Fırat Aydınkaya: Covid-19 ve ‘Ulus Devlet Çağı’nı yeniden düşünmek

Bir salgın hastalık tasvirini kendisi de bu illeten çekmiş biri olarak hiç kimse Thukydides kadar gerçekçi resmetmemişti. “İnsanlar sinek gibi öldüler, ölenlerin bedenleri birbirlerinin üzerine yığılmıştı. Sokaklarda sendeleyerek yürüyen ya da susuzluktan yanarak çeşmelerin etrafına üşüşen yarı ölü yaratıklar görülebilirdi. Yerleştikleri tapınaklar, orada ölmüş insan cesetleriyle doluydu.”

Eski Yunan tarihçisi işini mükemmelen yapıp felaket manzarasını kaydetmekle yetinmişti ama bugün itibariyle biz yalnızca bununla yetinemeyiz.

Covit-19 pandemisiyle birlikte birden kendimizi sonu gelmeyen distopik bir film setinde bulduk. La Fontaine’ın “Vebadan Hasta Hayvanlar” masalını hatırlatan kusursuz fragmanın tam ortasında görünüyoruz. Bu tarz felaket süreçlerinde tıpkı masaldaki gibi ilk şok dalgası atlatıldığında hemen bir suçlu bulmaya yöneliriz. Zira suçlamanın, itham etmenin, ferahlatıcı etkisine muhtacız bu süreçlerde.

Fakat masalda suçlayan güçlü avcı figürlerin aksine bu sefer suçlamanın keskin albenisine kapılan ezilen kampının sözcüleri oldu. Marxist düşüncenin ikonik figürleri peş peşe konuşup olan biteni kapitalizmin suç siciline yazmakta gecikmedi. Sözgelimi bu çerçevede Zizek, biraz da aceleyle korona virüsü kapitalizme Kill Bill-vari bir darbe olarak niteleyerek bir imkan olarak sürecin komünizme evrilebileceğinden dem vurdu.

Agamben’in ise günün sonunda insanın hak ve özgürlüklerinin katıksızca elinden alınacağı bir istisna durumuna dikkatimizi çekerken olan biteni cerrahi bir mühendislik havasında sunması ilginçti.

Ne var ki konuyu ele almaya başlamadan evvel, prelüd babında mühim bir tespit yapmak elzem. Yıllar önce Deleuze uyuşturucu bahsini anlatırken uyuşturucu ile nasıl baş edileceğini bilmediğimiz gibi buna ilaveten uyuşturucu söz konusu olduğunda ondan nasıl konuşulacağını bilmediğimizi de belirtiyordu.

Covit-19 bahsi tam da böyle bir duruma sebebiyet verdi. Virüsle nasıl baş edeceğimizi bilmediğimiz gibi ona dair nasıl konuşacağımızı da henüz bilmiyoruz. Şu an yaptığımız tek mükemmel şey apokaliptik yorumlar eşliğinde suçlamak. Fakat işin gerçeği suçlamanın rahatlatma dışında bize şu anda hiçbir getirisi yok, en azından suçlama ile kapitalizmin yok olmadığını yeterince deneyimledik şimdiye kadar. Suçlama dilini makul bir seviyeye çekerek ‘olan biteni’ ve ‘olacak ve bitecek’ olanı konuşmalıyız, ama sükunetle.

Mamafih korona günlerinde yapılacak en önemli şeylerden biri olan biteni anlamlandırma çabası olmalı. Ne oluyor gerçekte? Çin’i durdurmak için iyi hesaplanmamış bir biyolojik saldırı mı söz konusu? Dünyanın öbür ucundaki bir salgın nasıl oldu da bir anda insanlığı tarihin en zorlu sınavlarından biriyle baş başa bıraktı?

Komplo mantığımızı geri çekerek Kant’ın “bütün ahlaki kanunların yüce mahkemesi olarak” bize salık verdiği aklı kullanmamız gerektiği bir dönemdeyiz. Ama önce bir eksper titizliğiyle yapacağımız en önemli şey tespit yapmak, hususen de hasar tespiti. “Önce insan” mottosu uyarınca yaşadığımız şeyin insani bilançosuna bakmamız elzem.

İnsanoğlu başka gezegenlerde hayat var mı sorusunun peşine düşerken eldekinden yani dünyadan olma riski ile karşı karşıya. İnsanlığın elinde bütün gezegeni bir butona basıp yerle yeksan edecek nükleer silah kapasitesine sahipken neredeyse sıradan bir virüse yenik düşme belirtisi göstermesi ibret verici bir durum. Sömürgelerde falan değil Rönesansın anayurdunda doktorların insanları hayatta tutmak için eleme yapmak zorunda kalması uygarlığın huzursuzluğuna dair dehşeti gözler önüne seriyor.

İnsanoğlu tarihin ilk dönemlerinde gelişip, zenginleşmek ve refaha ulaşıp uygarlık inşa etmek için evden dışarı adımını attı. On binlerce yıl geçtikten sonra insanın evin dışında inşa ettiği uygarlığın ona güvenlik sağlamayıp tekrar gerisin geri evin güvenliğine sığınmak zorunda kalması ikinci ibret alınası durum.

Bu virüs salgınının ilk yerle bir ettiği şey muhtemelen uygarlığın kamusallık formlarıdır bu sebeple. Özellikle batılılaşmanın yerleşkesi olarak görülen lokasyonlarda kamusallığın yapısal dönüşümü askıya alınmış durumda. Habermas ile bütünleşen “iletişimsel eylemlilik” projesi yerini mutlak izolasyona, şüpheye ve psikolojikleştirilmiş bir hayata bırakmış durumda. Yaşamın ve hanenin psikolojikleştirilmesi ile gözetleme ve kontrol aşamasını birlikte yaşıyoruz. Evin içindeki odalara saklanacağımız dijitalize edilmiş, gönüllü ev hapsinde bulduk birden bire kendimizi.

Elias Canetti, “Kitle ve İktidar” isimli hacimli eserinin daha ilk cümlesindeki “insanı bilinmeyenin dokunuşundan daha çok korkutan hiçbir şey yoktur” tespiti bir açıdan günümüze ışık tutuyor. An itibariyle uygarlığımız kitle olmaktan muazzam bir kaçış sergiliyor ve bu sebeple Canetti’nin dediğinin aksine insan bugün itibariyle bir kitleye gereksinim duymuyor, dokunulma korkusundan kendisini kitleye değil eve kapatarak başa çıkmaya çalışıyor.

Eğer bu doğruysa bugün itibariyle yeniden aydınlanma projesinin başladığı yere dönmüş durumdayız. Aydınlanmaya ruhunu veren temel tutku şüphe’ydi. Şüphenin tarihe geri döndüğü en sert zamanları yaşıyoruz. “İnsan insanın kurdudur” şeklindeki Leviathan’cı felsefeye geri dönme emareleri yakın tarih içinde hiç bu kadar ensemizde olmamıştı. Psikolojikleştirilmiş yaşam felsefemizle “insan insanın şüphesidir” aşamasına geçmiş bulunmaktayız.

Korona virüsü her şeyden önce hatta mikroptan bile önce insana iflah olmaz şüphe virüsünü bulaştırmış görünüyor. Herkesin herkesten şüphe duyduğu devasa bir şüphe imparatorluğunda yaşıyoruz an itibariyle. Böylesi bir ortamda şüphenin tek ilacı olarak da izolasyon şifa niyetine dağıtılıyor.

İzolasyon antik dönem ve Ortaçağ boyunca keşişlerin, peygamberlerin, cadıların, delilerin mülküydü. Aydınlanma projesi bu mistik ortama el koyan şüphe epistemesi ile kendini ortaya koymuştu. Geldiğimiz aşamada bugün itibariyle aydınlanma aklı şüpheye karşı, şüphenin ilacı olarak eski geleneği teşvik ediyor: “Kendini izole et kurtul” şeklindeki Ortaçağ anlayışı geri dönmüş görünüyor.

Şüphenin geri dönüşüne eşlik eden diğer bir olgu ise güven duygusunun mutlak kaybı. Simmel çok önce güven duygusunun modern insan için önemine dikkatimizi çekerek güven duygusunu varlıkla aramızdaki illiyete özgülemişti. Ne var ki geldiğimiz aşamada varlıkla aramızdaki tek illiyet şüpheye kurban edilmiş durumda. Güven duygusu, bir şeye bağlılığı ifade ettiği ölçüde inancın bir parçasıdır.

Virüsün insana öncelikle bulaştırdığı şey şüpheyse, bu şüphe güven duygusunu havaya uçurmak suretiyle modern inanç duygusuna parça tesirli bir etki ettiği ortada. İnsan artık en yakınına bile şüpheyle bakıyor, insanı insana bağlayan şey şu aşamada muazzam şüphe yani güvensizlik. Bir tür şüphe duyuyorum öyleyse varım gerçeğiyle karşı karşıyayız. İnsana dair bu ontolojik güvensizliğin politik karşılığının ise önümüzdeki süreçte daha da muazzam olacağı aşikar.

Bir kere virüsün politik olarak hallaç pamuğu gibi attığı şey varsa o da ulus devlet. Westphalya sürecinden bu yana ulus devleti bu denli sarsan bir başka tarihsel olgu herhalde hiç olmamıştı. Her ne kadar ulus devletlerin virüse verdiği en net tepki yeniden ulus devletin fabrika ayarlarına acilen geri dönmek olsa da virüs bütün ulus devlet sınırlarını kurşun gibi delip geçti.

Ulus devlet salgının kendi temellerini sarstığı ilk andan itibaren kendi sınırlarını tamamen kapatarak aslında kendini de komaya aldı ve koma haliyle temellerini yeniden keşfetmiş görünüyor. Öyle ki bütün vatan toprağı sahra hastanesine çevrildi ve akabinde ulus devletin başından uzman bir hekim olması talep edildi. Böylelikle ulus devlet felsefesine içkin “kutsal insan”dan (homo sacer) “hasta insan” (homo patient) aşamasına geçmiş bulunuyoruz.

Yaşadığımız şey bir anlamıyla devasa bir ulus devlet krizi, zira ulus devlet yurttaşına sadece ya izolasyon ya yoğun bakım öneriyor. Daha kötüsü ulus devlet, yurttaşları arasında seçme veya eleme yapmak durumunda kaldı İtalya örneğinde olduğu gibi, sürü bağışıklığı ile yurttaşlarını virüsle baş başa bıraktı İngiltere modelinde olduğu gibi.

Foucault’nun biyo-politika bahsinde söylediği gibi bir sahne yaşanıyor şu anda, kelimenin gerçek anlamıyla iktidar kimin yaşayıp kimin öleceğine karar veriyor. Ulus devletin aklı ve kurum felsefesi düşman üzerine kurgulanmış bir yapıya alışkındır, savaş üzerinden kendini gerçekleştirir. Bu sebeple Macron’dan Merkel’e hemen herkes düşman vurgusu yapma gereği duyuyor.

Fakat kabul edelim ki virüs düşman değil, bir terörist hiç değil, o bir hayalet. Virüs her yerde ve hiçbir yerde özelliğiyle ulus devletin bütün ezberlerini yerle bir etti. Yıllar önce Arendt “ulus devleti krize sokan şey devletsiz mültecilerdi” demişti, şimdi de tanımlanamayan ve ilacı bulunmayan bir virüs ulus devleti krize sokuyor.

Ulus devlet ilk kez bilmediği, görmediği, çare sunamadığı bir hayalet ile boğuşuyor. Bu sebeple ulus devletin üzerine temellendiği bürokratik rasyonelleşme çökme belirtileri gösteriyor. Weber’in altını çizdiği modern rasyonelleşme ve bürokratikleşme büyük bir bocalama yaşıyor. Ulus devlet çökmemek için vatandaşlarını öncelikle kendisinden başlayarak sokaktan, hastaneden uzak tutuyor.

Ulus devlet hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı. Kropotkin’in biraz da istihza ile çok önce söylediği soruyu bugün itibariyle yeniden sorma vaktidir: “devlet dediğimiz şu devasa makine neye yarar?”

Ne var ki ulus devlet girdiği her krizden güçlenerek çıktı, bu krizden de lokman hekim kodlarında daha güçlü geri dönebilir. Simmel’ci manada ulus devletin temelinde “ulus olma ilkesine duyulan güven ve inanç” vardır, eğer bu ilkesel inanışa halel gelirse bu durum ulus devletin solunum borusunu gerçek manada nefessiz bırakabilir.

Fakat şu bir gerçek ki ulus devlet virüs öncesi haliyle artık devam edemez hatta Avrupa Birliği gibi ne ulus devlet ne de konfederal devlet olan karma yapılar da bu haliyle devam edemez.

Virüsün komaya soktuğu bir başka gerçek ise küreselleşme olgusu. Sermaye usul ve esasları uyarınca dolaşıma sokulan bildik anlamıyla küreselleşmenin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Salgın küreselleşme ile ulus devlet mitinin kırılmakta olan en gergin döneminde peydah oldu. Virüs bir bakıma karşı küreselleşme yordamı izleyerek küreselleşme olgusunu modere eden ülkeleri gerisin geri sınırlarına hapsetti.

En çok da küreselleşme nimetinden pay alan devletlerin karşı küreselleşme atağıyla virüsün kendilerine bulaşmasını engellemek için derhal sınırlarını kapatıp, küreselleşme şalterini indirmesi ilgi çekici bir durumdu. Gelinen aşamada küreselleşme eğer olacaksa bunun yeni usul ve esaslarla devam edebileceğini öngörebiliriz.

Tüm bunlarla birlikte virüs, bilme biçimleri ve bilme sınırları ile ilgili olduğu ölçüde bilimi ve bilimciliği yeniden tartışacağımız bir eşiğe katkıda bulundu. Popper’e atfedilen “bütün bilimler kayan kum üzerinde durur” ifadesi herhalde şu sıra en çok tıp bilimleri için geçerli.

Ne var ki her ne kadar tıp bilimlerine şimdilik kızsak da istatistik bilimi şu ara en revaçta olan bilim dalı. Uzman bilgisinin derin bir krize girdiği bu ortamda geçici de olsa matematikte çare aradığımız sıra dışı bir dönem yaşıyoruz. Bilimin muazzam krizi ile birlikte bilimin yeniden geri dönüşünün aynı anda yaşandığı bir eşikteyiz.

Öte taraftan sosyal Darwinizm’in yeniden toplumsal bir norm haline gelip devasa meşruluk kazandığı bir eşikten geçiyoruz. Yeniden doğa yasalarıyla baş başayız şimdilerde. Bağışıklık sistemi güçlü olan kişi hayatta kalabilir anlayışı ırkçılığı ve öjeniyi kaçınılmaz bir şekilde yeniden canlandıracak görünüyor. Salgından sonra ırkçılığın tavan yapacağını ve bunun yeni bir kurban miti doğurarak güçsüzlere döneceğini bilmek için ezilenlerin tarihini bir parça okumak yeterli.

Sosyal Darwinizm fikrinin ilham verdiği siyasetlerin geçen yüzyıldaki bilançosunu hesaba kattığımızda iyimser olmak pek mümkün görünmüyor. Gönüllü köleliğin bir erdem olarak yüceltildiği, kitlelerin egemenden kendisini iyileştirmesini, sıhhat içinde korumasını istediği bir iklimdeyiz. Dünya hiç bu kadar hastane, devlet hiç bu kadar hekim önlüğü giymemişti. Platon’un ideası gerçeğe dönüşüyor şimdilerde fakat filozof kral olarak değil hekim kral olarak.

Salgın Demokrasinin ahlaki temellerini de sarsmış görünüyor. Ortalama burjuva-liberal demokrasinin ahlaki ve sınıfsal zemini de kaymış görünüyor. Siyasalın anlamı değişikliğe uğrarken, kitleden kaçış ölüm kalım meselesi haline gelirken, insanlar eve kapatılırken, tıp biliminin belirleyici olduğu etiko-politik bir evrende bilim kurulu vb. uzmanların yönetiminin gönüllü olarak talep edildiği bir hal ile karşı karşıya kalacağız bir süre.

Bütün bu tartışmayı toparlarsak karşımızda birazcık net olan fotoğrafı anlamlandırabiliriz artık. Bir kere kelimenin gerçek anlamıyla bildiğimiz dünyanın son günlerini yaşayıp bitirdik. Artık bilmediğimiz bir dünyaya adım atmış bulunmaktayız. Modernliğin eğer eylemden kaçınırsanız hiçbir riske girmezsiniz ideolojisinin sonuna geldik görünüyor.

Eylemsizliğin bizzat kendisi en büyük risk halini aldı zira. Daha da önemlisi yönetilebilir risk ile yönetilemeyecek ölümcül tehlikenin iç içe geçtiği benzersiz bir süreç yaşıyoruz. Daha uzun bir süre belirsizliğin fenomenolojisinin hem gündelik yaşamımızı hem de politik geleceğimizi şekillendireceği günlerden geçiyoruz.

Kapitalizmin insanlığı felakete sürüklediği klişesinin ötesine geçmemiz gerekiyor bugün. Belki de ‘Kapitalizm ve Şizofreni’ yazarına kulak vermeliyiz, “kapitalizmin üretmesini bildiği son kod faşizmdi” demişti, Deleuze. Fakat bugün itibariyle buna salgın olgusunu ilave etmemiz şart görünüyor ve bu haliyle virüs kapitalizmin organsız bedenine yeni bir örnek teşkil ediyor.

Ne var ki Kapitalizm ve Şizofreni teorisini bazı noktalarda gözden geçirmemiz şart görünüyor. Virütik salgından çok önce Deleuze, kapitalizm bizleri yaşam düzeyinde şizofren hale getirmez yalnızca ekonomik süreç düzeyinde şizofren yapar demişti. Ne var ki Covid-19 şu ana kadar Deleuze’ün dediğinin aksine bizleri en önce yaşam düzeyinde şizofren hale getirdi, öyle ki şizofrenik tepki bizi devletin gösterdiği reflekslerle neredeyse tamamen eşitledi.

Artık devlet gibi düşünüyoruz, hepimizin içine devlet kaçmış gibi davranıyoruz; sözgelimi herkesi potansiyel suçlu/bulaştırıcı görüyoruz, herkesi göz hapsinde tutuyoruz, OHAL hatta sıkıyönetim istiyoruz, yaşlıları ‘yürüyen virüs’ olarak görüyoruz.

Korona virüsünün bize gösterdiği en net şey modernliğin sonuçlarının eskisinden daha çok radikalleştiği ve evrenselleştiği dönemin sonuna geldiğimizdir. Şimdiye kadar modernliğin yarattığı fırsatlar, maddi ilerleme ve bunların radikal eleştirisi üzerine bina ettiğimiz düşünce dünyamızın da sonuna gelmiş olabiliriz. Belki de bundan sonra daha da yüzleşeceğimiz maddi gerçek modernleşmenin karanlık yönü olacaktır. Zira Parsons’un bize gösterdiği üzere modern toplumlardaki tedavül aracı artık yalnızca “iktidar ve dil” değildir, artık virüs de bir tedavül aracı ve korkarım bu daha başlangıç gibi görünüyor.

İlaveten modernliğin en büyük başarısı olan ve modern olanın merkez üssü olarak kodlanan kalabalık şehir mitosu salgın yüzünden büyük çöküş yaşıyor. Salgın bildiğimiz manada şehir ve şehirleşme süreçlerinin de sonunu getirecek görünüyor. Ezcümle modernliğin kitlenin içinde özgürlük ve güvenlik vaat eden paradigmasının sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Hülasa Benjamin’e aşina olanlar olarak bizler olan biteni nispeten temkinli karşılama şansına sahibiz. Zira aşağı yukarı yüzyıl önce tam da “ezilenlerin geleneği, bize yaşadığımız olağanüstü halin gerçekte kural olduğunu öğretir” diyordu. Bizler olağanüstü halin norm haline alışkınız, olağanüstü hali norm haline getirip bunun üzerinde tepinenler düşünsün şimdi. Covid-19 bir anlamda ezilenlerin işini kolaylaştırmış görünüyor.

Son iki yüz yıl içinde devrimcilerin kaleminden çıkan binlerce eser modern dünya sistemi için “artık böyle gitmez” tespitini doktrine edip duyurdu. Hiçbir kitap, hiçbir ideoloji, hiçbir vaiz Covid-19 kadar net, ikna edici ve doğrudan “artık böyle gitmez” gerçeğini insanlığa gösteremedi.

Bu andan itibaren ezilenlerin yapacağı tek şey daha iyi bir dünya vizyonunu bu enkazın üzerinden ikna edici olarak dillendirmek ve bunu salgın atmosferi içinde yardımlaşma ağları kurarak örmek olacaktır.

Aksi durumda La Fontaine masalındaki vebadan kurtulan hayvanların, vebanın suçlusu ilan ettiği kurban ritüeli yine ezilenlerin payına düşecek. Velhasıl en önemlisi tıpkı Thukydides gibi veba salgınından sağ kurtulan bir din adamının 17. yüzyıl metninde söylediği gibi “dün başkalarını gömenler bugün kendileri gömülüyor”.

***

/Aydınkaya’nın bu yazısı Gazete Duvar’dan alınmıştır…)
İlginizi çekebilir