Muhittin Beyaz:  Pandora’dan çıkan milliyetçilik 

Bu çağ milliyetçiliğin zorbalığı altına aldığı bir savaş çağıdır.  Ülkeler savaş istiyor, uluslar savaş istiyor ve insanlar savaş istiyor.

Kimse barıştan bahsetmiyor, yaşamaktan ve yaşatmaktan, birliktelikten ve gelecekten bahsetmiyor. Gerçekte bu çağ insan ırkının sonunu hazırlayan bir çağ bile olabilir. Herkes nükleer bir yok edişin yarışında. Kutudan çıkan kötülük insanlığı birbirinden beslenen aşağılık bir hayvana çevirdi. Şimdi gürültülü bir bekleyişin dışında da yapılan hiçbir şey de yok…

Kiliselerin çöküşüyle tekrardan tanrı tarafından affedildiğine inanan insanlık, gecikme yaşamadan yeni bir çarmıhın günahını hazırladı. Bu sefer kutsal deveyi öldüren ya da mancınıkla ateşe atmanın cahiliyeti değil, bilakis elma iradesinin hali hazırdaki bir tekrarıydı.  

1789 Fransız ihtilalin çift başlı doğumu, tekrardan elmaya uzanan el olsa da, insanlık görülmeyen bir günahla baş başa bırakıldı. İhtilal bir tarafta özgürlüğün serinletici esintisine bırakırken öte yandan insanlığın başına gelebilecek en büyük kötülüğün kutudan çıkmasına yardımcı oldu. 

Böylelikle baştanbaşa yerkürenin tamamında görülmemiş bir savaşın fitilini de beraberinde yaktı. Binlerce yıl aynı kültür, aynı coğrafyayı, aynı mahalleyi paylaşan milletler birden bire birbirlerine karşı düşman kesildi. ‘Bayrak, milli marş, vatansever şiirler, edebiyat, halk törenleri gibi sembollerin yaygınlaşması sonucu’ milliyetçilik bir halk hareketine dönüştü.

İhtilal sonrası yenidünya düzende belirleyici olan milliyetçilik ‘bundan böyle coşkusu siyasi özgürlük ve demokrasinin zaferiyle değil, milli onur ve askeri başarılarla yükselecekti.’ Böylelikle ‘milliyetçilik, şovenizm ve yabancı düşmana dayanan bir ideoloji haline dönüştü. Her millet, diğer milletleri yabancı, güvenilmez, hatta tehditkâr görürken, kendini biricik ve üstün olarak algılamaya başladı.’ Böylelikle ‘Birinci Dünya Savaşı ilk etapta alışmayı hızlandıran ciddi ulus gerginlikleri çözmede başarısız oldu. 

Gerçektende, barış anlaşmasının şartlarının getirdiği bozgun ve hayal kırıklığı yerini şaşkınlık, hırs ve acıya bırakmıştı. Bu durum en açık bir biçimde, iki dünya savaşı arasında,’ doğup gelişen faşizm ‘yayılmacı emperyal politikalar, uygulayarak ulusal gururu tamir etmek ve iktidara gelen otoriter hükümetlere sahip olan Almanya, İtalya ve Japonya’da kendini gösterdi. Milliyetçilik, bundan dolayı, hem 1914 ve hem de 1939’da savaşa yol açan güçlü bir faktör haline geldi.’ 

Milliyetçiliğin ‘sömürgecilik süreci, sadece siyasi kontrol ve ekonomik üstünlük kurulmasıyla değil, aynı zamanda milliyetçilikte dâhil Batılı fikirlerin sömürgecilerin bizzat kendilerine karşı kullanılması olgularıyla bire bir bağlantılıdır.’ Milliyetçiliğin bu tarz bir değişime uğrayarak kalıcılığını ciddi kitlelere taşıması sonsuz savaşlara kapıyı ardına kadar açtı.  Aynı zamanda bu değişinim ‘milliyetçiliğin yeni şekillerinin üretilmesine de sebep oldu. 

Gelişen dünyada milliyetçilik geniş çaplı bir takım hareketleri içine aldı. Çin’de, Vietnam’da ve Afrika’nın bir kısmında milliyetçilik geniş çaplı Marksizmle birleşti ve milli özgürlük sadece basit bir hedef olarak görülmedi, aynı zamanda sosyal devrimin bir parçası şeklinde algılandı.’ Tüm insan kılığına giren ve her yerde insanlığın karşısına çıkan sınırsız güce ulaşmış bir iblise dönüştü. ‘Daha başka yerlerde, gelişen dünya milliyetçiliği hem liberal demokratik ve hem de devrimci milliyetçi sosyalist kavramları reddeden Batı karşıtı bir pozisyon almıştır.’ Bu tarz kolonyal milliyetçilik fikirleri ‘ifade etmenin en önemli aracı, dini inançlar ve özellikle İslam idi. Özgür bir siyasi inanç olarak İslam’ın doğuşu ve yükselişi, özellikle 1979 İran devriminden beri, Orta doğu ve Kuzey Afrika’da siyasi hayatı dönüştürmüştür’(1). Görüldüğü üzere tüm düşüncelerde kuluçkaya oturan milliyetçilik, Ayetullah’ın ‘’aslında siyaset dindir’ sözüyle iblisin yeni bir bedenle milliyetçiliği, dini köktencilik adı altında yeni bir ideoloji olarak doğurdu. 

11 Eylül 2001 ikiz kule saldırısıyla birlikte milliyetçiliğin tetiklediği yeni bir savaş resmen başladı.  Özelde Ortadoğu’da yaşam bulan fundamentalizm, IŞİD örneğinde bölge halklarını cehennem vari bir azaptan geçirdi. 

İkinci dünya savaşında olduğu gibi Müttefik devletlerin, Mihver blok’a karşı oluşturduğu benzer bir koalisyon birliği bu sefer fundamentalizme karşı oluşturuldu. Faşizmle aynı kaderi paylaşan fundamentalizm ne yazık ki yenilgileri coşku dolu bir zafer naraları atılarak kutlanmadı. Gelecekte milliyetçiliğin hangi kılıfla tekrar dirileceği hiçbir şekilde kestirilemiyor. Bu temelde de sevinç ve coşku dolu bir savaş zaferini milliyetçiliğe karşı her zaman yarım bırakıldı.

Tüm ahlak kuralları içinde evrensel kabul edilen en yakını şudur:  kişi kimseye zararı olmayan ve tehdit oluşturmayan zavallı birine acı çektirmemelidir. Bu ilke, itaatin zıttı olarak kabul edilebilir(2). Stanley Milgram deney kitabında bize gösteriyor ki her insan içinde bir işkenceci olduğu ve insanların otorite altında nasıl vahşileştiğini, vicdandan ve merhametten nasıl yoksullaştığını göstermiştir. ‘1939 – 1945 yılları arasında milyonlarca masum insan emir yoluyla katledildiği tespit edilmiştir.’ Gaz odaları inşa edilmiş, ölüm kampları kurulmuştur.

1945 yılından sonra ahlak dışı en uç eylemleri ne yazık ki 2014’te IŞİD’in akla hayale sığmayan işkence ve ölümlerinde tekrar edildi.

Milliyetçilik değişik toplumsal yapılarda ulus-devletin kurulması ve yaşatılması noktasında geniş kitleleri etkilemiş ve önemli siyasal sonuçların ortaya çıkmasını sağlamıştır(3). 

Artık Milliyetçilik çalışmalarının yeni bir ivme kazandığı ve yeni alanlara doğru genişlediği görülmektedir. Bundan sonraki çalışmalar klasik milliyetçilik tartışmaları yerine artık yeni konulara odaklanmaktadır. 

Örneğin aşırı sağ, göç, azınlıklar, siyahîler, kadınlar ve vatandaşlık gibi konular ön plana çıkmakta; feminizm ve üçüncü dünya ülkeleriyle ilgili postmodernizm gibi eleştirel teoriler milliyetçilik çalışmalarına uygulanmaya çalışılmaktadır(4). Bu doğrultuda dünyanın en demokratik yasalarına sahip ABD ve Avrupa ülkelerinde milliyetçiliğin yeni beden arayışı açıkça görüldü. ABD’de gerçekleşen Kongre baskını, göçmen politikaları, denize dökülen insanlık, siyahî ayrımcılık, İngiltere’nin yenidünya düzenine hazırlıkları keza tüm uluslarda vatanseverliğin, milli marşların tekrardan seslerini duyduğumuz bu zamanda, pekâlâ milliyetçilik yeni bir savaşı kapıya dayatıyor… 

Yaşanan göçlerde benimsenen politika aslında Nazi ölüm kampından yahut IŞİD barbarlığından hiç uzak olmadığını kıyıya vuran insanlıkla görülebilir. Bu da yeni görünümüyle aslında milliyetçiliğin tekrardan gelişmesidir. Neticede küreselleşme dijital gelişmeyle her ne kadar bir ilişki içinde olsa da göçlerin, ulusların yegâne koruması olan sınırları yok sayarak dijitalleşme kadar Küreselleşmeyi hızlandırmaktadır. Bu doğrultuda milliyetçiliğin ulus devlet sınırları hiç olmadığı kadar önemlerini kaybetti. Böylelikle milliyetçilik uyarlama konusunda küreselleşmeye karşı tamamen eskiye benzemeyen, klasik milliyetçiliğin dışında tekrar dirildiği apaçıktır. 

Bu gelişmeler yeni bir düzeni yaratarak yeni bir evreye geçişi hazırlamaktadır. Ölümsüzleşen milliyetçilik değişinim uyumluluğuyla yeni düzende de göçmenler örneğinde yer edindiği açıktır. Şimdi yapılacak tek şeyin Birinci ve ikinci dünya savaşları örneğinde milliyetçiliğe karşı kılıç kuşanmanın beyhudeliği yerine inde bulunduğumuz dönemin geçmiş diğer dönemlere benzememesi gerekir. İnsanlık bu kötülükten yeterince acı çekti. Artık dünyanın adil bir düzene ve insanlık ailesinin korunmasına ihtiyacı var.  Bu doğrultuda korumacı ve barışçıl bir küresel politika, kutudan çıkarılan milliyetçiliği tekrar konulması için temel bir ihtiyaçtır.

*

1- Andrew Heywood, Siyasi ideolojiler, 9. b, Ankara: Adres yayınları, 2015, s. 163

2- Stanley Milgram, Deney, Kafe Kültür yayıncılık, 2016

3- Prof. Dr. Erol Turan, Siyaset, Konya: Palet yayınları, 2017, s. 181

4- Aydın Erdoğan, “Yeni Bir Din: Milliyetçilik?”, Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Kasım 2018, S:7, 232.

İlginizi çekebilir