böyledir. Bugün herkesin ziyaret diye gittiği, dilekler tuttuğu Eyüp El Ensari bir rüya sonucu yaratılmıştır ve bu gerçek kabul edilirken Göbekli Tepe’den Cavi Tarlasına, Gırnavaz’dan, Nemrut’a geniş bir kültürün sürdürücüleri öyle kolay hasıraltı edilemezler… Buna belki ben devletim, hakkım var dersin ama güç yetiremezsin. Çünkü gülerler. Okumuş cahil, çok kötüdür. Arkeoloji diye bir şey var, gömebilir ama yok edemez kimse. Ani harabelerine kim ne yapabilir? Ayasofya mermerlerini kim, nereye, nasıl taşıyacak? Devlette, devletin akademisyeni de biraz da olsa makul olmalı, mağrurluk nereye kadar… Başta verdiğim Nabi’nin şiirinin açıklamasını da elbette ki vermem gerek şimdi. Bildik bir hikayedir. 

Çorlulu Ali Paşa diye biri, Nabi’nin malına el kayar, maaşını keser… Nabi bu, durur mu hiç, İbrahim’in ateşinden çıkmış mısralar dolanır kalbinde, sanırsın Nuh’un gemisinin çivileridir sözleri… Boyun eğmez, “biz” der, zaman bağının baharını da güzünü de gördük; üzerimizden neş’e rüzgârları da geçmiştir gam fırtınaları da. Ey Çorlulu mevki sahibi olunca zafer sarhoşu olma, zîrâ böylesine mest olup sabah olunca da baş ağrısı çeken binlercesini görmüşlüğümüz var. Gönlü kırık olanın atıverdiği âh topunun nice büyük sultanların muhkem kalelerini yıktığını biliriz. Derd ehli olanların kırıklıkla döktükleri gözyaşlarının yaptığı seller önünde nice gösterişli kâşânelerin, mâlikânelerin yerle bir olduğunu biliriz. O garipler ki, bütün sermâyeleri can yakıcı bir âh silâhından ibarettir ama, onu şöyle bir attıkları zaman, nice hızlı süvarilerin vurulup yere serildiklerini gördük. Sadarette itibar üzere oturan nicelerini gördük ki; gün geldi de onlar el pençe vaziyette pabuçluğu mekân tuttular (hizmetçi). O elindeki –gururla kaldırıp kaldırıp- içtiğin kadeh var ya (Çorlulu), gün gelir de dilenci çanağına döner, (senin) benzerlerini çok gördük.

Alatlı! Sasonlu Davut/ Davude Sasune’yi belki Türkler bilmiyordur ama, bu destanın Türkçe dışında pek çok dilde karşılığı vardır. Türk, Fars ve Arap şairleri Leyla ile Mecnun’a, Hüsrev ile Şirin’e, İskendername’ye ancak ve ancak ulamalar yapmışlardır ya da taklit etmişlerdir. Asıl olan Nizami’nin yazdıklarıdır. Nizami, Leyla ile Mecnun’da “Babam erken öldü” der. Onu annesi ve dayısı Ömer büyütmüştür. Annesinin adı Reise’dir. Nizami, “annem şerefli bir Kürt ailesindendir” der. Fuzuli’nin, Nabi’nin, Cami’nin hocasıdır. Vicdan ve akıl sahibidir, saf şairdir; felsefe, coğrafya ve matematik de bilir. Şirin, Ermenidir, Hüsrev, Acem’dir ve Ferhat… Bize yön veren odur. Nizami, Baki gibi yalaka ve tabansız değildir, çan sökülünce sevinen değildir. Çan, sökülünce sevinen şair, namazını da parayla kılıyordur. Bu gün, başımızı dik tutuyorsak, sivri davranıyorsak, bu Nizami’nin yüzü suyu hürmetine, bize layık gördüğü çelenktir. 

Bunları söylüyorum, daha bir sürü şeyde söyleyebilirim, demem şu; bu aynalar kırılırlarsa, onlara bakıp kendilerine yön verenler yok olur. Nizami’yi çıkart, Fuzuli üşür, Şeyh Galip, duvar dibinde ağlayan bir dilenciden farkı kalmaz. Taşuculu Yayha ve yalnızca Nedim’le de pek bir yere varılmaz… 

İlginizi çekebilir