Müslüm Yücel: Bir kurşunun uçarken parçaladığı bir kuş gibi; Düştüler 

I 

 Aşağıda anacağım şarkı, Ils sont tombes (Düştüler) 1975 yılında George Garvarentz tarafından yazılmış, 1976 Charles Aznavur tarafından seslendirilmiştir… Şarkı şu linkte açılıyor: https://www.youtube.com/watch?v=eScwBGNWFxI 

Şarkı, amatör bir çeviriyle şöyledir:  

 

Düştüler 

 Nedenini bilmeden düştüler 

Sadece yaşamak isteyen erkekler, kadınlar ve çocuklar 

Sarhoş adamlar gibi ağır hareketlerle 

Parçalanmış, katledilmiş, korkuyla açılmış gözler 

Tanrılarını seslenerek düştüler 

Kiliselerinin eşiğinde, kapılarının eşiğinde 

Çöl sürülerinde, kohortlarda sendeleyerek 

Susuzluk, açlık, demir, ateş tarafından vurulmuş 

Coşkulu bir dünyada kimse sesini yükseltmedi 

Bir halk kanında durgunken 

Avrupa cazı ve müziğini keşfediyordu 

Trompet sesleri çocukların çığlıklarını bastırdı 

Sessizce alçakgönüllülükle düştüler 

Binlerce, milyonlarca, dünya hareket etmeden 

Bir an için minik kırmızı çiçeklere dönüyorum 

Bir kum rüzgarıyla kaplanır ve sonra unutulur 

Düştüler, gözleri güneş dolu 

Bir kurşunun uçarken parçaladığı bir kuş gibi 

Her yerde ve iz bırakmadan ölmek 

Görmezden gelinmiş, unutulmuş, son uykularında 

İnandılar, safça 

Çocuklarının çocukluklarına devam edebilmeleri için 

Bir gün umut topraklarına ayak basacaklarını 

Ellerini uzatmış erkeklere açık ülkelerde 

Ben gömülmeden uyuyan bu insanlardanım 

İnancından vazgeçmeden ölmeyi seçen 

Hakaret altında başını hiç eğmeyen
 

Her şeye rağmen hayatta kalan ve şikayet etmeyen 

Geceye girmek için düştüler 

Ebedi zamanlar, cesaretlerinin sonunda 

Yaşlarını sormadan ölüm onları vurdu 

Ermeni çocukları oldukları için kusurlu oldukları için 

 

II 

Şarkının yayımlandığı tarihte, herkes bir şeylerini atıyor, bir şeylerini yenileniyor; her yerde mavi vardır, her şey mavileniyor. Şarkının yayımlandığı, plağının çıktığı günlerdir, bahardır. 

İstanbul sıradan bir gün… 

Beyoğlu ve Nişantaşı’nda kazma sesleri yükseliyor. Bir yerler yıkılıyor, bir yerler yeniden yapılıyor.  

Nisan’ın ikinci haftasında, havaların da etkisiyle, bir mavi patlaması oldu: Herkes kısa kollu, uzun kollu mavi gömlekler giyinmeye başlıyor. Evlerin dış cephesi maviye bayanıyor. Evlerin içi maviye: Perdeler mavi, pencereler mavi. Mavi formika, mavi muşamba… Mavi Murat 124 fiyatları, az da olsa diğerlerinden yüksek tutuluyor.  

Kıyametse, Ana oyunuyla başlıyor, meğer satışa sunulan biletlerin kenarında hafif bir mavi var; biletlerin üstünde mavi tükenmez kalemle numaralar yazılmış. Bundan mıdır bilinmez ama sıkıyönetim oyunu yasaklıyor. Gerekçe, “bu bir oyun değildir, bu bir devrim provasıdır.” 

Galatasaray ve Fenerbahçe maçlarına bilet alamayan küçük çocuklar, Çayan Mahallesi’nde bağırıyor: Sol sol, penaltı gol…  

Sonra işçiler, öğrenciler, bu sene, 1926’dan bu yana yasaklı olan 1 Mayıs’ı kutlayacaklarını söylüyorlar. Evlerin temeli kazılırken, fabrikada çalışırken, yük taşınırken iyi olan işçi birden azarlanan birine dönüyor: Hey sen, amele, dur, herkesin seninle işi bitti belki ama yasaların işi bitmedi, İstanbul yasalarına göre bir işçinin dolaylı ya da dolaysız yürümesine izin verilmez, hele işi bırakmasına, asla; yok efendim hak diyorsun, eşitlik diyorsun, adalet diyorsun, hey sen, senin bir ruhun yok, bedenin önce patronun sonra hazinenin malıdır, terin sudur; iç ve bize şükret, merhametimize sığın, sığın ki ayakta kalasın, adam olasın, sığın bize, sığıntısın sen, sığıntı. 

Birkaç gün sonra Türkiye İşçi Partisi yeniden kuruluyor: Behice Boran yeni başkan oluyor. Behice hanımın saçlarında beyazlar düşmüş ama hala güzel. Siyaset kazanı, siyaset meydanı, işçiler, patronlar, işsizler gibi sözler dolaşıyor kulaklarda. Sonra garip bir doymazlıkla ruhlar dolup taşıyor; doymazlık yalnızlığa izin vermiyor, tepeler, sokaklar, mahallerde uğultu var, herkes bir şeyini yitirmiş gibi diğerine bakıyor: Büyük sensizlikler zamanı, büyük benlikler zamanı. Herkes ben diyor, arada sensiz olanlar kaynayıp gidiyor.  

Kaset piyasası var. Oyunlar var: Zengin Mutfağı… Zenginler ne yer? Zenginler çeşni sever. Bir Ermeni açşı, bir Rum aşçı! Ah zenginler, evraktan, emlak sahibi olan zenginler, nerden zengin olduklarını bilirler, ne yiyeceklerini bilmezler… Korkudan mı, sevgiden mi bilinmez, kurt beslerler… Kurt gibi adamları vardır; bunlar, bu tarihte arabaların plakalarını değiştirir, bir yerlere giderler, bir yeri harabeye çevirip geri dönerler… Tarih, zazan bir “felaketler fablı” değil midir? Biri kurt olur, birini kuzu yaparlar… Çakaldırlar ama hikayeyi kendileri anlattığı için aslan kesilmişler…  

Nişantaşı’nda, bir apartmanın alt katından bir şarkı çalınıyor. Bir komşu, pencereyi açmış; şarkı, mavi perdelerden içeri sızıyor. Biri bu şarkıya kulak veriyor. Anlamıyor ama ses çok dokunaklıdır, sanki kendisi söylüyor, şarkıcının sesi, tellerine dokunuyor, bir tel diğerine değiyor, hafif, ince bir ses; el gibi, saçından yüzüne doğru akıyor: Düştüler 

Kim düştü, niye düştü, herkes biliyor ama şimdi düşenlerin değil, yükselenlerin demidir. Yaşamak isteyen erkekler, kadınlar, çocuklar, düşmüşler; sarhoşlar gibi ağır ağır düşmüşler: Parçalanmışlar, katledilmişler, korkuyla açılmış gözleri, kurumuş dilleriyle bir tek Allah’ın adını anarak düşmüşler. Ötede çiçekler var, kum rüzgârlarıyla kapanır, sonra unutulurlar ya; düşenler de öyledirler; unutulmuşlardır şimdi. Düşenlerin gözleri güneşle doludur; düşenler, bir kurşunun uçarken parçaladığı kuşturlar, bir izleri yok, bir iz bırakmadan ölmüşler: Tam altmış yıl önce!  

Şarkı bitiyor. Şarkılar söylenir ve biter ve bir şarkıyı var eden, bitince bile ezgisini, sözlerini sürdürmesidir. Bu şarkı sürüyor, bir yerlerde, birilerinin içinde.  

O zamanlar TV’de 7 Gün diye bir dergi var. Derginin içinde sanatçı posterleri yer alıyor ve isteyen bunu evine asıyor; berber dükkanları bu posterlerle dolu.  

O hafta derginin kapağında Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit var, ikisi de televizyona ateş püskürüyorlar: “Televizyon sinemaya zarar veriyor.”  

Haklılar mı?  

Belki.  

Gidilecek film var mı?  

Sinemada sinemalar da erotik filmler oynatılıyor.   

Derginin iç sayfalarında bir adamın bir fotoğrafı var. Üstte bir yazı: Utanmaz Adam! Mahallelere telefon kulübeleri yaygınlaştığı günden beri herkesin diline düşen bir sözcük de var: Jeton, ya düştü ya da takıldı.  

Meğer bu utanmaz adam İzmitliymiş, ataları burada doğmuş, kendisi Paris’te doğmuş. Ailesi bir lokanta açmış bir zaman, sonra da işte bu “utanmaz adam” doğmuş. Bu utanmaz adam, derginin yorumuna göre “Türk düşmanıdır.” Dergi, düşmanlığın nedenini güçlü argümanlarla besliyor! Kimine göre Türk basını magazinde altın yıllarını yaşıyor. Utanmaz adam demeleri de boşuna değildir hani. Dergiye göre, “Charles Aznavur denen bu, Türk düşmanı, şarkıyı Amerika’da kendisine Ermeniler arasında yer bulmak ve Fransa’daki 15 milyonluk vergi borcundan kaçmak için söylemiş… Aznavur (açıkça) harakiri yapmıştır.”  

Kahvede konuşuyorlar, “bir şarkının on beş milyon ettiği doğruysa, adamlar müziğe önem veriyorlar.”  

Kimine göre de “bu şarkıyla Türkiye’nin imajı zedeleniyor.”  Yani, “Türkiye’nin imajı on beş milyona alınıp satılıyor.”  

Zabıta meseleye el koyuyor. “Düştülere” karşılık, dolmuşlara: “Düşüp kalkmayan bir Allah’tır” sözünü yazdırıyorlar. Maşallah’ın hemen altına, maviyle…  

Niye yazdırıyorlar ki, Türkün aklı başka çalışır, kimse anlamaz.  

Şarkıya herkes ateş püskürüyor. Şarkıcının adı yok, varsa yoksa utanmaz adam… Utanmaz adam aşağı, utanmaz adam yukarı…  

ABD bu adamı destekliyor.  

Rusya bu adamı destekliyor.  

Maocular ketumlar…  

Nişantaşı, Şafak Sokak’tan yukarıda Akademi Kitapevi var, aşağıda Deniz Kitapevi, Sender Kitapevi ve daha birkaç kitapevi daha… “Televizyon, kitabı çok etkiledi” diyor biri. Zabıta plakları topluyor. Feriköy’de bir plakçı var, belki bulunur, biri, “Charles Aznavour’un plaklarını arıyorum” diyor. Plakçının dizleri birbirini vuruyor, terliyor, “bizde yok” diyor, olanları topladılar, arada birkaç tane vardı, onları da kırdık.  

Plakçının gözleri çöp kutusunda… Plakçının gözleri çöp kutusunda. Ah şu, çırak bir türlü çöpü boşaltmaz ki…  

Niye?  

Yanıt kısa: “Yasakladılar!”  

Her yerde yasak.  

Köşe yazarları, magazin yorumcuları tek bilekte buluşmuşlar. Parti farkı kalmamış. TRT’nin çiçeği burnunda yeni müdür yardımcısı Hıfzı Topuz, bir bildiri yayımlıyor:  

“Görülen lüzum üzerine, şarkıcı Charles Aznavour’a ait her türlü icranın ikinci bir bildirime kadar yayınlanmamasını” rica ediyor. 

Aznavour’un plakları sır oluyor. Kopyalarını bulmak mümkün değil. Unkapanı’nda iki şarkı çalınıyor: “İkimiz bir fidanız” ve “Neden saçların beyazlanmış arkadaş.”  

Tam bu sırada radyodan bir haber “Başbakan Demirel, Bakanlar Kurulu toplantısından çıkarken Vedat Önsel adlı bir kişinin saldırısına uğradı.”   

Şarkı unutuldu. Sonraki gün, “kimliği bilinmeyen” kişilerce Muammer Aksoy’un evine dinamit atıldı.  

Dinamiti kim attı?  

Bilinmedi.  

Yumrukla başlayan, dinamitle mi devam ediyordu?  

Bu arada demire ve çeliğe zam geldi; una, bulgura zam geldi, çaya, şekere zam geldi, tüp gaza zam geldi… Gerede’de Ecevit’in konvoyuna da saldırdı, konuşmasına izin verilmedi; Ecevit, yanındaki vekillerin silah çekmesiyle olay yerinden çıkartıldı ama söz verdi, “geleceğim” dedi; üç hafta sonra gitti ama bu sefer kurtulamadı, saldırıya uğradı. Aynı gün Türkeş, Diyarbakır’daydı, burada, olaylar çıktı. Polis, Türkeş’i istemeyen kitleye ateş açtı; üç kişi öldü. Türkeş, herkese toprak vaat ediyordu. Toprak Reformu, bir kurum olarak Türkeş’in elindeydi.  

Sahi, neydi bu toprak meselesi… Niye düştüler, niye düşürüldüler…  

 

 

İlginizi çekebilir