Horoz öttüğü için güneşin doğduğunu sanıyor, ama…

 

Cafer Solgun’un P24 Blog için kaleme aldığı yazısı:

Çığırtkanlar, “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” diye bağırtılırmış. Osmanlı padişahlarına kibirli ve mağrur olmamaları hatırlatılırmış.

40 yaş ve üstündekiler hatırlar; bir zamanlar Fikret Kızılok’un yorumladığı “Süleyman, hep başbakan” adında bir şarkı vardı. “Süleyman” dediği, Süleyman Demirel’di. Şarkı, dünyada ve ülkede neler olmuştur neler, ama “o” hep başbakandır durumunu ti’ye alan bir şarkıydı. Misal, Ay’a gidilip dönülmüştür, Vietnam Savaşı başlamış ve bitmiştir, Bülent Ersoy henüz erkektir, Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilerek öldürülmüştür, 1971 “ara rejimi” ardından yeniden “normale” dönülmüştür, memleket sağ-sol kutuplaşması şeklinde ayrışmıştır, Kıbrıs Harekatı yapılmıştır, yeniden ve bu kez 12 Eylül darbesi olmuştur… O hep başbakandır. Memleketin 90’lı yıllarında yeniden “sahalara” dönmüştür ve yine önce başbakan ve sonra da cumhurbaşkanıdır…

“Süleyman, hep başbakan…”
Üşenmeyip araştırdım, hesapladım: 1960 darbesinin ardından 1965-71 döneminde altı yıl; 1975-77 yılları arasında Milliyetçi Cephe (MC) hükümetinin başbakanı olarak iki yıl; 1977-78 yılları arasında ikinci MC hükümetinin başbakanı olarak bir yıl; 1979-80 yılları arasında bir yıl; 1991-93 yılları arasında iki yıl başbakanlık yapmış ve son olarak da 1993-2000 yılları arasında yedi yıl cumhurbaşkanlığı yapmış. Çeşitli dönemlerde olmak üzere toplam, 19 yıl. “Çeşitli dönemlerin” altını çizmek lazım, zira kesintisiz bir süreç söz konusu değil: Bu 19 yıl memleketin 60’lı, 70’li, 80’li ve 90’lı yıllarını kapsıyor.

Fikret Kızılok, ironik bir üslupla “Süleyman, hep başbakan, hep başbakan” derken, hiç de haksız değildi yani.

Yukarıda söylediğim yaş kategorisi içinde biri olduğuma göre kendimden hareketle de aynı hissiyatı paylaştığımı kaydetmiş olayım. Sevenleri kusura bakmasın ama bu “Süleyman, hep başbakan” durumu çok sıkıcı, çok rahatsız edici ve çok asap bozucuydu. Fakat bunu tabii bir de Demirelci vatandaşlara soracaksınız. Onlara göre Demirel olmasa, devlet elden gider, rejim elden gider, vatan elden giderdi. “Demirel olmasa” ihtimalini düşünmek dahi istemiyorlardı; adamın neticede ölümlü bir “fani” olduğunu unutmuş gibiydiler. Sadece onlar da değil doğrusunu isterseniz; adamın bu “hep başbakan” olma durumu öylesine kanıksanmıştı ki, “muhalif” olanlar da adeta Süleyman’ın başbakan olmadığı bir Türkiye düşünemez olmuşlardı.

Tabii Demirel demişken, adamın “hep başbakan” olduğu o yıllarda siyaset sahnesinde kendisine eşlik eden diğer siyasi liderlerin en azından isimlerini anmasak eksiklik olur: Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş… Demirel, bu siyasilerle birlikte Demirel olmuştur.

Şeyh uçmaz…
İster parti, ister iktidar koltuğu, hatta ister sendika veya dernek başkanlığı, bizde adeta iki kere ikinin dört etmesi kadar olağan kabul edilen bir şey; Gelen, yapışıyor ve gitmiyor, bırakmıyor koltuğu. Koltuğun nitelik ve mahiyetine göre, “Ben gidersem memleket batar” diyor veya “Ben bırakırsam parti dağılır”, “Sendika biter”, “Dernek diye bir şey kalmaz” filan.

İstisnalar var elbette, sözüm onlardan dışarı, ama genel olarak “koltuk” ve onun ifade ettiği güç, iktidar, makam, mevki, kariyer mevzuları, sözcüğün en geniş manasında demokrasi kültürü oturmamış ülke ve toplumlarda kişilerle özdeşleştiriliyor. Kişi; ciddi, tutarlı, istikrarlı ve ilkeli bir demokrasi terbiyesine sahip değilse “havaya” girmeye zaten teşne. Toplum da onu öyle görmeye, kabullenmeye ve hayata dair (bazı durumlarda hem bu hem de “öteki” dünyaya dair) umutlarını, özlemlerini, talep ve beklentilerini onun şahsında somutlaştırmaya dünden hazır. Bunlar için kim uğraş verecek, mücadele edecek, kendini yoracak, bedel ödeyecek; bunları halletme sözü verene teslim edersin iradeni, daha kolay… Umduğun, beklediğin hiçbir şey gerçekleşmese dahi “o” yaşadıkça ve sana sözler vermeye devam ettikçe, sıkıntı yok, elbet bir gün ümidin sürer…

Bilinen hikâyedir; adı “adam havada uçuyor, denizde yüzüyor abi”ye çıkan bir şeyh varmış. Bir gün meraklı biri adama sormuş, “Sayın Şeyh sen havada uçuyor, denizin üzerinde yürüyormuşsun, doğru mu?” diye. Şeyh, “Benim havada uçtuğum, deniz üzerinde yürüdüğüm falan yok. Uçuruyorlarsa, müritlerim uçuruyor, yürütüyorlarsa müritlerim yürütüyorlar” demiş.

 

Sözü Demirel’den açtım ama “Şeyh uçmaz müritleri uçurur” türü müritçe bağlanma mevzuunda onu çoktan geride bırakanlar oldu. Artık bu ilerleme mi gerileme mi, nereden baktığınıza bağlı.

Misal, ne Demirel ne de bir başkasına siyasi tarihimiz boyunca, bildiğim kadarıyla, “Allah’ın bütün sıfatlarını üzerinde toplamış” diyen olmamıştır. “O’na dokunmak ibadettir” diyen de olmadığı gibi. Ne Demirel ne de gelmiş geçmiş bir başka siyasiyi “Halife” yerine koyan, ona duyduğu aşkı “G.tünün kılı olurum” şeklinde ifade eden de olduğunu sanmıyorum. Biri de, hızını alamayıp, “Allah Hz. Muhammed’ten sonra bir peygamber daha gönderecek olsaydı...” diye bir iddia atmıştı ortaya… Bu teşbihler özellikle samimi inanç sahibi insanlarımız açısından utanç verici olsa gerektir.

Denilebilir ki güç ve iktidar sahiplerinin çevresinde hep böyle saray yalakaları, dalkavukları olmuştur, sayın liderlerin ne günahı var bu işte yani? Onlar mı söyletiyor sanki? Milletin ağzı torba değil ki büzesin?

Eğer yalakalık ve dalkavukluktan hazzediyorsa o sayın lider, yalakalık sınırlarını zorlayanlara “Ne saçmalıyorsun ya?” demiyorsa ve eleştirel herhangi bir yaklaşıma karşı tahammülsüz ise, kulakları sadece alkış ve övgüye açıksa, bu durumda bu tür yalakalıklarda “günahı” değilse bile sorumluluğu olduğunu düşünmemiz son derece normaldir.

İktidarını “Ben olmazsam…” anlayışıyla sakatlamış bir liderin yalakalıktan hoşnut olması değil, olmaması tuhaf olurdu. Çünkü öyleleri kibir ve kendini beğenmişlik abidesidirler ve onun adının geçtiği yerde tabii ki övgüde sınır tanımayacaksınız, yer gök onun adı ile inleyecek ve onun liderliğine itirazı olanlar, hain, terörist olacaklar…

Kanımca meselenin esası bu kafadaki kişilerden ziyade onları “uçuranlar” oluyor. Ne zaman ki “Gözlerimle gördüm bu şeyh uçuyor” diyen birine inanmak yerine gülüp geçer ve ona hemen hastaneye gitmesini önerirsek, o zaman bu tarz kişiler de kendilerine olmadık hikmetler vehmetmez, işlerini daha “normal” bir kafayla yapar, koltuktan kalkmayı dünyanın sonu olarak lanse etmekten vazgeçerler…

Harun, Karun, Firavun
Harun olmaya geldiler Karun oldular, biz AKP gibi firavunlaşmayacağız. Elimize verilen ülkeyi yönetme imkânını halka karşı bir baskı ve zulüm aracına döndürmeyeceğiz. Kendi heva ve hevesine uyup dini siyasete alet etmeyeceğiz.”

Bu gayet ciddi bir ahlaki ölçü ortaya koyan sözlerin sahibi, 2012 yılında partisini (Has Parti) feshedip AKP’ye katılan, halen AKP Genel Başkan Vekili olan Numan Kurtulmuş.

 

Bilmeyen, hatırlamayan için kısaca yazmış olayım: Karun, Anadolu uygarlıklarından Lidya’nın son kralı (adı aslında Croesus, MÖ 566’da kral oluyor). Lidyalıların parayı icat eden ve kullanan ilk uygarlık olduğu biliniyor, Karun da kendi dönemi itibarıyla “dünyanın en zengin insanı.”

Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta Karun’un, Musa ve Harun’a karşı çıkan Mısır’daki firavunun hazinedarı olduğu söylenir. Çok zengindir ve hazinelerinin anahtarlarını taşıyan 300 katırı vardır. Allah’ın otoritesine başkaldırdıkları için Karun ve yandaşları yer yarılmış ve hazineleriyle birlikte toprağa gömülmüşlerdir.

Kur’an’da da Karun, “zenginliğiyle mağrur bir kişi” şeklinde tarif edilmektedir (Kasas sûresi). Zengindir, ihtişam ve gösterişe düşkündür, gücü ve kudretiyle böbürlenmektedir, kibirlidir ve hayranları da vardır. Allah’a ve Musa’ya karşı çıktıkları, “yeryüzünde büyüklük tasladıkları” için her biri farklı şekillerde cezalandırılmışlardır.

Alevilerin yedi ulu ozanından biri olan Kul Himmet, yaşadığı 16. yüzyılda “Karun” olanlara şu sözleriyle seslenmiştir:
…Kul Himmet üstadım gelse otursa
Hakk’in kelâmını dile getirse
Dünya benim deyi zapta geçirse
Kârûn kadar malın olsa ne fayda…

“Mağrur olma padişahım…”
Bazı kaynaklara göre Yavuz Sultan Selim’in “halife” olmasıyla birlikte, padişahlık tahtına oturacak olan şehzadeye tahta çıkışında ve sonrasında bayram günlerinde, cuma namazlarında ücretli çığırtkanlar tarafından “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” denirmiş.

Bazı kaynaklara göre ise 19. yüzyılın başlarından itibaren, Osmanlı padişahlarının Kadir gecesi namaz kılmak için camiye gidiş-gelişleri esnasında düzenlenen “kadir alayı” törenlerinde sarayın görevlendirdiği çığırtkanlar, “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” diye bağırtılırmış.

Bu şekilde yedi düvele hükmeden kudretli Osmanlı padişahlarına fazla kibirli ve mağrur olmamaları gerektiği hatırlatılırmış.

Ne var ki ücretli çığırtkanlar aracılığıyla fazla kibrin iyi bir şey olmadığının hatırlatılması, tek başına yeterli olmuyor. Tarihi tecrübelerden biliyoruz: Gücü elinde bulundurmak, iktidar, ihtişam, gösteriş, zenginlik, hükmetmek, muktedir olmak çoğu zaman bu ve benzer nasihat ve hatırlatmaları gölgede bırakıyor. Hükmettiğin devran ve düzenin nasıl hırsızlıkla, arsızlıkla, rüşvetle, yolsuzlukla ve yasakla, baskıyla çürüdüğünü bile göremez oluyorlar. Kulakları sadece alkış ve övgü seslerini duyuyor. Zaten ortada “Fazla mağrur olma…” diyen de kalmamış, kesilmiş sesleri…

 

Bir atasözünde, “Horozlar öttükleri için güneşin doğduğunu zannederler” denir. Güç ve iktidar sarhoşlarının psikolojisi de buna benzer bir ruh haline işaret ediyor kanımca. “Ben olmasam…” saplantısının tercümesi bu olsa gerek.

Tabii ki horozlar ötmese de sabah oluyor her gecenin ardından, bulutlu değilse hava güneş doğuyor, yeni bir güne başlıyoruz. İşe geç kalırım kaygısına da gerek yok; horoz sesiyle değil alarm sesiyle uyanıyoruz nicedir…

***

“Yahu pazar günü seçim var, memleket seçime kilitlenmiş sen ne anlatıyorsun?” diye kızmadınız değil mi?

Bakalım haftaya nasıl bir “seçim oldu” havasında olacağız. Her halükarda aklımızda olsun; hayat devam ediyor…

Hayırlı olsun.

Cafer Solgun/ P24 Blog

İlginizi çekebilir