Müslüm Yücel: Babalarının fotoğraflarıyla büyüyen çocuklar

Beklemek, büyük kefarettir ve kefaretin en büyüğü de gelmeyecek olanı beklemektir. Bir süre sonra herkes gelmeyecek olanı içinde büyütür; onunla konuşur, onunla yaşar ve tam kefaretin bedelini ödedim dediği an, bekleyiş, hem yürek olan dîlden ve hem de sözcüklerin hapishanesi olan dilden umudunu keser; artık, kendi içinde büyütmenin, içinde yaşatmanın yerini yas almıştır. Kürtler acının ve yasın ustasıdırlar. 

Bütün toplumlarda, hatta din, mitoloji ve edebiyatta görkemli bir “evlat acısı” vardır ama evladın baba acısı, yetimlik duygusundan öte pek ele alınmamıştır. Tevrat kıssalarının en dokunaklı olanı Eyüp Meseli’dir, sonra da kayıp oğlunu/ Yusuf’u arayan Yakup gelir; en çatışmalı (kurban) baba oğul ilişkisi de resimden, edebiyata kadar pek çok alanı etkileyen İbrahim’dir.  

Batı Mitolojisinde yine dokunaklı baba oğul (Zeus) meselleri vardır. 

Doğu mitlerinden biri olan Rüstem, doğrudan oğlunu öldürür. Edebiyatın en büyük konusu babalar ve oğullardır. Dostoyevski’nin en kasvetli tipleri babalarının ölümünden sorumlu çocuklardır. 

Türk edebiyatında da hatırı sayılır bir babalar ve oğullar figürü vardır. Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü ve Çalıkuşu, Orhan Kemal’in Eskici ve Oğulları ve Baba Evi ilk akla gelenlerdir.  Orhan Kemal’in “oğul” tipleri babalarını terk eder, sonra büyük acılar çekerler.  

Babanın öldürülmesi ise ne kadar anlatılırsa, bir o kadar da eksiktir. Sabahattin Ali’nin güzel anlatılarından biri olan Kuyucaklı Yusuf’ta, Yusuf’un hem annesi hem babası öldürülmüştür; Yusuf’u (devlet) kaymakam evlat edinmiştir. 

Yaşar Kemal’in hayat hikâyesi, romanlarındaki kişilerle beraber okunduğu zaman devasa bir yalnızlık silsilesi işler insanın içine. İnce Memed yalnız ve yetim büyümüştür. Ölmez Otu’nun Memedik’i yine ezgin bir karakterdir, herkesin gücü yeter, herkes aşağılar. 

Yaşar Kemal’in Akçasazın Ağaları, Demirciler Çarşısı Cinayeti ve Yusufçuk Yusuf adlı üçlemesi baba, oğul ve kan bağlamında yine ilk akla gelen anlatılardır. Nesne konusunda zayıf ama taklit roman bağlamında dikkat çeken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unda Mümtaz’ın babasını Rumlar öldürmüştür.  Hikaye bağlamında da Bekir Yıldız pek çok örnek verir, Kara Çarşaflı Gelin gibi.   

Babanın ölümü Kürt folklorunda da genişçe bir yer tutar; kanlı gömlekler, ölenin eşyalarının korunması, eşyanın tanıtılması, cebinde bıraktığı son paraların saklanması; çocuklar bunlarla büyür. 

Dahası vatan bile Kürtler için bir “baba arayışına” döner; orada, anneleri mutludur; baba, yüz bin öğretmendir, hayat ondan öğrenilir ve çocukların tek servetleri, babalarından geri kalan eşyalar ve babalarının erdemleridir. Soru da şudur belki: İnsan ne zaman babasını anlar? 

Bu konuda pek çok şey söylenmiştir. Goethe’nin, Wilhelm Meister’in Çocukluk Yılları’nda naif bir ifade vardır. “İnsan” der Goethe, “babasına borçlu olduğu saygı ve sevgiyi baba olduğu zaman yaşar.” Buradaki “yaşardan” kasıt, anlamdır. Baba, Dostoyevski için yalnızca hayat veren değildi, verdiği hayatı hak edendi ve ancak bu hak edenlere baba denirdi. 

Bundan feyiz alan Can Yücel de, ne kadar yaş alırsa alsın babasını anlatırken, birden çocuklaşır ve güçlü belleğinden hepimizin bildiği şu şiirini okurdu: “Açıldı nefesim, fikrim canevim/ Hayatta ben en çok babamı sevdim.”

Bütün bunları, bana hatırlatansa Zelal Buldan oldu. Zelal, Pervin ve Savaş Buldan’nın ikinci çocuğudur. Biz onu çocukluk fotoğraflarından tanırız. Cumartesi Anneleri’nin eyleminde hep Pervin’in kucağındadır ve herkes orada acıyı dillendirirken o herkese gülümser, bakar; sanki bir oyun sahasıdır burası, büyükler de burada kayıplarını arıyorlardır, belki aradıkları polisin arkasına saklanmıştır, belki de panzerin altındadır, belki gölgeleri ağacın yaprağına sinmiştir, belki kokuları gelmektedir. 

İşte, bu bakışlar altında yaşayan çocuk, elbette ki zamanla ruhunu bir kameraya çevirecek, elbette ki filmin bitmediğini, hatta filmin bir devamı olduğunu bize söyleyecektir. Dile kolay!

Savaş Buldan’ın ölümünün üzerinden tam yirmi beş yıl geçti. Biz hayatta kalmayı başaranlar onun hayat hikâyesini iyi biliriz. Devletin kasvetli raporlarında Savaş Buldan, 80 öncesi Kürt partilerine yardım ve yataklık eder; 80 sonrasındaysa işadamı olarak Kürt partilerine yardıma devam eder. 

Kürtler içinse o naif bir yurtseverdir. Toprağını, insanını seven biridir ve onlar için gece gündüz çalışandır. İstanbul’da, doksanlı yıllarda çıkan bütün gazetelerin abonesi, bütün kurum ve kuruluşların hamalıdır. 

Sözü ve kalbi olan herkes, onun ölümüne ağlamıştır; onun vurulduğunun duyulduğu gün birçok Kürt evi, sanki yakınlarından biri ölmüş gibi acı çekmiş, yas tutmuşlardır. 

İnsan doğar, büyür, ölür ve kimi zaman da insan hiç beklemediği bir anda öldürülür. Öldürülmenin de bir vicdanı vardır, bir ahlakı vardır. Bu da Kürtlerin içinde bir yaradır. 

Kalem olup yazsan da mert adamın, kalleşçe ölümü herkesin içinde bir derttir. Her yürekte bir yeri olan birinin namertçe ölümü açıkça herkesi yaralamıştır. 

Savaş’ın katilleri kendilerine “polis” süsü vermişlerdir; hepsi de polis yeleklidirler, hatta polis telsizleriyle donatılmışlardır ve kimlik sorma vs kontrol mekanizmalarını konuşturmuş ve sonra Savaş’ı iki arkadaşıyla birlikte işkence yaparak öldürmüş, cesetlerini de Melen Çayı’na atmışlardır. 

“Hunharca” denilen şey bu olsa gerektir. Devletin en yetkili ağzı olan Tansu Çiller, bundan bir süre önce aynen şunu söylemiştir: “Elimizde PKK’ya yardım eden işadamlarının listesi var.” 

Yıllar geçiyor. Özel harekât polislerinden biri cinayetleri itiraf ediyor ama bir sonuç elde edilemiyor. Ne de olsa her şey vatan içindir! Böyle deniliyor. İçeriksiz insanlar için vatan her zaman can simididir; ona sarılarak, yapay bir içerik oluştururlar. 

Kürt işadamlarının öldürülmesi bol reytingli dizi filmlere de konu oldu. Amaç, açıktı. Çünkü sinema filmlerinde ve dizilerde izleyen hiçbir zaman ölene bakmaz; her şey başrol oyuncusu etrafında döner ve biz, bu başrol oyuncusunun her cinayetine katılırız, o öldürdükçe izleyicide bir vecde hali başlar; olaylar, siyasal ve toplumsal olmaktan çıkar; böylece cinayetlere sanat diye bir kılıf da uydurulmuş olur. 

Böyle bir estetik beğeni düzeyi de vardır. Hatta biraz ileri gidilir, başrol oyuncusuna kahraman gözüyle bakılır, tekstil firmalarının TV reklamlarında oynar, kirli bir ruhla giyindirmeye bile işi vardırırlar. 

Ancak ezen ve ezilen, tarihin en eski çelişkisidir. Ezen, denetim mekanizmasıdır. Denetler ve her an öldürebilir bir ruh hali içersine girer, onu var eden cinayetle, öldürmektir; çünkü ezenin ayakta kalma biçimi ölü-severliktir; buradan beslenir, buradan nefes alır, buradan yaşar, kahraman diye kendi hayatını ancak, cinayetlerle belgeler, hayatla beslenme, hayatın içinde olma gibi bir erdemin sahibi değildir; her şeyleri sahtedir, sahte bir alçak gönüllülükleri vardır, sahte bir güven duyguları vardır ve bunların siyasal hayatımızdaki karşılıkları da bize şunu söylerler; “biz” derler, halkı susturarak demokrasiyi yüceltiriz. 

Bu adamların hümanizm üzerine de sözleri vardır. Onlar için insan sevgisi, insanlığı hor görmektir. Kürt işadamlarının öldürülmesi sinema gibi adil olması gereken bir sanat kolunda hor görme ve yalan üzerine bir hikâye kurma esas alınmıştır. Çünkü ezenler ölümle beslenir ve hayatlarını bu yüzden yaşayan birer ölü olarak sürdürürler. 

Hayat umut veren bir şeydir ve hakikat, er ya da geç yerini bulur. Tıpkı masallardaki gibi;  baba ölür ve babanın öldüğü gün bir çocuğu doğar: Zelal Buldan’ın hikâyesine buradan da devam edebiliriz artık. Burada cennetin ayakları altına serildiği bir anne görürüz. Belki ilk kez bir bebeğin doğumuna yaşlıca adamlar gözyaşı dökmüşlerdir. 

Belki de ilk kez, bir doğuma duyulan sevinç böylesi bir kana göllenmiştir. Allah, vicdandır ve bu vicdan, ilk kez susma anlamına gelmiştir. Pervin günden sonra susmuştur. Bir yanda eşini kaybetmenin acısı, diğer yandan yeni doğan bir bebek vardır; sanırsın kanla doldurulmuş tasa Allah kendi sebilinden rahmet yollamıştır. 

O gün Haziran ayının ilk günleridir; o gün hava sıcaktır, balıkların başı bile büryan gibi yanmıştır. Kürdistan’daki bütün kadınların gizli bir bilgisi vardır; derler, doğan her çocukla Allah rahmetini yollar, sabah erken açılan eller, akşam kapanan gözler bunun sağlamasıdır; doğan bebekler, Allah’ın en büyük krallığıdır. 

Bu göğün pencere, yerin toprak olduğunun capcanlı bir vesikasıdır. Bu yüzden olsa gerek ülkemizin kadınları sessizce ağlar, sessizliğin çiçek tozlarıyla içlerini durularlar. Bilirler hayatın durgun suları, ölümün çeşmesinden akar. 

Zaten deniz diye bildiğimiz o engin, nehir diye bildiğimiz o derin, bebeğin gözlerinde açar, büyür. 

Zelal ve ağabeyi Neçirvan sessizce büyürler. Pervin park ve bahçelerde gezemez, bundan sonra Cumartesi Anneleri’nin değişmez bir elemanı olarak her hafta sesini duyurmaya çalışır, çocukları kaybedilmiş annelerin yanında durur; bu annelerin tek bir dertleri vardır: Çocukları. 

Devletten de tek şey isterler, bir mezar taşı; Fatiha okuyacak bir mezar taşı, Yasin okuyacak bir mezar taşı, bayramda ziyaret edecekleri bir mezar taşı… 

Onlar, her zaman çocuklarının ayak seslerini duyarlar, kimisi hırsızların cirit attığı şehirlerde kapılarını çocukları belki bir yerden çıka gelir diye açık tutarlar; yürürken nefeslere kulak verirler, kalabalıklarda ses dilenirler, bir ses gelse de hemen yönelseler; gözleri açıktır, bazen dalıp gider, bazen saatlerce karartılara takılır gözleri; kimsesizler mezarlığında toprağı solarlar, ayaklarından yardım isterler, hiçbir taş yol göstermez, sessizce dua edip evlerine dönerler.

Zelal, bu kulaklar, bu gözler arasında büyür, sinema okur. Babasıyla ilgili kısa bir film yapar. Filmin adı: Babam Hakkında (2020). Yukarıda yazdığım ve yazamadığım her şey filmin ilk dakikasından itibaren birden beleğimize hücum eder. 

Dünyada, toplumların belleklerini yitirdikleriyle ilgili büyük tezler yazılırken bir de bakarız, zaman denilen sessiz testere özelliklerini kaybetmiştir. 

Filmin ilk karesiyle kalbi olan herkes ağlamaya başlar. Hani kimi filmler için derler ya “yönetmen seyirciye acımamış.” Ama burada bir yönetmen titizliği dikkat çekmiyor, insan o sahici duygularla birden karelere bağlanıyor ve o sahici duygular üzerinden izlemeye başlıyor; acı çekiyor, ağlıyor. 

Filme konu olan kimseler, hayatımızın bir parçasıdırlar ve bu hayattan kesitler veren de bizim öz yeğenlerimiz oluyorlar birden. Bir yanda gurur duyuyoruz, bir film yapıldığı için, diğer yandan filmin hikâyesiyle yönetmeninin, bir yumağın iplikleri oldukları için de kader ve tarih arasında sıkışıp kalıyoruz. Kader desek, bütün engelleri yıkarak bir film karesine akan bir ırmaktan öteye gidemiyoruz; tarih dersek, sadece bir baba- kız değil, bütün babalar ve çocukları bir arada görüyoruz. 

Sabır diye Allah’ın çaresiz kullara verdiği şey bu olsa gerektir. 

Film, doğum günüyle başlıyor (film bir doğum günü sahnesiyle açılıyor diyemiyorum); kutlanmayan bir doğum günü bu, ama yaş ilerledikçe aile içinde kutlanmasa da arkadaşlar arasında kutlanıyor. 

Zelal’e mesajlar geliyor. Hepsi de “iyi dileklerle”, “iyi ki doğdunla” dolu mesajlar olmalıdır. Mesajlar geldiğinde Pervin ve Zelal karşı karşıyadır, oturuyorlar.  Annenin üstünde kırmızı bir tişört vardır; kırmızı, unutmamanın rengi, acının rengi, doğumun rengi, ölümün rengidir. 

Bu tesadüftür belki ama kamera böyle okumamızı emir ediyor; doğrusu izleyen, renkler üzerinden bunları görüyor, çünkü sonra kırmızının yerini siyah alıyor, filmin sonunda ise beyaz dikkatimizi çekiyor; beyaz, kusursuz kardır, üşütse bile bir sıcaklığı vardır. 

Filmin konusu doğduğu gün babası öldürülen bir kızın hikâyesidir. Ama evin içinde bu ölüm hiç konuşulmamıştır. Sorulduğunda,“baba yolculuğa çıkmıştır” yanıtı verilmiştir. Çocuklar ilkokula geldikleri zaman yine sormuşlardır, “herkesin babası çocuklarını okula bırakıyor, bizi niye annemiz bırakıyor.” 

Yanıt, benzerdir. Bu, aynı zamanda çocukların hayatı ve ölümü bir arada yaşamaları demektir. Bu!

Filmin üç kahramanı var: Pervin, Zelal ve Neçirvan. 

Üçüncü kişi Neçirvan’dır. Onun da ayrı bir hikâyesi vardır. Babası öldürüldüğü zaman yeni yeni “baba” demeyi öğrenmiştir. Sonra birden bu ses kesilmiştir. Neçirvan, içine kapanmıştır. Yaşıtları dışla büyürken, o içinden büyür; Neçirvan, babasının eşyalarına bakar; kokuları kullanılmamıştır, sıcak elbiseleri duruyordur hala, dürbününe sadece el sürmüştür, dürbünle bir yere bakamamıştır. Babanın eşyalarına zaten evde yaşayanlar tek tek bakarlar. Bugüne kadar birlikte bakmamışlardır. 

Üç kişinin yaşadığı bir ev vardır; ama bu ev, aynı zamanda ölümün de saklandığı bir yerdir. Herkes “babayı” içinde yaşar. İşte bu evde, yıllar sonra ilk kez “baba” konuşulur. 

Pervin çocuklarına “yedi yıl beraber kaldık” der. Burada aslında kendi hikâyesini anlatır. Pervin evlenmiş ama kocası sabah erken kalkan, akşam erken eve erken gelen biri değildir. 

Savaş, eve geç gelir. Sabah kahvaltı yapmaları bile bayram demektir. Bu arada Savaş’ın sevdiği şeyler anlatılır. Pervin, “iki yumurta kaynatırdık” diyor. Bir de ekliyor, “babanız mısır severdi.” 

Çocuklar da mısırı çok seviyorlar. Babalarına çekmiş olmalılar. Böylece gizli ve gizli olduğu kadar yürek acıtan bir ağ oluşuyor. Pervin’in hikâyesinde bir şeyler eksik kalıyor, tam olarak anlatamıyor. Nasihat ediyor “halalarınız, amcalarınız, amca çocuklarınız babanızı iyi tanırlar, daha çok anıları var, onlarla konuşun.”  Pervin konuşmaya başladığı an bir sigara yakıyor. Konuşması bitince boş bir koltuk görülüyor, kamera, o anda şunu söylüyor: “Pervin kalktı ama onun yerinde şimdi başka biri oturuyor: Savaş.”

Filmin yönetmeni ve Zelal ise annesiyle konuşuyor. Konuşulmayan bir konuyu konuşarak bir perdeyi aralıyor. Babasını seviyor. Özlüyor. Üstelik evin içinde baba kelimesi geçmiyor. Dahası “ne babası onu görmüş ne de o babasını.” 

Zelal, ne kokusunu biliyor babasının, ne de aklında kalan bir sarılma anı ama işte, bu adamı “özlüyor.” Anılarına bazen rüyaları destek oluyor. Babasını rüyasında görüyor, sarılıyor ama sonra yine ayrılıyorlar. Kavuşmak değil bu ama ayrılık da değil. 

Babalarıyla ilgili çocukların anıları, fotoğraflardır. Her bir yaşa bastıklarında babalarının fotoğrafları önünde dururlar. Böyle büyürler. 

Ölümün ağır havası, karnaval halinde biter; üçü birlikte albümlere ve babanın eşyalarına bakarlar. Arada Zelal, annesine “Hiç duygusal konuşmuyorsun” diye küçük bir eleştiri de bulunur. Pervin, “Senin yanında duygusal konuşamıyorum” der. Bunlar filmin bitiş ifadeleri ama tam “bitti” derken Pervin’in sesi çağıldar.

“Hayatta kalmaya çalıştım” diyerek filmde yürek dağlayan Pervin, birden kamera kapanmış gibi konuşur: “Yakışıklıydı, onu gören unutmazdı, gözleri, boyu, senin onu görmeyişin.” 

Anlarız, hayatta kalmak nedir.    

İlginizi çekebilir