Fırat Yavuz: DAHA Filminde Göç ve Göçmenlik Olgusu’nun Kısa Sosyolojisi

21.yy ilk çeyreğinde dünyanın en büyük göçmen /mülteci /sığınmacı merkezlerinden biri haline gelen Türkiye’de göç meselesi ve göçmenlik, çok boyutlu bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Göçmenler / mülteciler kimi zaman mekânsal olarak ayrıksı görünse de, sosyokültürel ve ekonomik olarak kentlerde iç içe yaşadığımız geniş bir kitle. Daha filmi, göçmenlerle dolu kozmopolit yaşamımızda, kadraja kaçak göçmenlerle kaçakçılar arasındaki ilişkiyi alır. Hikâyede kaçakçı Ahad ve ergen sayılacak yaştaki oğlu Gaza para karşılığında Arap göçmenleri teknelerle başka ülkelere kaçırma işi yapıyorlardır. Bu organizasyon esnasında bu göçmen grubunu bir mahzende kapalı / saklı tutuyorlardır. Film aynı zamanda Ahad ve Gaza arasındaki şiddet yüklü yozlaşmış baba oğul ilişkisine odaklanmıştır. 

Daha, “insanın kullandığı ilk alet, başka bir insandır” cümlesiyle başlar. Nitekim filmdeki kaçakçılar göçmenlere “mal” derler. Mülteciler sadece bir hesaptaki ya da ekonomik bir algoritmadaki kimi sayılar’dır. Ahad göçmenlere karşı son derece sert ve onursuzlaştırıcı davranmaktadır. Zaman zaman su ve yiyecek bir şey vermek dışında Ahad’ın insan hayatı adına önemsediği hiçbir şey yoktur. Çünkü günümüz dünyasında gerçekten göçmen kimliğinin ve hayatının bir önemi kalmamıştır. Mahzende üst üste yatan, temel insanı ihtiyaçlardan yoksun insanlar, ya hastalıktan ya susuzluktan ya da kendi aralarındaki kavgalardan kırıma uğrarlar. Gaza ise, her ne kadar bir çocuk olarak onlara sert merhametsiz davranmasa da, babasının kendisine ve göçmenlere yaşattığı şiddet karşısında çaresiz kalmaktadır. Mesela babası göçmen bir kadına tecavüz ederken ya da başka bir göçmen kadını bir askeri komutana pazarlarken Gaza’nın elinden bir şey gelmez. Ama bu olayların dehşetini ergen bünyesinde ve ruhunda derinlemesine yaşar. Tıpkı göçmenlere karşı olan toplumsal şekillenişimizde, devletlerin, kurumların göçmenlere yaklaşımındaki ikiyüzlü ve sert ahlaktan bizlerin etkilenmesi gibi… “Burjuvazi, kendi suretinden bir dünya yarattı” demişti, Marks. 

Kaçakçılarla göçmenler birbirlerinin dilini anlamazlar, herhangi bir empati ve birbirini anlama çabası şansı yoktur. Sadece çaresizlikten dolayı kaldıkları izbe mahzende her şey inanmaya hazır göçmenler vardır. Onlar isteseler de kendilerine belirlenen sınırların dışına çıkamazlar; bilmedikleri bir yerde, bilmedikleri bir dilde Godot’yu beklemektedirler. Hem yola çıktıklarında hem geldikleri bu dehşet verici ara konakta hem de varacakları yerde, kendilerini bilerek yok sayan hatta ‘yok olarak’ yol alan bir insan grubunu görmekteyiz. Filmdeki hiç kimse mültecilerin ne adını sorar, ne hikâyelerini merak eder. Kapatıldıkları mahzende hiç kimseyle iletişim kuramayan mülteciler, duvarlara gelecekle umutla ilgili bazı resimler kazırlar. Bu da bizi 21. yüzyılda birbiriyle hale iletişim kurmakta sorun yaşayan insanlığın, binlerce yıl öncesinin mağara döneminin iletişim biçimlerine götürüyor. Bu yüzyılda göç olgusu ve göçmenler serüveni bize gelişmişlik, kentsel yaşamın refah ve konforu, uygarlık gibi kavramların ne kadar “iyi” ve “doğru” olduğuna dair sorgulayıcı bir bakış sunuyor. Mağara döneminden bugüne insanlık tarihinin gelişimi, açılmış helezonik bir yayı andırmaktadır. 

Filmde göçmenlik kimliği önemsiz, kişiliksiz ve kayıtsızdır. Buna paralel olarak filmdeki yerli statüsünde olan yani ülke mensubu karakterlerde çok fazla tanımlanmamışlardır. Sadece orada, o işi yaptıklarını bildiğimiz ama aslında bütün toplumun bir sureti olduğunu bize hissettiren insanlar vardır. Film karakterler arasında bir özne nesne ilişkisi kurmaz. Kaybediyorsa, herkes bir şeylerini (ideallerini, psikolojisini, canını) kaybediyordur.

Hikâyenin geçtiği mekân bile gerçekte olmayan Kandalı adında bir kasabadır. Ülkenin ve dünyanın her tarafına yayılmış bu yeni göçmenler, tam da içimizde ve her yerde oldukları için film, kendi mekanına herhangi bir yerleşim yerinin ismini vermeye gerek görmez.  

“Siyasete Katılım ve Toplumsal Hareketler” isimli kitabında Sedef Zeyrekli Taş, günümüz göçmen / mülteci politikasının ve yaklaşımının, müzakereci demokrasi kuramıyla bağdaşmadığını, özellikle Türkiye’de egemen güçlerce konjonktürel çıkar ilişkilerinde (örneğin seçimler ) kullanıldığını belirtir. Daha filmi bu tespiti haklı çıkarmanın da ötesindedir. Nereden gelip nereye gideceği belli olmayan bu kimliksiz yeni dönem göçmenleri sürreal şekilde tanımsızdır. Onlar köle statüsünde bile değillerdir. Diğer yandan göç yollarında kadınlar, hem mülteci erkeklerin hem de uğradıkları veya vardıkları yerlerdeki erkeklerin seks kölesi olabilmektedirler. Gayatri Spivak’tan ödünç alırsak, kadınlar sömürge piramidinin en altındaki madun’lardır. Herhangi bir söz söyleme, temsil etme /edilme güçleri yoktur. Filmdeki iki Arap kadından biri tecavüze uğrarken diğeri “köprüden geçene kadar” bir komutanın gönüllü kölesi olur.

Filmde göçmenlerin deniz yoluyla kaçışlarını sağlayacak olan tekneci kaçakçılar, ironik bir konumdadırlar. Aslında bir süre önce gidecek yerleri olmayan, sonra da günün birinde filmdeki belirsiz sahil kasabasında tesadüfen kalan bu kaçakçıların da görünümü kalıcı değildir. Bu gidecek yeri olmayanların (kaçakçıların), diğer gidecek yeri olmayanlara (göçmenlere ) para karşılığında da olsa sözde yol göstermeleri bize, “hepimiz günümüz dünyasında potansiyel göçmen miyiz”, sorusunu sordurtur. Modern kent yaşamında insanların geleceğinin ekonomik ve sosyal aşırı belirsizliği, buna dair güçlü bir işarettir. Sonu belli olmayan göç yolculuğu ile refahı ve istihdamı her an sarsılabilecek kent yaşamı ve iş hayatı… Her iki olgu birbirine oldukça benzemektedir. Her ikisi de, tıpkı savaş yoksulluk ve afetler gibi küresel ve bölgesel krizler yaşatmaktadır.  

Hâlihazırda büyük nüfus yoğunluğuna sahip kentli toplulukların ‘birlikte yaşamak’ ile ilgili çeşitli ekonomik, sosyal ve kültürel sebeplerden ötürü sorunlar yaşadığı bilinmektedir. Bunun sebeplerinden bazılarını Sosyolojik Düşünmek adlı kitabında Zygmunt Bauman şöyle tanımlamaktadır. “Kentli topluluklar, sürekli seyahat eden, gündelik yaşamda farklı insanlarla temas eden gruplardır. Çoğu kez insanların beklentilerimizi ve standartlarımız karşılayıp karşılamayacağından emin olamayız. Kentte sürekli olarak tam anlam veremediğimiz seslerin ve görüntülerin darbelerine maruz kalırız. Dahası durmak,  kafa yormak ve bu insanlarla mekanları anlamaya çalışmak için neredeyse hiç zaman bulamayız. Büyük bir talihsizlikle bize yabancı olan kişiler arasında yaşarız.”  

Bir de bunun üstüne büyük yabancı göçmen yığınlarının kentlere gelmesiyle gündelik yaşam pratikleri, gelenek görenekler, yaşam biçimleri, hatta meslekler ciddi değişim ve dönüşüm geçirmektedirler. Hukuktan eğitime, siyasetten iş dünyasına, sokaklardan ev içlerine kadar toplum ilişkileri ve kentsel mekanlar yeniden dizayn edilmektedir. Her sosyal haraketlilikte olduğu gibi, göçün de hem göçü alan ülke insanını, hem de göçmene kimi olumlu yansımaları olabilir. Ülke içi topluluklar ve birey için dışarıdan gelen ötekilerin dillerini, karakterlerini, davranışlarını, kültürlerini anlama çabası, o insanları ahlaki ve demokratik düşünce yönünden geliştirme potansiyeline sahiptir. Tek tip toplum ilişkilerinin ve örgütlenmelerinin tasfiye olabileceği, hiç olmazsa azalabileceği çoğulcu ve çok kültürlü müzakere toplumunun ve kentsel mekanların oluşma şansı vardır. Göçmen içinse, geride bırakılan ‘karanlık’ dönemin ve mekanın yerini, yeni umutlar, planlar, özgürce yaşama fikri alır. Kültürel sentezler oluşturmak için fırsat olabilir.

Ancak 21. yüzyıl göçleri, kentlerde radikal demografik ve sosyokültürel değişimler ortaya çıkardığı için kentli toplulukların farklı reaksiyonları, kırılmalar ve sınıfsal-kültürel çatışmalar olasılığı yüksektir. Bizim gibi ülkelerde yoğun etkileşime rağmen göçmenler de dahil, öteki gruplar, cinsiyetler, kültürlere karşı ya Erving Goffman’ın dediği gibi, üç maymunu andıran bir ‘sivil kayıtsızlık’ ve aldırışsızlık yaşanmaktadır ya da karşıt bir duyarlılıkla örgütlü ayrımcı pratikler devreye girmektedir. Hele de göçmen kitle Araplar, Afganlar, Türkmenler gibi Ortadoğu ve Kafkasya’dan ise, geri toplum (!) ve ucuz işgücü potansiyeli oldukları iddiasıyla ayrımcı pratikler ırkçı, linç edici seviyelere çıkabilmektedir.  

Her iki süreçte de yitip giden, insan ilişkilerinin ahlaki ve sorumluluk hissine dayalı karakteridir. Sonuçta toplum ya kendini abartılı bir eşsizlikle tanımlamaya başlar ya da pesimist ve yozlaşmış bir kişiliğe bürünür.

Oysa Daha filminde de anlatıldığı gibi, ben ve öteki arasındaki ilişki simbiyotik ve sinerjiktir.  İster kentsel ister kırsal topluluklarda olsun, refaha ve mutluluğa erişim adına yaşanan sorunlar ve bu sorunların çözümü müşterektir. Gerçekte ne kapitalist ekonomik ve sosyal düzenin vadettiği özerk birey kalmıştır, ne de ülke içindeki kimi sağ, dinbaz ve ırkçı gruplar ile cemaatlerin insanları birbirine yabancılaştıran yapay kutupları vardır. Enformasyon ve etkileşim çağında, basmakalıp tepkisel davranıştan uzaklaşmanın yolu, politik (ortak akıl ) ve ahlaklı (ortak vicdan) toplum yaratmaktır. Bu da biz’deki ben ile ben’deki  biz’i anlamakla mümkündür. 

*

/ Bu makale Funda Danışman ile birlikte hazırlanmıştır…/

İlginizi çekebilir