Müslüm Yücel: 68 Kuşağının Kürt lideri Celal Talabani

Celal Talabani, Kürtlerin son yüzyılda yetiştirdiği en önemli üç liderinden biridir. Kimdir bu liderler diye bir soru sorduğumuzda ilk akla gelen Abdullah Öcalan, Mele Mustafa Barzani ve Celal Talabani’dir; Öcalan ve Talabani, 68 kuşağının Kürt temsilcileridir.

Talabani, Mao’dan, Öcalan Lenin’den yola çıkmıştır. Mele Mustafa ise pratikte bunlarla bir, teorik zeminde ayrıdır. Öcalan ve Talabani sosyalizmden yola çıkarlar; Mele Mustafa bir yurtseverdir.

Batılı gazeteciler Mele Mustafa Barzani’yi şahine benzetmişlerdir. Randal, açıkça bakışını “şahinimsi” diye niteler. Mele Mustafa Barzani için bundan iyi bir tanım olamaz. Sahiden o şahin bakışlıdır; şahindir, geniş kanatları vardır. Bu kanatlarla ağır ağır uçar ve siyaset sahnesinde sanki asılmışçasına, kanatlarını çırpmadan, kanatları arasındakilere de zarar vermeden uzun bir zaman durabilme yeteneğine sahiptir, uçar; uçuşu, yel gibidir, konduğu dal bile haberdar olmaz, çünkü konması, bir dala zarar vermek için değildir, o dalın parçası olmak üzerine kurulmuştur. En çok korktuğu şey başına geldiği zaman, dağdan çıkar, ormana sığınır. Korkusu, yavrularıdır.

Öcalan kartaldır. Bakışıyla kartal indirebildiği için kartaldır. Avını asla yerde sürüklemez, avını da yükseklere taşır. Görme yeteneği bir tek ona verilmiştir. Siyaset ve toplum içinde hasımlarını görür ve hasımları küçük darbelerle onu yok ettiklerini düşünür ama bu bir sanrı olmaktan ileri gitmez. Görme onun anahtarıdır, dağın ve ormanların kilitleri onun bakışıyla açılır; gözleri görebildiği yükseklikleri gösterir ona, en ulaşılmaz olana gider, orda var olur, aşağılarda kalıp leşlerle zaman geçirmez, orman ve dağ onun heybetiyle rekabet eder. Kimse onunla rekabet edemez, herkes kendini onda sınar; Türkiye’nin son eli yılına damgasını vuran nerdeyse tek adamdır. Kartal, yavrularını dağın yücesinde doğurur, orada büyütür, onlar da, kartal olmak zorundadır.

Mele Mustafa ve Öcalan, Kürtlerin “siyasal ilahiyatının” iki değişmezi olarak hayatımızda yer almışlardır. Mele Mustafa’nın şahsında Kürt milliyetçiliği, Öcalan’ın şahsında halkların birliği, eşitliğe dayalı kardeşliği, adalet, özetle sosyalizm cisimleşmiştir. İkisi de Kürtlerin adına yeminler ettiği iki liderdir. Mele Mustafa için, onu hakikaten seven şairlerin güzeli Hejar şunu söylemiştir: “Kürtler, onları cennete götürecek bir derviş gibi Mele Mustafa’nın etrafında dönüp durdular.”

Şairin cennet dediği, elbette yekpare bir vatan parçasıydı. Ama maalesef ona karşı olan ikiyüzlü ve riyakârlığı tarihsel köklerinde barındıran İran ve ABD gibi iki sıtma, onun her zaman kamburu oldular ve o ne bu kamburu kesebildi, ne de bu kamburla yaşadı. Mele Mustafa küçük bir kız çocuğuna ceviz kırıp içini yedirmek isterken öldü.

Onun ölümüne ağlamayan Kürt, insan değildi. İnsanı birbirine bağlayan yürüyüşlerin adımlarını attı, kimi zaman rüzgâr gibi sert kimi zaman da yel gibi yumuşaktı, dört parçadaki Kürtlerin dede ihtiyacını o karşıladı; Kürtlerin zindan tarihinde hatırı sayılır bir yeri vardı, abisi asılırken, izlemek zorunda kaldı, annesiyle hapis yattı, sürgün gezdi. Onun çocuk yaşta hapisliği bir kuşağı etkiledi…

Öcalan ise ceviz ağacının kendisiydi, gölgesi ağır, dalı gür; onu yok etmek için köklerinin de yok edilmesi gerekti; bir yanda sevdikleri tarafından yok edilmek istenen Selahaddin Eyubi, diğer yandan mezarları bile hala gizli Seyit Rıza ve Şeyh Said’in varisiydi. Kürdün bin yıllık şehnamesinin en ele avuca sığmaz vezniydi. İki şey yaptı; Kürtler, hep yarıya kadar görülen mahluklardı, sürekli rafa kaldırılır, sürekli işe yaradıkları zaman ortaya çıkartılır ve işe yarar hale getirilirlerdi; onların istediği gibi bilim, sanat, eğitim insanı olurlardı; Öcalan, utanç ve mahcubiyeti sildi, Kürt artık hor görülen değildi.

Talabani ise bambaşka biriydi. Onun doğumu fiili anlamda 1975 olmalıdır, hatta tarih bile atmalı, 22 Mart: O gün, Kürtler, Hacı Umran’da haklarını terk ettiler ve 10 bin tüfeklerini tek mermi sıkmadan İran hükümetine teslim ettiler. Sapanla bile aslanı yıkarım diyen Kürt şiiri o gün sesini kaybetti. Ellerimiz dışında savaşacak bir gücümüz yok diyen iki kardeş- Mesut ve İdris belki o gün ilk kez ağlamıştı. Mesut’tu, yıllar sonra Halepçe’de gördük, sakaları uzamış, silahı elinin bir parçası olmuş, ayakları çamur içinde kalmış…

Evimizden biri; sanki kan ter içinde bütün satıh ruhuna inmiş, yüzündeki benini sakalları örtmüş, bakışları bize bir ev vaat etmiş, sıcak bir ev, taze bir ekmek…

Güney Kürdistan’da herkes yazın sıcaklığını, baharın sarhoş eden güzelliğini bilir, bir de kışı vardı, çamur, yağmur ve rüzgar; bunlar, o tarihte hiçbir alfabede bu kadar acımasız değildi; bir günde büyümek denilen bu olsa gerekti; Mesut, bir günde büyüyendi…

Talabani, işte o gün, 22 Mart’ta doğdu ve Halepçe Katliamı ile büyüdü. Halepçe Katliamı, Irak Parlamentosu’nun onayıyla yapıldı. Katliamlar parlamento olmadan yapılamaz. İşte bu katliam, Arap bilgeliğinin devasa kaynağı Enfal Suresi’yle yapıldı. Bir Arap şairi yıllar sonra Kürtlerin salt bu sureden dolayı Kuran- ı hatmedemeyeceğini söyledi; çünkü, Enfal’e gelince Kürtler ağlardı.

Talabani, bu katliam sırasında zor bir diplomasi yürüttü, bütün başkentlere eşit mesafede yaklaştı; Tahran, Kürtlerle ittifak içinde değildi ve Talabani, Tahran ittifakını akli bulmuyordu. Bağdat’ta, zaten dost değildi, dost diye bir şey kalmamıştı, parlamentoda bütün eller, Kürtlerin ölümüne kaldırılmıştı; Ankara birbirlerini yesinler diyordu; Şam ikili oynuyordu, bir yandan Bağdat’ı, diğer yandan Tahran’ı destekliyordu ve Ankara’ya karşı, Kürtler belki de en büyük kozdu.

Ağırlanmaktan zevk alan bir Kürt beyi ya da şeyhi değildi; ben, sosyalistim diyordu; benim aşiretim olmaz, fikirlerim olur. Talabani’nin Kürtlere verdiği en büyük güç buydu, bir fikir etrafında bir araya gelmek; vatan, mülkiyet değildi. Bunun bir sonucu olarak da Kürtler arası savaşı bitirdi; KDP ile kan davasına son verdi ve bugüne kadar Kürtlerin milli duygularına hitap eden, korku nedir bilmeyen, örneklerine bir tek Fidel Castro üzerinden rastladığımız uzun ve dokunaklı Kerkük konuşmasını yaptı; Güney Kürdistan’da bu konuşmanın bir öncesi yoktur, sonrası vardır.

Ne mutlu ki bu konuşmaya tanık olduk, şöyle diyordu Talabani: “Bağdat’taki faşist diktatörler, sanıyorlar ki 288 kahraman Kürt evladını asmakla Kerkük ateşini söndürebilecekler. Fakat bu boş bir hayaldir. Kürt ulusu canlı ve ayaktadır, direnişçidir. Dünyada tek bir Kürt kaldığı sürece Kerkük, Kürt şehri kalacaktır.”
Bu konuşma elbette ki Talabani’nin coşkulu söylemiyle hepimizi duygulandırmıştır ama bu sadece coşkulu bir konuşma değildir. Burada ilk kez kimi kavramlar dile getirildi; diktatör, faşist, ulus ve bir fiil üzerinden cümle kuruluyor: Direnmek!

Talabani direnmekle kalmadı, direnişi örgütledi. Başkentlerle kendini var etme siyaseti geliştirmedi, onlarla siyasi bir dil konuştu, onların dil ve kültürleri içinde hareket etti. Bir tarafı Kürt ve bir tarafı da Nakşibendi olan Turgut Özal’la hoş bir siyaset dili kurdu ve bu dili geliştirdi. Hamle yapmadı, dil aradı; dili de emsal olarak kendi dili ve bilinci olarak yansıttı, kibirden uzak durdu; dilini, ele çevirdi, eli deniz gibi engindi zaten ve bunu güler yüzüyle, hoş bakışıyla birleştirdi. Özal’da bu dile ve bu bakışa kayıtsız kalmadı.

Talabani, Özal’ın ılımlı Kürt siyasetini benimsedi, onunla dost oldu ve bu dostluğu, siyaseti geliştirdi; Türk pasaportuyla yolculuklar yaptı, burada bir kompleks taşımadı; Özal ve Öcalan arasında, iki tarafın da memnun olduğu arabulucu rolünü üstlendi. Kürt meselesinin silahla değil, siyasetle çözülebileceğine inandı; inancın, önemini Talabani, siyasete yerleştirdi, çünkü bugüne kadar, herkese Kürt meselesi benimsettirilmişti, benimsenen bir mesele olmamıştı ve bunu çözmek için de tek şey gerekti, inanmak; o buna inandı ve bu fikrini herkesle paylaştı. İnanmadan bir meselenin çözülemeyeceğinin beyanıydı Talabani. Dostluklarını bunun üzerine kurdu. Ona göre Kürtler, Kerkük konuşmasında dile getirdiği gibi iki şeye karşıydılar: İlki diktaya, ikinci faşizme…

Kürtleri yok edenler faşist rejimlerdir ve diktatörler ya Kürtleri alıp kendileri için bir araca çevirir, ya da onları kendi silahlarına mermi yaparlar, bu ikisini başaramayınca, Saddam Hüseyin gibi yekten yok etmeye çalışırlar. Kürtlerin dört bir yanını da bugüne kadar liderler değil, yanlış peygamberler (Saddam gibi) kuşatmışlardır ve halkları da buna biat etmiştir.

Talabani kurduğu dil içersinde, Türkiye’nin önemli bir kapı olduğunu fark etti; çünkü Kürt meselesinin en önemli ayağı Türkiye idi. Burada ki Kürt meselesi çözülmeden, dört parçaya yayılmış Kürtlerin sorunları çözülemezdi. Diğer parçalardaki kısmi rahatlıklar, tahammül ve çokça da Osmanlı/ Fars hanedanlarının bahşiş ve elde tutma biçimi olan beylik/ ağalık formu üzerine olacaktı.

Talabani, bir denge unsuru olarak Özal’ın ölümüne kadar Türkiye’yle ilişkilerini sıkı tuttu, geliştirdi. Özal’a dayı anlamına gelen “Xalo” dedi ve bu ikisi arasında hoş bir espri oldu. İkisi Kürt meselesine kafa yordular ve Kürtlerin, yakın tarihinde önemli bir yeri olan 93 Ateşkesi de böyle gelişti. Özal’ın ölümüyle, ateşkes de rafa kalktı. Öcalan, Özal’ın ölümüyle ilgili şunu söyledi: “Muhatabım öldü.” Aynı saatlerde Talabani’de aynı şeyleri söylüyordu.

Daha önce de Kürtler, Türkiye’ye gelmişlerdi ama bunlar misafir mi ediliyorlar, sorguya mı çekiliyorlar pek bilinmezdi. Barzani ailesi de her zaman Türkiye tarafından ağırlandı. Hatta Mele Mustafa Barzani’nin vasiyetini Mesut Barzani, Demirel’e iletti; Mele Mustafa aynen şunları söylemişti (aktaran, Mesut Barzani): “Babam, 1975 yılında rahatsızlandı. Tedavisini, dört yıl boyunca ABD’de yaptırdık. Hastalığının son dönemlerinde bendenize ve merhum ağabeyim İdris Barzani’ye, vasiyet edercesine, ‘Evlatlarım, bu Saddam belası, Irak’taki Kürt neslini yok etmek istiyor. İran bizi ortada bıraktı. Bölgemizde tek güvenebileceğimiz millet, Türklerdir.”

Bunlar vardı ama bir meseleyi birlikte çözme, muhataplık- eşit söz söyleme Talabani’yle gündeme geldi.

Talabani, Türkiye’yle ilişkilerini her zaman sıcak tuttu. Talabani, Özal’ın ölümünden sonra da ilişkiler aradı. Kürt meselesini çözme babında Özal’dan sonra dikkat çeken tek kişi, Tayip Erdoğan ve Abdullah Gül ile sıkı ilişkiler geliştirdi. Erdoğan için “sen demokrasi militanısın” ifadesini kullandı. Çözüm sürecinin önemli bir ayağı oldu.

Ömrünün son günlerinde de tek derdi yine çözüm yolları aramaktı. Konuşmayı, gülmeyi seven adam konuşamıyordu ama kalbi yine bu meseleden yana atıyordu. Türkiye, Talabani ile yakından ilgilendi. Abdullah Gül, Türkiye’de tedavi olmasını istedi. Öldüğü zaman, yetkili merciler baş sağlığı dilediler. Bir muhataplarını kaybetmişlerdi.

Dünya, evet dönüyordu ama, bundan sonra eksik bir şeyler olacaktı.Talabani gülen adamdı; gülmesiyle haset ve kıskançlığı kaldırandı; gülme, onda bütün acı bile olsa gerçeklerin yükünü hafifletendi… Batı’nın gülmek için Disney’ler yaratan becerisi vardı ama doğal olan, yoktu; Talabani, doğal olandı.

 

II

Cengiz Çandar, Talabani’nin Türkiye’de bilinmesine, sevilmesine büyük katkı sağlamıştır. Çandar’ın yazdığı Mezopotamya Ekspresi (İletişim yay, 2002) kitabı, Talabani’yi yazmak için yazılmış bir kitap gibi görünür. En fazla Çandar’ın üstünde durduğu kişi Talabani’dir. Talabani’nin espri gücü, dostluğu bu kitabın pek çok yerine sinmiştir. Hatta Çandar’ın siyaset belgesi yanı Talabani’nin esprileriyle birleşmiştir dense yeridir. Zor gülen, yazılarında tek satır mizah unsuru barındırmayan Çandar, Talabani üzerinden mizah duygusunu da sanırım geliştirmiştir.

Hatta kitap bitince, insanda şu duygu uyanıyor; “keşke” diyor insan Çandar, doğrudan bir Talabani kitabı yazsa. Çünkü kitaptan Talabani ayaklandığı zaman, pek çok kişi, sadece isim düzeyinde kalıyor. Bir tek canlı kanlı; gülen, konuşan, yemek yapan, yiyen, yediren, sohbeti de diplomasiyi de yaparken hakkını veren Talabani’dir.

Kitaptan şunlar dikkatimi çekti. Türklerle Kürtler, Talabani için çok eskiden beri akraba olmuşlardır! Cengiz Çandar’ın atası olan Çandarlı Halil’in ve Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebali ile bacanaktırlar; ikisi de Şeyh Taceddin-i Kürdi’nin kızlarıyla evlenmişler. Yıllar sonra Talabani, Çandar’a şunu söyler: “Belliydi zaten senin bir şekilde Kürt bağlantın.”

Talabani bunu söyler ama Çandar, buna ikna olmaz ama bu bağlantı, Talabani’ye keyif verir. Çandar, buna karşın köklerini tarar. Mizah burada başlar.

Aslında Çandar ve Talabani’yi birbirine çeken kan bağı değildir; ikisinin sosyalizmi Mao üzerinden okumuşlardır. Türkiye’de 68, Türk devrimcileri için bir mittir ve ağır bedeller ödenmesine rağmen bir karşılık bulmaz, dağa çıkmak bir realitedir ama Türk devrimcileri için bu romantizmdir, aynı şey Filistin’e gitmek için de söz konusudur; 68, sahici yankısını Latin Amerika ve Vietnam’da bulur.

Filistin ise çok çaba, büyük emeklere rağmen Arabizmin etkisinden kurtulamamıştır; doksanlı yıllarda da anti- İsrail formuna bürünmüş, keskin sağın dejenerasyonu olmaktan öteye gitmemiştir. Kürtler, Filistin meselesine sarılmış ama Filistin kurmayları her zaman Arap liderlerini Kürtlere tercih etmişlerdir. Burnumuzun direğini kıran, sızlatan kimi acılarımız da vardır.

Kürtlerin 68’inde, Talabani, Mao’yu Kürtçeye çevirir; bu arada peşmerge de, Orta Doğu’da gerilla diye okunmaya başlanır. Talabani, Mao’nun Teori ve Pratiği’ni uzun uzun anlatır. Artık, islamın “mazlum” formu, yerine daha sistemli bir güce bırakmıştır: Direniş. Dünya’yla entegrasyon, ekonomi üzerine değildir artık; devrim, halkların ortak bileşenidir. Bir ülkede ezilen halk varsa, devrim gerçekleşmemiştir.

Talabani, Mao üzerinden okumalarını sürdürür. Hatta, karşılaştıklarını- konuştuklarını da biliyorum ama daha yazılı bir kaynağa ulaşamadım. Denilene göre fotoğrafları bile vardır. Ancak bu doküman daha ortaya çıkmamıştır. Mao ve Talabani’nin ne konuştukları, kim tarafından, nasıl bir araya geldikleri tarihsel öneme sahiptir. Umarım bir gün çıkar.

Çandar ve Talabani dostluğu 1973’e dayanır. Talabani, bu tarihte Lübnan’dadır ve duyar ki idamdan önce Kürt ve Türk halkının kardeşliğini söyleyen Deniz Gezmiş’lerin bir arkadaşı buralardadır, hemen onu kahvaltıya davet eder, tanışmak istediğini belirtir. Ama Çandar, sadece Denizlerin arkadaşıdır ve tarihte, kendi deyimiyle kendisinden başka kimseyi temsil edecek bir durumda değildir. Yine de bu buluşma gerçekleşir. Çandar, bir evin kapısını çalar, orta boylu, kısa biri coşkuyla kapıyı açar, sonra içeri girer, biri İngilizce konuşur, “yumurtayı nasıl istersin?”

Dahası bu adam Çandar, Arapça konuşsa bile yanıtları İngilizce verir. Çandar, salona geçer, gözleri “dağların kartalı, efsanevi peşmerge komutanını” arar, yoktur. Sormaz da. Üstelik salondaki herkes de bir lider havası olmalıdır. Herkes koltuğa kurulmuştur. Çok geçmeden lider belli olur: Yumurta yapan, Talabani’dir. Eliyle servis yapar, yemekten çok yedirmekten zevk alır ve her konuyla ilgili ya fıkra olacak bir davranış sergiler ya da ortamı bir fıkrayla taçlandırır. Öğlenden sonra da Talabani, Çandar’ı bir Türk lokantasına davet eder, sohbetleri uzar. İncedir, narincedir Talabani, Türk olduğu için Türk lokantası…

Bu örnekler Talabani hakkında çok şey verirler. Talabani, sırasında mutfağa giren, yemek yapan ve hiçbir komplekse girmeden konuşan biridir. Sırasında diplomattır. Hayatı boyunca hiçbir ülkeye sığınmamıştır; gittiği her yerde 60’lı yıllardan beri sürekli taleplerini dile getirir ve bunlar yerine gelinceye kadar diplomasiye devam eder. Cemal Abdülnasır’la bir yanda Kahire’de gezer, yemek yer, hatta, Kahire’nin kültür ve sanatını öyle bir bilir ve anlatır ki Nasır hayretler içinde kalır, diğer yandan Kürtlerin taleplerini kabul ettirir ve Nasır, onunla masaya oturan bir kişi olamaz, dost ve arkadaş olur. Aynı şey başka liderler için de geçerlidir.

Doksanlı yıllarda Talabani, Çandar üzerinden Özal’la yakınlaşır. Özal’ın tavrı Demirel’i kızdırır ama Erdal İnönü bundan hoşnut kalır. İnönü ve Talabani birlikte kahvaltı yaparlar; ikisi de sosyalist enternasyonale katılmışlardır. Bu sohbetti de benim gibi yüzlerce insan merak eder. İkisinin gülen bir fotoğrafı vardır. Zaten Talabani’nin Kerkük konuşması dışında yüzünün asıldığına dair belki de tek bir görüntüsü bile yoktur. Güler, gülümser ve karşıdaki rahat eder.

Mizah bazen gevezeliktir ama Talabani’nin mizahı güldürme üzerine değildir, düşündürür, ortam yapar, havayı değiştirir ve nihayet konuya girmek içindir. Özetle, onda gülmeyle, can canlanır, gülmek bir meseleyi anlatmak için heyecan yaratır, güç katar sohbete. Yemek ve mizah bu anlamda birbirini beslerler. İnönü’de espri gücü yüksek olan biriydi, hatta bazen biri bir şey söyler, ama mizah ve zekası birbirine karışırdı… İkisi, kim bilir altta alta da bir birlerine ne söylediler- bir de mizahın böyle bir yanı vardır!

Çandar’dan öğrendiğimiz başka bir şey, Talabani’nin, puro merakıdır ve ona bu merakı Che alıştırmıştır. Che, Kahire’deyken Talabani onunla tanışmış olmalıdır. Bu da ilginç bir örnektir ve tarihçilerin de dert edinmesi gereken bir konu olmalıdır. Yıllar sonra Castro bunu öğrenir ve Talabani’yi hakikisinden purolar gönderir. Aracı da yine Çandar’dır. Çandar, Talabani Cumhurbaşkanı olduğu zaman yanına gider, sarayda ikisi puro içer, güzel bir andır.

Talabani 17 Aralık 2012’de yaşama veda etti. Dolu dolu yaşadı. Fikirlerinin de ruhunun da mimarı hiç kuşku yok ki, eşi Hero idi. Bugün Süleymaniye’de bir kadınla bir erkek el ele yürüyorlarsa, bu ikisinin hep el ele yürümelerine borçludur.

İlginizi çekebilir