Günay Aslan: Tamara

Bir zamanlar telsiz kodu olarak Tamara kullanıyordu Leyla. 
Tamara
-Guhdare
Tamara
-Amadeye
Bir keresinde, ‘telsize ben çıkayım, burada olduğum sürece sana sekreterlik yapayım; Leyla arkadaş meşgul falan diyeyim’ dedim de çocuklar gibi kocaman kocaman, uzun uzun, yürekten gelen bir coşkuyla güldü de güldü.
O gülünce dünya güzelleşiyor,  yüzünde güller açılıyor, yaş basmış gözlerinden kuşlar havalanıyordu…  
Gökyüzün yere serildiği harika bir yaz gecesiydi. Doğa dingin ve sessizdi. Neşeyle doluştuğumuz manga sessizdi. Bütün tohumları yeşertmiş toprak sessizdi. Gümüşi özlemlerin yuvalandığı vadi sessizdi. Vadinin açıldığı dağ sessizdi. Dağın tepesine üşüşmüş ve ışıklarını vadiye düşürmüş yıldızlar sessizdi… Ağaçlar, kuşlar, ateş böcekleri, herkesi, her şey, her yan sessizdi. 
Evren soluğunu tutmuş Leyla’nın gürül gürül akan kahkahalarını dinliyor, zaman geceye mutluluğu resmediyordu.
Kahkaha tufanı geçip gittikten sonra, ‘seni niye ikna edemediğimizi şimdi daha iyi anlıyorum’’ dedi. ‘’Bizim vazgeçtiklerimizden sen vazgeçmiyorsun…’’ 
Mangadaki hareketlenmeden ve arkadaşların taarruz hamlelerinden yeni bir ‘Günay çözümlemesi’ geleceğini anladım ama buna fırsat vermedim. 
Böylesi durumlarda kaçmayı öğrenmiştim artık. Üzerime geleceklerini fark ettiğim an hemen duygusal bir şemsiye açıyor, altına sığınıyor ve müstakbel çözümlemelerin önünü kesiyordum.
Ben öyle yapınca Leyla susar, üstelemezdi. Üstelemezdi ama niyetimi, kafamdan geçenleri fark ettiğini hissettirmeden de edemezdi…
*
Dün onun naylon torbaların içinde bana verdiği defterlerinden birini açtım. Sözümüz vardı birlikte açacaktık ama olmadı, yalnız açmak zorunda kaldım. Ağırdı…Kalbime telaşlı taş gibi düşüyordu, çevirdiğim her sayfa…
Oysa defterden efil efil dağların kokusu geliyordu. Her sayfası bir diğerinden daha güzel kokuyordu. Ne de olsa defterin onun öldüğünden haberi yoktu.
Bir sayfada şunları yazıyordu:

‘’Kelebeğin ömrü uçtuğu kadardır. Kelebek olmak isterdim; uçabildiğim kadar yaşamak, hayatı kanatlarımda taşımak isterdim…’’

Ayağı bağlı, dili bağlı, kolları bağlı, sessizliğe, hareketsizliğe, kaderine ve rutine mahkum edilmiş insan yerine, hayatı kanatlarında taşıyan ve uçabildiği kadar yaşayan, bununla yetinen ve kendini mutlu hisseden bir kelebek…
*
Leyla’nın arkadaşlarıyla paylaştığı manga, beli bükülmüş, yaşını tahmin etmekte zorlandığımız bir ağacın altındaydı. Ağaç dediysem ev kadar. Devasa bir ağaç ama zaman içinde başı öne eğilmiş, beli bükülmüş, iki büklüm olmuştu…
Meşe, söğüt karışımı yabanıl bir ağaçtı. Yabanıl dediysem ders kitaplarında yazan bitki örtülerine göre yabanıl. Orada ismi, cismi geçen bir ağaç değil, ondan. Ama bizimkinin kökleri burada; belki de bin yıl, hatta daha fazla zamandır burada.
Bizim yaşlı, yabanıl ağacın topraktan fışkırmış köklerinin her biri neredeyse bir tomruk kadardı. Kurumaya yüz tutmuş dalları ve topraktan fışkırmış kökleri birbirine sarılmış, vadiye dağılmıştı.
Aşağıdan pek fark edilmiyordu ama yukarıdan bakınca vadideki her şeyin ağaca yöneldiği anlaşılıyordu. Sağında solunda çiçekler açmış patika yollar, derelerden sessizce akan sular, elle dizilmiş gibi vadiye yayılmış benekli taşlar, burada ipek gibi parlak ömürler geçirdiği anlaşılan yaprakları ışıl ışıl ağaçlar, hepsi de yüzünü vadinin odak noktası bu yaşlı, yabanıl ağaca dönmüştü.
 Belki bir mabetti. Belki de bir buluşma yerinin merkeziydi. Bütün yönleri kendinde birleştiren ağaç, iki büklüm ve savrulmuş olmasına rağmen heybetliydi.
 Leyla gider gelir sırtını o ağaca verir; ‘’beni hissediyor, onu hissediyorum’ derdi.
Benzer haberler

Nuri Fırat: Türkiye’nin ‘Dersim Endişesi’, Soykırım ve…

Ali Engin Yurtsever: Geriye Kalacak Olan

Vadiye gün aydınlığın çökmeye başladığı bir sabah, toplu kahvaltının ve kahvaltı sonrası güne dair düzenlemelerin yapılmasının ardından Leyla gitti, sırtını ağaca dayadı.
Vadi günün telaşı içindeydi. Nöbetçiler gidiyor, nöbetçiler geliyor, tekmiller alınıp veriliyor, varlıklarını hissettirmemeye özen gösteren görevliler oradan oraya koşturuyor, herkes görevini yapmaya çalışıyordu.
‘’Leyla’nın görevi’’ de bendim. 
Onu sırtını ağaca dayamış ve dalmış görünce gittim, yanına çömeldim. Bir süre izledim, bekledim ama tepki vermedi. Suskundu, durgundu.
Sonra birden aklıma geldi, ‘Tamara’ dedim. Bu kodu seçme nedenini merak ediyor, öğrenmek istiyordum. 
Bir şey demedi. Seher rüzgarı kanatlarını yüzümüze yüzümüze çalıyor, bizi ağır ağır, nazlı nazlı sarıp sarmalayıp çekip gidiyordu ama Leyla öylesine susuyor, konuşmuyordu.
Neden sonra, ‘haydi gidip çay alalım’’ dedi. Kalktık, vadiye kızıl alevler saçan ve gri dumanlar savuran ocaktaki çaydanlıktan birer çay alıp geri geldik.
Leyla, bardağını kalbinin hizasında tutar, çayını öyle içerdi. Aslında sadece bardağını değil, telsizini, kalemini, telefonunu hatta tokasını bile saçına takmadan önce kalbine doğru tutar, öyle takardı.
Onun eliyle kalbi arasında sıkı bir bağ vardı. Kalbi mi ellerini kullanıyor, elleri mi kalbini avuçluyor bilemedim. Ama her fırsatta ellerini kalbine doğru götürüyordu. Her hareketinde eli önce kalbine gidiyordu. 
Çayından bir yudum aldıktan sonra, o günün en mutlu anı yaşanmaya başladı. Leyla, bana Tamara’yı anlattı: 
‘’ Tamara bir masal kahramanı’’ dedi. ‘’Bizim gibi…Tamara cesarettir, azimdir, mücadeledir, özlemektir, beklemektir…Tamara, içindeki ışığın sönmesine izin vermemektir…’’
Tamara’dan söz ederken sesin kırıldığı hisssediliyordu. Her söz sanki Van Gölü’nün hırçın dalgalarında parçalanıyor, dört bir yana dağılıyordu. Zaman da sanki Tamara ile Leyla’nın arasında gidip geliyordu. O anlattıkça, Tamara’dan Leyla’ya, Leyla’dan Tamara’ya gidip gelen zamanın vadiye düşen gölgesi biraz daha büyüyordu.
Dağa özgü bir devinim içinde geçen ve insan sonsuzmuş gibi gelen bir çay içimlik sürede Leyla, Tamara’yı anlattı. O gün Tamara’yı yanımıza aldık ve akşama kadar Xınere’de dolaştık…
Fakat o günün gecesi uyuyamadım. Oysa dağ uykusuna dayanamam. Uyuyamadım ve sabah olana dek Tamara’yı düşündüm.
Ahtamar Adası, göl, kilise ve Tamara gözlerimin önünden gitmiyordu. Bir ışık, bir çığlık, bir can havli, bir kanat çırpıntısı hayal ediyor, hayallerin içinden Tamara’yı arıyor, bulamıyordum.

Leyla yanımda yatıyordu, ben Tamara’yı arıyordum…

Gece boyunca sırtını Ahtamar’da bir badem ağacına dayamış, aşkını ve acısını içine salmış Tamara’yı; Leyla’ya ruhunu veren o kadını; onu yaşayan Leyla’yı, ikisi arasında ömürler tüketmiş zamanı, bir avuç kum gibi rüzgara savrulmuş ve hüzünle yaralanmış hayatları düşündüm…
Gece boyu aşkın seline kapılmış Tamara’yı, yarım kalmış sevdaların, gümüş kanatlı martıların adası Ahtamar’ı düşündüm.
‚Ahh Tamara’’ çığlıklarını yutan gölü, karanlığı, kadersizliği düşündüm. 
Devran değişse, zaman geçse de kaderleri ve kederleri baki kalan Tamara’ları, Leyla’ları düşündüm…
Tamara ki tanrıçaların dengiydi. O, ruhu evrenin ruhuyla bütünleşmiş bir Ermeni güzeli, bir sevda perisiydi. Van ovasının rüzgarları onun soluğu, nisan yağmurları gözyaşları, Erek’te kümelenmiş bulutlar saçlarıydı. Hayat onun dudaklarında, saadet kollarındaydı.
İyiye ve güzele dair bütün eylemlerin ilham kaynağı Tamara insanlığa gönderilmiş bir armağandı. 
Güzelliği, zerafeti ve cesaretiyle dilden dile dolaşan bir destandı.
Ve Tamara şimdi, Artos ile Süphan dağları arasındaki adasında, yağmurların altında, badem ağaçlarına sırtını dayamış, elinde ışıldayan lambasıyla Leyla’yı bekliyor…
Sevinci yasa dönüşen Tamara, onu yas evinden çıkaracak olan Leyla’nın yolunu gözlüyor

Gideceğiz, götüreceğiz… Sevdiklerimizi bizden alan karanlığa inat, sadece anı defterlerini değil, hesap defterlerini de açacağız…

Açacak ve kapatmayacağız…

İlginizi çekebilir