Müslüm Yücel: Beni bir masum uyandırdı

Geceleyin rüya görmek güzeldir. Rüya görmeyi severiz, uyanmak da istemeyiz: “İkinci yaşamdır.”  Ama kâbusu kimse sevmez. Nedeni, kâbusun kâbus olduğunu bilmektir.  Kâbus korkulan bir şeydir. Kendi adıma kâbusu severim. Bu yüzden, uykularım kalındır, en kötü anlar, tek iplik olup çözülünceye kadar kalkmak istemem. Bazen kötüyü takip etmek isterim, korkulana meydan okumak geçer içimden; bu, bir yanda bana çözülmeyi, diğer yandan küçük ve basit bir direniş verir; sabah olmuştur, uyanmışımdır ve kâbuslarla baş etmişimdir. Zafer, benimdir; benim olmasa da, uyanmışımdır. Uyumak ve ruhunu bulmak, uyumak ve ruhunu aramak arasında bir ilişki olsa gerekir. Şöyle köşeli bir cümle kurulabilir mi? Uyumak ruhunu aramaktır, uyanmak ruhunu bulmaktır. Ruhumu bulmazsam, sanırım uyanamam; bilirim, ruhum, kâbusla uyanabilir. 

Derler bir de, insan bu dünya ikizini bulmak için gelmiştir. Ruhun yaşadığı yerlerden biri belki de ikizdir. Kendi adıma, kendim için bir ikizim oldu mu? Büyük ihtimal şubattı. Şubat ayını sevmem. Yalanlanmış bir aydır. Ocağın yağmuru buza, alaza, kara döner, bekleyişleri öldürür: Umudu yok eder; denizin ve göğün rengi birbirine meydan okur, sanki biri diğeri değildir. İşte, salgının ayak seslerinin geldiği bir şubat, ama hangi şubat, bin yıl önceki bir şubat, deniz ve gök, biçim değiştirmiş ve hatta soğuk, çirkin dişleriyle gülmeye başlamıştı ki benle Ambrogia Lorenzetti (14’üncü yüzyıl) karşılaştık.

O gün anladım, şubat geçmeyecek ve hatta adım atar atmaz, şubat yeniden başlayacak; evler gibi, ruhlar da kapanacak, saatler duracak ve kimse kimseyi anlamamaya mahkum olacak… Bir birinin dilini bilmemek gibi güzel bir şeydi bu; tıpkı İtalya denizi ve Slvie’a gibi bir şeydi bu, açılmayan ve kapanmayan bir şey. 

İşte, o günlerden bir gün, bir şubat günü, biz ikimiz, ısınmak için, ısınmak adına Edward Lear’ın şiirlerini okuduk, üstelik yüksek sesle; şiirde, yaşlı bir Peru’lu adam vardı ve bu adam, güveç yapan karısına bakarmış, sonra bir gün, kadın dalgınlıkla, güveç yerine Peru’lu adamı fırına atmış. 

Batı, çocuğunu böyle terbiye eder. 

Derdimiz mi? Hiç yoktu. Doğrusu, derdimizi anlatacak kimse olmadığı için, derdimiz yoktu. Bir dert, anlatacak biri varsa derttir. Anlatacak biri yoksa işte o zaman, kâbuslar, o zaman rüyalar imdadımıza yetişir… 

Kahrolsun kâbuslarını sevmeyenlerin diktatörlüğü! 

Çünkü kâbuslar zavallıdır, sabah olunca onları görmeyiz, çekip giderler ve günlerimiz, onları aramakla geçer… 

Kâbuslarımızın nedeni nedir? 

Tristram Shandy, neye mahkûm olduğumuzu ve niye kâbus gördüğümüzü açıklıyor. Zaten bütün dertlerimizi sünepeler açıklar. Tristram, sünepenin tekidir. Hatta aptaldır. Ormanda kaybolduğumuzu söylemez, ormanda mahkûm olduğumuzu söyler ve mahkûmiyet kararını onaylayan kimseler olarak anne ve babalarımızı beynimize sıkar: Beni peydahladıklarında ne yaptıklarına dikkat etmiş olmalarını isterdim… 

Sanırım bizimkiler, beni peydahladıklarında hiçbir şeye dikkat etmemişler. Dikkat edilmesi gerekenler listesini düşünüyorum kaç zamandır. Büyük edebiyata katkı sunmak dışında zaten bir amacım da yoktur! Ancak tuhaf olan bir şey vardır ki bu son yüzyıldır, edebiyatta kalp diye bir şey yoktur. Dostoyevski, kırıldığı için atan kalpler yarattı, iyi bir şeydi; Nietzsche, bunu felsefede, putların karanlığında gördü; ikisi de sondu; 20’inci yüzyılda, kalp diye bir kalmadı; Anna Karanina ve Madam Bovary, son nüvelerdi. Felsefe bundan sonra devlete, edebiyat paraya yüzünü dönecekti. Aşk romanları da yoktu, ihanette. Herkes kendine koca bir ihanetti. 

Kalple ilgili en dokunaklı yorumları, boktan sepetten edebiyatçıların değil de, sanki çok önemliymiş gibi babasının mühendis olduğu önemle belirtilen, sonra evin tek kızı denilen- bunlar denildiği zaman zaten, yazarı değil de, yazarın çocukluğuna kadar bilen bir okur akla gelir- ve sonra Karl Jasper’den felsefe, Martin Heidegger’le aşk yaşadığı önemle belirtilen Hannah Arent yapmıştır.

Sıkı değil, basit bir cümle kuruyor Arent, şunu söylüyor: “Kalbin karanlığı.” Burası neresi? Burası, son durak; burada, “hiçbir şey insanın gözünde belirgin değildir.” Yani burası karanlıktır. Kalbi karanlık yapan nedir? Şüphe! Devrim, nerede başlar? Kalpte! Robespierre, yekten şüpheydi ve kendisine dahi hiç kimseye güvenmiyordu. Tek başına yatıyordu, kapıyı kilitliyordu. Halk karşısında ise namuslu ve dürüstü oynuyordu. Açıktı! Devrim, karanlık bir şeydi. Dahası devrimin yüzleri Sade ve sonra da Baudelaire’de karanlık görmüşlerdi, mahkemelerinde onları mahkum etmişlerdi; ikisi de inanmış ve ikisinin de karanlığı, kırılmışlıklarından geliyordu oysa.  Soru da şu: Kalp ne zaman atar! Yanıt: Kalp kırıldığında atar.   

Bundan sonra benim kalbimin de elbette bir anlamı kalmayacaktır. Gordon Pym’den farkım, bütün canlılardan daha kısa boylu, hatta görülmez bir adama oluşumdur. Kâbus mu? Devam ediyor: Vapur kalktı. Baktım. Yüzüm kefen gibi beyaz. Karın uğursuz, pis ve o kadar da namusuz beyazı… Nasıl da ezilip geçilen bir böceğe dönüşür insan ve buna bir aklı evvel George Samsa adını verir.  Samsa, uyandığında bir böcektir… Kâbusundan hiç uyanmak istememiştir. Annesini, babasını, kız kardeşini, karısını, arkadaşlarının onun böcek olarak hep tasavvur ettiklerini bilir. Böceğin de bir imanı vardır. Kimse, bu imanı görmemiştir. 

Ambrogia Lorenzetti, durup dururken, karşılaştığımız o ilk an bir parti kuracağını söyledi. Hem, hiç gereği de yokken.  Parti programını ben yazdım. O programı resimledi. Sonra ilk semineri ben verecektim. Konuyu o seçecekti, ha o ha ben, fark etmezdi; o söyleyecek, ben yapacaktım, ben söyleyecek, o yapacaktı, iki el gibi çırpacaktık. Konu şu: Kötü Hükümetin Şehir Yaşamına Etkileri. Hemen resmini de çizdi. Bana düşen, resmi seminerde okumaktı. 

Öyle bir konuştum ki, konuşmam en az 33 defa kesildi. Kötü hükümeti ve kralı anlattım. Kötü hükümet ve kötü kral, iyi adamlarımızın tümünü hapsetmişti. Ne olduğu belli olmayan ve kim oldukları belirsiz, uzun boylu,  bir gözü şaşı, yozlaşma içinde/ açıkça, şişmiş ve şişirilmiş bir domuz sürüsü insan, krala secde ediyordu.  Kralın iki tarafı doluydu; solunda zalimlik, ihanet ve dolandırıcılık; sağında çılgınlık, bölünme ve savaş vardı. Ayaklarının dibinde adaleti temsil eden bir kadın, ellerinden ve ayaklarından zincirlenmişti. Şehir harabeydi, itibarlı kimseler soygunculardı, sokaklar onlarındı ve maaşlarını, devletin gizli ödeneğinden alan bir sürü kabadayı, adaleti temsilen kadını saçlarından sürükleyip baba evine götürüyorlardı. 

Her şey kral içindi. Kral, adı üstünde İskender’den kalma boynuzlarıyla, şaşı gözleriyle olup biteni izliyordu. Kralın ayağının altında, lüksü simgeleyen ve hiç kımıldamadan uyuyan bir keçi vardı. 

Keçi, me dediği an, başım tavana değdi, uyandım. Kendimle girdiğim iddiayı kaybettim. Beni bir masum uyandırdı, ilk taşı atan da oydu.

İlginizi çekebilir