Müslüm Yücel: Barış günü…

20’inci yüzyıl faşizmin tarihidir ve faşizm her yerde ayrı bir adla anılmıştır. Doğum yeri olarak her zaman İtalya gösterilir ama Almanya/ Hitler, her zaman öne çıkar.  Hitler insan sevmiyor, Almanları seviyor, tek düşmanı Marksizm ve onu da “kolektif milliyetçilikle” alt edebileceğine inanıyor.  Yahudi, Çingene ve Zenci düşmanıydı; ırkçı demek yanında az kalır.

Polonya’ya girdi. Bu bir lütuftu sanki! Almanların adım bastıkları her yer kutsaldı; Almanlar, Atlantis’ten sağ kurtulan kutsal bir kavimdiler ve Alman kanının döküldüğü her yer, Alman kanıyla kutsallaşmıştı. Hitler kurt hayranıydı. Kendisi vejetaryendi, kurduna et yedirirken mutlu olurdu. Sesiyle kitleleri en fazla o etkilerdi. Radyo konuşmalarını kitleler ayakta dinler ve dinleyenler adeta kendinden geçerdi.

Öldüğünün duyulması üzerine intihar edenlerin sayısı belli değildir.  Dünya onu kötülüğün kişileşmiş hali olarak görse bile “Ölümünün” 30’uncu yılında hakkında yazılan, tespit edilen elli bin cildi geçmiş yayın vardır. Bu kitaplardan biri Hitler’in de üye olduğu, yetiştiği Thule Cemiyeti’nin kurucularından Rudolf von Saborendorf tarafından yazılmıştır: Hitler Öncesi! 

Saborendorf, Alevi/ Bektaşi hayranıydı, Osmanlı vatandaşı olmuş ve 1913’te şimdiki adı Kızılay olan büyük kuruma başkanlık yapmıştır. Sultan II. Abdülhamit’in Cemallettin Afgani üzerinden yapmak istediği Alevi/ Bektaşi- Sünni birliğini bir yana bıraktı, görünürde Hilafeti seviyordu ama, İttihat ve Terakki’ye, salt Bektaşi/ Alevi birliği üzerinden dersler verdi. Şakirt diye bellediği kimseleri Balkan Bektaşiliği ve Türk Aleviliğine yöneltti.

Alman masonları ve Osmanlı masonları onun yüzünden birbirine girdi; telgraflar çekildi. Türkiye kurulunca en çok o sevindi ama Hitler, yenilince o da yenildi, o da diğer Hitler’e inanan kimseler gibi çıkışı intihar etmekte buldu. Nazilerden biri, 1946’da mahkemede şunu söylemişti: “Kazandığınıza göre haklısınız.” 

Faşizm yenildi mi? Hayır, asla yenilmedi ve her zaman kendine yenileyen tek fikir de faşizm oldu.  

Hitler eğer kaybetmese bütün dünyanın göz bebeğiydi. Pek çok ülkenin gazeteleri övgü dolu sözlerle onu andılar ve onun demeçlerini manşetten verdiler. Cumhuriyet gazetesi bu anlamda bir ibret belgesidir. İktidarı süresince Türkiye’de binlerce hayranı vardı. 1933- 1946 yılları arasında dünyayı en fazla Hitler etkiledi ve öldükten sonra gizli bir hayran kitlesi oluştu. Adı ve öğretisi başka adlarla sürdü hep. 

Örneğin Franco, Hitler’den aşağı kalmayandı, tek düşmanı eşit çalışma koşulları olan işçiler de kim oluyorlardı, dağa çıkan komünistler onun için ipsiz kimselerdi. Franco, İspanya’yı kan gölüne çevirdi. Faşizm, İspanya’daki karşılığı fanaljizmdir. Hatta Fronco, sırasında kendini Hitler’den üstün sayıyordu, serde krallık vardı. Köylüleri de komünistlerden ayrı tutuyordu, bunlar bir araya gelmemeliydi, sırf bu yüzden Kastilya köylülüğüne ayrı bir önem veriyordu; bunlar, toprakların harcı ve hamuru, bunlar bu toprağın yüz akı, efendisiydi! Faşizm köyleri sever. Ressamları köy resimleri çizer. Hepsinin kucaklarında yeni doğmuş çocuklar, sırtlarını verdikleri buğday başakları vardır.   

Köylüler krallarını sever, krallar köylülerini sever, ucuz asker köylülerden gelir ve köylüye, bu toprak senin dediğin zaman, onu kendine kul edersin. Franco, kullar yaratmıştı kendine.  

İkinci dünya savaşına ramak kala büyük sömürge devletleri, kendilerine küçük devletler ve yalakalar bulmada geç kalmadılar. Yugoslavya bunlardan biriydi. Derme çatma krallıklar ve krallar yaratarak, bir hayal dünya yaratıyorlardı. Köklerini araştırdıklarında Adem’e kadar uzayan bir silsile çıkartıyorlardı.

Burada, bizzat Hitler tarafından ustaşalık/ ustaşa desteklendi; bunlar çok iyi bildiğimiz işbirlikçilerdi; Almanları destekliyorlardı, Hitler yarattıklarıydılar. Yiyecek ekmekleri olmayan bu kimselere, Hitler büyük soylu bir soy kütük çıkartıyordu ve onlarda bu kütüğe asılıyordu. 

Hitler, değdiği yerde derin iz bırakan biriydi. Faşizm böyle bir şeydir, iz bırakır. Yugoslavya hala kendine gelen bir ülke değildir. Hala ustaşalar vardır. Hatta kimi sol adına bunu sürdürür. Utanç verici olan da budur.  

Benzer bir anlayış, Avusturya’da da yaşandı; Avusturya faşizmi diye özel bir faşizm vardır, bunlar asla parlamentoyu kabul etmezlerdi, demokrasi diye bir şey yoktu sözlüklerinde. Çok sıkıştıklarında azizlerin hayatlarından pasajlarla kitleleri peşlerinde sürüklerler ve siyasiler bu işi çok ucuza yapardı: Halkı kırarak! Ölenleri şehit yaparak, yaşayanlara kahraman diyerek!  

 Faşizmin, Latin Amerika’daki karşılığı peronizm’dir. Çok can yakmıştırlar. Komiktirler, rezildirler.  Peronizm adını Juan Peron’dan alır. Lidere bağlı bir fikriyat açısından önemlidir. Tuvalete bile gitse adlarının baş harfleriyle taharet alırlar. Cahil ve narsistler. Lider ölçüdür onlar için. Liderin arkasında da iki gurup olur: Avukatlar ve gazeteciler. Bunlar kabine de yer almak için boyuna çalışırlar.

Canımın içi Neruda’nın deyimiyle bunlar gözdelerdir; işleri “kirli ellere övgü” dizmektir, “kah konuşma yapar, kah gazetecilik” Ne söyleseler, dillerinden coşkuyla söylerler, ağızlarında egemenin dışkıları vardır, sözcükleri bile pis kokar. Yalakalık ve yalan anılarla insanı boğarlar. Pis peronlar! 

 Faşizm, başka adlarla yürüse de anlamını değişmiyor. Belçika’da açık ve aleni bir şekilde parlamento ret ediliyor, bunun adı da reksizmdir! Demokrasi düşmanıydılar. Onlara göre ulus gardı alandı. Bu yüzden midir bilmem, Romenler de kendilerine- kendi faşizmlerine gardizm diyorlardı. Ulusal refleks! 

Portekiz, tarihte varlığını kıtalara yayılan sömürge ağlarıyla örmüş ve bununla övünmüştü, 1933’ten sonra kendi düşüncelerinden farklı düşünceleri istemiyor, Portekizli olmayanlara da üsten bakıyorlardı. Birleştiren kral değildi, Estado Nova diyorlardı, yeni devlet; buna göre, Salazar, milleti temsil ediyordu. Portekiz, Salazar’dı! Tam 41 yıl, bu adam, Portekiz oldu! Ama bu ülkeden dünyanın en güzel kitaplarından biri çıktı: Paseo, Huzursuzluk! 

Uzak Doğu bilim ve sanatta Avrupa tarafından çok bilinmiyordu ama onlar kendi içinde pusulayı, matbaayı, kağıdı bulduklarıyla övünürlerdi. Bunlarda 1930’lu yıllardaki faşizm dalgasından nasiplerini aldılar; kendilerine özgü bir faşizmdi bu. Japonya, Çin’e saldırıyor, Kore’yi zaten hep işgal altında tutuyordu.

Tıpkı Almanlar gibi Japonlar’da seçilmiş bir halk olduklarını söylüyorlardı. Bunlar, insan değil, Tanrısal bir ırktılar.  Bu yüzden, esir aldıkları Kore ve Çinlileri bilimsel çalışmalarında canlı denek olarak kullanmaktan çekinmiyorlardı ve bunu tanrısal ırkın refahı için yapıyorlardı. Tanrı/ kral böyle istiyordu ve onlar uyuyorlardı.

Ve tabii Türkiye’de bütün bunların dışında kalmadı. En az Alman ve Japonlar kadar seçilmiş bir millettiler; Fatih’in İstanbul’u almasının doğrudan Kuran’da yeri vardı, peygamber ona seslenmişti, yani bir yayılma kökleri vardı ama 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru Rus ve İngilizlere maskara oldular, büyükelçiler aralarında düzenledikleri av partilerinde adlarını anmıyordu, eşlerinin çay partilerinde de benzer bir şey vardı; hepsi, Osmanlı demiyor, tek bir şey: Hasta adam! 

Hasta adam ne yapıyor şimdi? Böyle diyorlardı, gülüyorlardı. Bu devirde sosyetenin diline düşmek diye bir deyim almış başını yürüyor. Hitler sevgisi, Cumhuriyet gazetesi üzerinden kısa haberlerle, ezeli düşmanlara karşı bir kurtuluş umudu olarak usulca neşrediliyor. Bazen övgü dolu sözlere, kelimeler yetmiyor. Dayanışma dedikleri bu olsa, gerek dostumun dostu dostum ilkesi işliyor.

Almanya ve Osmanlı, iki kaşık gibi iç içe giriyor. Enver Paşa’nın bir ayağı zaten orada, kendi adıyla anılacak “Enveri” adlı hançerler dövdürüyor, askerlerine dağıtacak; Talat Paşa desen yine öyle, Bir de Almanların çocuklara dönük masal kitapları var; burada “kızıl elma” figürü var, iki taraf da Cermen- Turan İmparatorluğu için paçaları sıvıyor. Çok geçmeden Alman ve Türk dostluğu sağlamlaşıyor. Ermeni soykırımı başlıyor ve daha sonra Yahudi soykırımı. 

Hitler yenilince kimileri yataklara düşüyor, kriz geçirenler var; Nadir Nadi, Peyami Safa, Necip Fazıl, Nihal Atsız ve daha pek çok kimse yenilgi sonucunda hastaneye kaldırılıyorlar. Atsız, hıçkırıklar içinde Yolların Sonu şiirini okuyor. 

Özetle, Faşizm biçim değiştirerek varlığını sürdürüyor. 

Bu pandemi sürecinde herkes gibi bende astroloji meraklısı oldum. Sıkça izlediğim ve çok güzel şeyler söylediği için de izlemekten keyif aldığım Dinçer Güner, artık yeni bir yüz yıla girdiğimizi söylüyor: Kova Çağı.   

Güner’e göre 21 Aralık 2020’de Jüpiter ve Satürn, Kova burcunda bir araya gelecekler ve tamı tamına bu zaman dilimi de 180 yıla tekabül edecek. Bunun mealini bilmiyorum! 

Bu şu anlama geliyormuş: Bugüne kadar ayağımız toprak istiyordu; mülkiyetler, devletler, adımızla anılacak yerler, şehirler. Şimdi ayağımızı yerden çekiyoruz; özgürlük, eşitlik, adalet istiyoruz. 

1 Eylül Barış günü, savaşın tarihidir; Almanya’nın Hitler önderliğinde Polonya’ya girişidir ve böylece ikinci dünya savaşının başlangıç tarihidir bu. 

Hitler’i etinde iliğinde yaşayan Brecht, Adam Adamdır’da, orduya “anne” diyordu! Tankta doğmuştu. Şiir içinde Brecht, unutmanın önündeki ödev diyordu. Ödev! Nietzsche, unutmak konusunda daha iyiydi: “Unutmayı öğren” diyordu! 1 Eylül’de bunu başarabilecek mi kitle! Başaramazsa da özgürlük, eşitlik, adalet güzeldir, her zaman her yerde de söylemek gerek! 

 

 

 

İlginizi çekebilir