Hasan Hayri Ateş: Kobanê Direnişi, 7 Haziran Sonuçları ve Rejimin Yeniden Kuruluşu 

Her şeyden önce belirteyim ki, bu yazı 7 Haziran 2015 Seçimleri’nin 5. yılında bir bakıma hafıza tazeleme çalışmasıdır. Çünkü 7 Haziran, Rojava’da ki gelişmelerle birlikte Türkiye siyasi tarihinde, genel gidişatı temelden değiştiren ikinci dönemeçtir.

Diğer yandan, önemli süreçlerin, olayların sıcaklığı içinde kolay anlaşılamayacağı, genel kabul görmektedir. Bu anlamda bir kez daha beş yıl geriden bakarak dönemin olaylarına bir projöktör tutmanın, yararlı olacağı kanısındayım.

*

1925’te komplo soncu erkenden harekete geçmye zorlanan Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkartılması, rejimin istikametini temelden değiştirmiştir. İsyan harekâtı, 1924’te başlayan devlet eliyle Türk ulus inşa sürecinin sorunsuz geliştirilebilmesi için bir fırsat olmuştur.

Böylece 1921’de Birinci Meclis’te ortaya çıkan iradenin tümden koparak,  Türkçü ulus devlet inşasında yürünecek yolu açan, bir lütuf olarak görülmüştür. Dolayısyla Takrir-i Sükûn, cumhuriyet tarihinde inkara dayalı baskıcı rejimin tesisinde bir dönemeçtir. Ancak Şeyh Sait isyanı, bu sürecin asıl nedeni değildir. Yeni paradigmaya giriş için önceden tasarlanmış planlara bahane yapılmıştır. 

Kürt halkı açısından Şark Islahat Planı ve Zorunlu İskan Kanunu ile başlayan bu dönemin gelişmeleri biliniyor. Bu dönemde Kürt varlığına karşı katliam ve soykırımlar sistematik hale gelirken, diğer yandan Takrir-i Sükûn bir yönetme biçimi olarak benimsenmiştir. Böylece Terakki Perver Cumhuriyet Frkası başta olmak üzere muhalefet partileri yasaklanmış, basın yayın organları, STÖ’ler kapatılmış; İstiklal Mahkemeleri hukuku geçerli, tek hukuk olmuştur. 

Kontrollü şekilde erken doğum yaptırılan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da rejim, yeni bir paradigmaya giriş yapmıştır. Eski paradigmadan radikal kopuş ve rejim güçlerinin topyekün uzlaşısının asıl belirleyeni, Suriye iç savaşında PYD öncülüğünde Kürtler lehine ortaya çıkan gelişmelerdir. 

Kürt halkının, Araplar başta olmak üzere diğer toplulukları da dahil ederek Suriye’de özerk temelde kendi kendini yönetme imkânı elde etmesi, Türk devleti açısından daha en başından ‘beka’ sorunu olarak görülmüş, iç ve dış politikalar bu yönde revize edilmiştir. Ergenekoncu kanadın da desteğiyle bir iktidar bloğuna dönüşen AKP-MHP birlikteliği, beka söylemi üzerinden, Kobanê direnişiyle birlikte başlamıştr. Bu güçlerin 7 Haziran öncesi ilişkileri oldukça agresif ve çatışmalı bir görünüm verse de, Kürt kazanımlarını bir tehdit olarak görmede ortaklaşmışlardır.  

Elbette buna CHP’yi de dâhil etmek gerekiyor. Suriye’de Kürt kazanımlarının iç ve dış tehdit olarak ele alınmasında CHP’de, iktidar blokuna her aşamada dâhil oluştur. İçeride ve dışarıda Kürt Özgürlük Hareketi’nin yükseliş içinde olması, bu güçlerin, Türk tipi başkanlık sisteminde uzlaşmalarını sağlamıştır.

Dolayısıyla daha 2014’ten başlayarak CHP de, Kürt karşıtlığı üzerinden 1924 paradigmasının revize edilmesinin ortağı ve kurucusudur. Nitekim bu ortaklaşmanın ilk icraatı, Mayıs 2016’da, daha ortada bir askeri darbe girişimi söz konusu değilken, dokunulmazlıkların kaldırılması oldu. Kürt emekçilerinin kamudan ihracı ve belediyelere el konulmasının da bu dönemle birlikte gündeme getirildiği bilinmektedir.

Bu sürecin en önemli aşaması ise, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da katılarak bir konuşma yaptığı, Yenikapı Mitingi’dir. Nitekim bu tablo “Yenikapı Ruhu” olarak nitelendirildi. Yeni kapı ruhu aynı zamanda, otoriterliği esas alan başkanlık rejimi mutabakatıdır. Bu mutabakatın asıl icraatı ise Suriye’de Kürt coğrafyasının işgali oldu.

Bu nedenle 24 Haziran 2018’de yapılan Başkanlık Seçimi, bu prosüdürün yerine getirilmesidir. Seçim akşamı CHP’nin adayı Muharrem İnce’nin daha sayım devam ediyorken, “adam kazandı” açıklamasında bulunarak kayıplara karışması, kişisel bir tavır olmayıp, yapılan mutabakatın gereğidir. 

Tayyip Erdoğan, 15 Aralık 2016’da, Beştepe’de ki Sarayı’nda yaptığı bir konuşmada, “Bundan sonrası, önümüzdeki gerçekler ışığında yeni Kurtuluş Savaşımızı verme ve zafere ulaştırma dönemidir,” diyordu. 

Bu savaş, topyekün rejim güçlerinin mutabakatıyla, hızından bir şey baybetmeden 2014’te İŞİD ve El Nusra üzerinden vekalet savaşı, 2015’ten bu yana da doğrudan müdahale ve işgalle devam etmektedir. Savaşın hedefi Türkiye Suriye ve Irakta ortaya çıkan Kürt kazanımlarıdır.

Nitekim Erdoğan bu durumu da aynı günlerde şöyle açıklıyordu: “Suriye ve Irak konusu bizim için bir beka meselesidir. Suriye ve Irak kaynaklı tehditleri çözmeden 2023  hedeflerini tutturamayız” 

Erdoğan, 2023 hedeflerine vurgu yaparken, AKP’nin Kuruluş Bildirgesi’yle  ve 2015’te ki “Yeni Türkiye Sözleşmesiyle” ortaya konulan hedeflerin ötesinde, revize edilerek bir devlet mutabakatına dönüştürülmüş haline gönderme yapmaktadır. Revize edilen bu mutabakat, Kürt halkının özgürlük arayışını ve statü talebini hedeflenen hedeflenen zamanda tarihe gömmedir. 

Bu nedenle son kırk yılın en kural tanımaz, en ahlak dışı ve vahşette sınır tanımayan savaşın asıl hedeflerinden biri de HDP olmaktadır. Toplumsal muhalefetin bir bütün bastırılarak teslim alınması, ancak HDP’nin siyasi denklemin dışına itilmesiyle mümkün olacaktır.

HDP’nin Kuşatılması Rejimin Varlık Gerekçesidir

7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin Türkiye siyasetine güçlü bir giriş yapması, rejim açısından bir kırılmadır. Bu döneme dair Türkiye’nin siyasi tarihi yazıldığında, hiç şüphesiz 7 Haziran, öncesi ve sonrasıyla bir dönem olarak anılacaktır. 

Bilindiği üzere, 2015 seçimlerine gidilirken, HDP’nin barajı aşması halinde, Erdoğan ve AKP’nin gelecek açısından ciddi bir sorun yaşayacağı, temel gündemlerden biriydi. AKP’nin bu seçimlerde Türkiye halkları karşısına, başkanlık sistemini hedefleyen, “2023 Yeni Türkiye Sözleşmesi” ile çıktığı da, hatırlardadır. Dolayısıyla bu seçimler, Erdoğan/AKP cephesinde daha başından “2023 Vizyonu” için varklık yokluk meselesi olarak görüldü. 

Nitekim bu partinin düşünce kuruluşu SETA, seçim öncesinde şu tespitte bulunuyordu: “7 Haziran’ın asıl gündemi, ‘Yeni Türkiye’ iddiasının geleceğidir. Bu itibarla AK Parti’nin seçim başarısı, Mecliste yeni anayasayı yapacak çoğunluğun elde edilmesine bağlıdır denilebilir. Kilit parti konumuna gelen HDP’nin baraj altında kalması ya da barajı aşarak Meclise girmesi, 7 Haziran sonrası için birbirinden çok farklı iki senaryoyu ima etmektedir. ” 

AKP’nin “Yeni Türkiye Sözleşmesi’nin” temel önceliği, cumhuriyetin 100. yılına, Başkanlık Sistemi ile girmekti. Bu bağlamda, SETA’nın, gelişmelere bağlı olarak iki farklı senaryoya dikat çekmesi, sonraki gelişmeler açısından bir işarettir. Bundan da anlıyoruz ki, başkanlık sistemini hedefleyen planın seçimlerde gerekli destegi bulamayarak akamete uğraması halinde, belirsiz bir zamana ertelenmeyecek, yeni ittifak arayışlarına gidilecekti. 

Sonuçta, HDP’nin seçimlerde yakaladığı başarı düzeyi AKP’yi hükümet kuramaz duruma getirirken, Türkiye halklarına siyaseten yeni bir umut kapısı aralayarak, siyasi dengeleri alt üst ediyordu. Diğer yandan ortaya çıkan tablo salt Erdoğan/AKP’nin geleceği için değil, gelinen aşamada rejim açısından da kritik bir durum ve tehdit olarak görüldü. 

Kürt Özgürlük Hareketinin, kırk yıllık direniş geleneğine dayanarak, toplumun çok farklı kesimleriyle buluşan ve büyük bir sıçrama yapan HDP’nin parlamentodaki güçlü varlığı, kolay sindirilecek bir durum değildi. En önemlisi de, HDP’nin Türkiye halklarında yarattığı umutla, çok daha güçlü bir sıçrama potansiyeline sahip olmasıydı. 

Bu nedenle seçim sonuçları, yalnızca Erdoğan için değil, Rojava’da ki gelişmelerle birlikte Türkiye açısından ‘beka sorunu’ olarak görüldü. Böylece siyasi denklemin yeniden kurulduğu, iç ve dış politik hattın yeniden belirlendiği döneme girilmiş oluyordu. 

Çözüm Sürecini Bitiren Rojava’da ki Gelişmeler ve 7 Haziran Sonuçları Oldu

Sayın Öcalan’ın, Erdoğan/AKP’nin Çözüm Süreci’ne araçsal yaklaştığı uyarıları bilinmektedir. AKP’nin asıl önceliği 2023 hedeflerine sorunsuz ulaşmaktı. Dolayısıyla bu sürece kadar yapılacak olan seçimleri hayati görüyordu. İçeride Kürt sorunun çözüyormuş gibi yaparak, PKK öncülüğünde Kürt direnişini sorun olmaktan çıkartması gerekiyordu. Rojava’da ise PYD’yi, ENKS şemsiyesi altına girmeye zorlayarak, ÖSO içinde Suriye rejimine karşı savaştırmayı hedefliyordu.

Böylece Suriye savaşında sonucu tayin edecek, aynı zamanda hakimiyet sağlayacak yegâne güç olmak istiyordu. Bu nedenle Rojova’da ortaya çıkan durum ve PYD’nin pozisyonu, çözüm sürecinde ana gündemlerden biriydi. Sürecin seyri, bu gündeme bağlı şekilleniyordu. 

Böyle olunca, AKP’nin yaklaşımı Çözüm Sürecinin’de sorunlu yürümesine neden oluyordu. Bundandır ki Erdoğan/AKP bir yandan çözüm sürecini yürütürken, diğer yandan, Çöktürme Eylem Planı hazırlıyordu.

Dolayısıyla 7 Haziran sonrasında içine girilen yeni dönem, Kürt Hareketi’ne karşı, 2014’te Çöktürme Eylem Pllanı’ ile başlayan sürecin, daha geniş bir konsensusla tahkim edilmiş yeni merhalesidir. Nitekim, 7 Haziran iradesi yok hükmünde görülürken, 1 Kasım Seçimleri için kaos planı devreye konuluyordu.  

Seçimlerin yenilemesinde esas mesele, koalisyon hükümeti kurmak için yaşanan uzlaşmazlık değildi. 7 Haziran iradesinin yok hükmünde görülmesi, toplumda oluşan umudun kırılmak istenmesidir.  Elbette umudun kaynağı salt HDP değildi. Bu partinin, üzerinde yükseldiği Kürt Hareketinin kırk yıllık birikimi ve dinamizminin Türkiye ve Ortadoğu’da ortaya çıkarttığı sonuçlardı. Bu durum rejimi yeniden kuruluş zorunluluğu ile karşı karşıya getiren bir tehdit olarak algılandı.

Ortaya çıkan veriler ışığında çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a uzanan süreç, Ergenekoncu kanadın da dahil edildiği, CHP’nin onayıyla devletin derinliklerinde sağlanmış bir konsensus ve ‘Yeni Türkiye’ye’ giden yol haritasıdır. Ergenekon ve Balyoz davalarının kumpas olarak değerlendirilerek yeni ittifakların kurulması, bu gelişmelerin sonucudur.

Erdoğan, seçimlerin 1 Kasım’da yenileneceği kararını açıklarken, ‘Türkye’nin yönetim sistemi değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir anayasa ile, netleştirilmesi, kesinleştirilmesdir,” diye, çağrı yapıyordu. Halbuki ortaya çıkan tabloya bakıldığında, yönetim sisteminin değişikliğinden bahsedecek bir durum yoktu. Genel seçim yapılmış, AKP iktidardan düşmüş, kooalisyon hükümeti seçenek olmaktan çıkartılmış, seçimlerin yenilemesi yoluna gidilmiştir. 

Elbette bu sıradan bir çağrı olmayıp, başkanlık sistemine geçiş çağrısıydı. 

Açık ki 7 Haziran sonrası sağlanan mutabakat, Erdoğan’a istediğ başkanlığın verilmesi karşılığında, Kürd’ün son fermanının çıkartılmasıydı. Zaten ortada bir Çöktürme Eylem Planı’da mevcuttu. Böylece 2023 hedefleri de bir yanıyla İttihatçılık ve 1924 paradigmasıyla, diğer yanıyla yeni Osmanlıcılık şeklinde revize ediliyordu. Kürt halkının özgürlük arayışını siyasi denklemden çıkartarak cumhuriyetin yüzüncü yılına girmek, rejim için yaşamsal bir öncelik olarak belirleniyordu.  

Geçiş Sürecinde Aslolan Seçimler Değil Ulaşılacak Hedeflerdir

Türk devleti ortaya çıkan tabloyu, Kürt halkına karşı  beka sorunu haline getirince, seçimlerin bir geçerliliği olmuyordu. Yeniden kuruluş süreci olarak nitelendirilen bu dönemde de rejimin siyasal niteliklerine bir tehdit olarak algılandığı her aşamada, seçimler yok hükmünde görülecek, kaos planı devreye konulacaktır. 

Elbette şiddet kullanarak HDP’nin siyasi denklemin dışına itilmek istenmesi, 7 Haziran’dan önce başladı. HDP’nin, parti olarak seçime girme kararı almasının, AKP cephesinde yarattığı sarsıcı etki karşısında Erdoğan, “Bedelini ödeyecekler,” diye, karşılık verirken, o bedel seçim süresince fazlasıyla ödetildi. Seçim meydanları, HDP’ye karşı muharebe meydanlarına dönüşürüldü. O kadar ki, Eş Genel Başkan Selahattin Demirtaş,  Amed mitingindeki saldırıda  üç dakikalık bir gecikme sonucu hayatta kalabildi.  

7 Haziran sonrasında ikinci aşamanın sıtartı ise, 17 Temmuz’da Erdoğan’ın, Dolmabahçe Sarayı’nda kamuoyuna ilan edilen, Dolmabahça Mutabakatı’nı yok hükmünde gören açıklamasıyla verildi. 

Bu açıklamanın ardından, 20 Temmuz’da Suruç katliamı yaşandı. 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polis evlerinde saldırıya uğradı. 24 Temmuz’da ise üç yıl aradan sonra PKK hedeflerine karşı Güney Kürüdstan’a hava operasyonu düzenledi. Ertesi günü dönemin Başbakanı Davutoğlu, 2. ve 3. dalga operasyonunun talimatını verdiklerini açıklıyordu. 

Tayyip Erdoğan ise 25 Haziran’da, “Suriye’nin kuzeyinde, güneyimizde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun bu konudaki mücadelemizi sürdüreceğiz,” diyerek, hazırlığını yaptıkları çok yönlü bir savaşın ip uçlarını veriyordu.

Bu gelişmeler yaşanırken, 28 Temmuz’da Tayyip Erdoğan, Çözüm Süreci’nin mümkün olmadığını, ilan etmiş oldu. 1 Ağustos’ta ise Türk devleti Güney Kürdüstan’da 10 kişinin katledildiği Zergele Köyü’nü bombalıyordu. 

14 Ağustos’a gelindiğinde ise Kürt Hareketi’nin Özyönetim ilanları başladı. 

Kimi çevreler Özyönetim direnişlerini, yaşananların nedeni görmektedir. Oysa bu gerçekçi değildir. Eleştiriler yapılabilir, ancak bu direnişleri, Türk devletinin çözüm masasını devirerek kavşak derğiştirmesinin nedeni görmek, öncelikle hakikati ters yüz etmektir. Hakikati görmek için, yalnızca Suriye’de yaşananlara bakmak yeterli olacaktır.

Son derece minimal ve müzakere edilebilir bir talep olmasına rağmen, Türk devletinin bu talebe verdiği cevap, kırk yıllık savaş sürecinin en vahşi, en insanlık dışı yanını oluşturuyordu. O kadar ki Cizre’de bodrumlara sığınmak zorunda kalan yüzlerce insan, TV’lerin canlı yayın gösterileri eşliğinde katledilirken, o bodrumlardan yükselen çığlıklar evleri dolduruyordu. 

7 Haziran sonrası yürürlüğe konulan kaos planının, 20 Temmuz’da Türkiyeli Sosyalist Gençlere yönelik gerçekleşen Suruç katliamıyla başlayarak,  KESK’in 10 Ekim Ankara Gar Mitingi’ne yönelik katliamla tırmandırılmasının sarsıcı sonuçlar biliniyor. Bu saldırıların asıl hedeflerinden biri Kürt hareketini yanlızlaştırmaktı. Bu anlamda Suruç ve Ankara Gar katliamları özel olarak planlanmıştır.

Bununla birlikte Barış Akademisyenleri’nin, açıklamalarından pişmanlık duymaya zorlanmaları, biat gerçekleşmeyince de ihraç edilmeleri de, Kürt Hareketi’ni yalnızlaştırma planının bir parçasıdır. Böylece Kürt halkı ile dayanışanlar, barış talep edenler en ağır bedeli ödemek zorunda kalıyordu. Çünkü rejimi en fazla zorlayan, politikalrının meşruiyetini sorgulayan bu türden dayanışma hareketleri olmaktadır. 

Böylece Kürtlere karşı yüz yılın en kuralsız, en vahşi savaşı başlatılıyordu.

Sonuç olarak, 2014’ten bu yana Ortadoğu’da Kürtlerin merkezinde olduğu, sarsıcı ve baş döndürücü gelişmelere tanıklık edildi. Kobane direnişi ve 7 Haziran Genel Seçimleri sonuçları Türkiye’de rejimin istikametini temelden değiştirirken, Kürt varlığına karşı dört parça Kürdüstan’da topyekün imha konsepti devreye konulmuş oldu. 

Türk devleti, yüz yılın başında imha ve soykırım politikalarıyla başaramadığını bu gün başarma arzusundadır. Bu nedenle Kürtlerin mezarları dahil, her şey  en pervasız haliyle saldırıların hedefindedir. Kürt varlığını fiziki olarak toptan ortadan kaldıramayacağını biliyorlar. İstedikleri ve varlığını kabullenebilecekleri Kürt, Mahmut Esat’ın “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır’ dediği, iradesi kırılarak kuklalaştırılmış Kürt’tür.

Yani Kürt kendi vatanında sömürgecinin hizmetinde olsun istiyorlar. Bu emellerine ulaşmak için yüz yılın en kirli, kuralsız, ahlaksız ve vahşette sınır tanımayan saldırganlığıyla Kürtlerin tepesine çöktükçe çöküyorlar. 

Bu nedenle diğer boyutları yanında, özellikle HDP’nin de çok yönlü kuşatılması nedensiz değildir. HDP tüm eksikliklerine rağmen, Kürt halkının en güçlü temsilini yaptığı kadar, toplumsal muhalefitin de sürükleyic dinamizmidir. Bu dinamizm geriletildiği, zayıflatıldığı, mümkünse parçalandığı oranda saldırganlık da başarıya ulaşacaktır. Bugün için yapılacak en hayırlı şey, öncelikle HDP etrafında kenetlenmek ve bir bütün olarak ayakta kalabilmeyi başarmaktır…

 

İlginizi çekebilir