Eyüp Ensari: Nisan Tezleri üzerinden Kürt meselesi 

I

Nisan Tezleri, Lenin’in doksanlı yıllarda çoğu yaşıtımın elinden düşmeyen bir kitabıdır. Kitap taşıdığı sorunlar ve sorduğu sorular açısından hala günceldir. Alaın Badıou, 20’inci Yüzyılın iki devriminden (Rus ve Çin) söz ederken bu kitabı esas alır. Badıou için Nisan Tezleri salt “siyaset” içerir. Badıou, Rusya’da iktidarın ele geçirilişini aşağı yukarı olsa devrim diye adlandırabiliriz diye ifade eder, savunur. Bu tanım “totaliter”, “diktatör” gibi imalarla da gelişir ama sonuçta devriminin “gelecekteki insanlığın şanı için dikilmiş bir anıt olduğunu göstermek gerekir” der.    

Badıou’nun büyük ihtimal tanımları, Petrograd’daki Kışlık Saray’ın basılması ve Çarlık Rusya’sı resmen yıkılmasıyla yaşanan olumsuzluklardır. Örneğin Toprak Kanunu’yla toprak üzerindeki özel mülkiyet kaldırılır. Tarım, kolektifleşir. Çalışma süresi sekiz saatlik iş gücüyle güvence altına alınır. Özel mülkiyet yoktur. Bu kimi sorunları da beraberinde getirir. Para yoktur ama onun yerine karne gelir. Kentleri ve askeri korumak için tahıllara el konulur, binlerce insan yol inşaatında çalıştırılır. Ekonomik cephe budur ve herkes bu cepheye omuz verecektir. Karşıt görüş de yoktur, olanlar cezalandırılır. Bunlar, olumsuzluklardır. Bunun yanında aşağıda anacağım tek partiye dönüşüm, muhalefetin reddi gibi sorunlarda vardır. 

Nisan Tezleri, el yazmalarından öğrendiğimiz kadarıyla sıkça yazılmış, sıkça üzeri çizilmiş bir metindir. Tezlerin arka planı muazzamdır. Köylü kesimin haklarını iyileştirmek için bir dizi Köylü Reformu (1861) hazırlanmış ve buna göre bir toprak düzenlenmesi yapılmıştır. Bu reform sonucu köylülere toprak verilmez ama toprağı kullanma hakkı verilmiştir; toprağın sahibi asillerdir. Köylüler, verimsiz topraklar için asillere bedel öder; kimi zaman ektikleri kendi masraflarını çıkartmaz, bu sefer borçlanırlar. 

Yaklaşık kırk yıllık zaman dilimini kapsayan bu süreç I. Dünya Savaşı’yla birlikte yeniden ele alınır. Rus Çar’ı II. Nikolay, İstanbul’u almak için savaşa girer. Ancak ordusu zayıf, silah ve cephanesi yetersizdir. Bunu artırmak için orduya asker toplar, kimi köylüler, salt tayin için cepheye gider. Bu sefer başka bir sorun çıkar. Tarım alanı boşalır. Asiller de savaşa gitmezler. 

“Savaş” diye bildiğimiz yoksulların öldüğü, zenginlerin de ün ve ödüllere boğulduğu bir yer olarak işler. 

Kanlı Pazar’ın (Ocak, 1917) yıldönümünde pek çok köylü savaşı protesto eder. Temel sorun açlık sınırıdır. Patesburg’un bütün köşeleri açların göz bebekleriyle dolar. Hayat felç olur. Fabrikalar kapanır, yiyecek içecek stokları tükenir. İşçiler grev yapar. Grevlere asker/ordu müdahale eder. II. Nikolay tahtını bırakır, çarlık yıkılmıştır. Bu arada Lenin, Zürih’ten kalkan Mühürlü Tren’le yola çıkar. Nisan Tezler’i, büyük oranda tren yolculuğunda yazılmışlardır. Geçici hükümet şu ana kadar iki başbakan çıkartmıştır.

Lenin’in yolculuğu ise zordur. Bütün ülkeler savaştadır. Bu yüzden Lenin, kimileri tarafından Alman casusu olarak da karalanır. Nisan Tezleri şu ana kadar olanın bir burjuva devrimi olduğu ama asıl olan sosyalist devrim olması gerektiği üzerinedir. Bunun yanında Bolşevik Parti’nin izlemesi gereken yolda bu tezlerle dile getirilir. Leninizm’in bu tezlerle gelişir. Ekim’e bu tezlerle varılır.

Temel amaç Geçici Hükümet’le hiçbir koşulda uzlaşılmaması yönündedir. Burada Lenin’in ikili iktidara sıkı bir muhalefeti dikkat çeker. Buna göre, “Şubat Devrimi sonrasında ortaya çıkan Geçici Hükümet ve Sovyet bir arada olmalıdır” ifadesine Lenin karşı çıkar; ikili iktidar halkın seyirci kalması anlamına gelir, bütün kesimler tek partide ifade edilmelidir; çünkü amaç komünist bir toplumdur.  

Tezlerin önemi, bir devrim olmasıyla sınırlı değildir. Bir yıl içinde “iki devrim” olmuştur. İlk devrim, burjuvazinin karakterini yansıtır, olması gereken sosyalist devrimdir. Bir devrimin bir başka devrime dönüşümü tezlerin ışıltısıdır. 

Tezler, 4 Nisan 1917’de partinin yayın organı Pravda’da yayımlanır. Tezler özetle şöyledir. 

Bir, Geçici Hükümet burjuva karakteri taşır. Bu hükümet hiçbir koşulda desteklenmemelidir. Birinci Dünya Savaşı, emperyalist bir savaştır. 

İki, İşçi sınıfının yeterli olmayan sınıf bilinci ve örgütlülüğü nedeniyle iktidar burjuvazinin eline geçmiştir. İktidar, işçi sınıfının, köylü sınıfın ve yoksul emekçi kesimin eline geçmelidir. 

Üç, Sosyalist Devrimci Parti, küçük burjuva oportünist partilerin burjuvaziye yaranmaya çalışmaktadır.  

Dört, Oluşturulan parlamenter cumhuriyet geri bir istektir. Bunun yerine ülkede tabandan örgütlenen işçi, köyle vekilleri cumhuriyeti kurulmalıdır.

Beş, Polis, ordu ve bürokrasi dağıtılmalı. Yetkililer seçimle başa gelecek ve her zaman değiştirilebilecektir, maaşları ortalama bir işçinin ücretini geçmeyecektir. 

Altı, Toprak sorunu, Sovyetlerin gündemine taşınmalı, bütün topraklara el konulmalı, toprak kamulaştırılmalıdır; topraklar, köylü vekillerce hak sahiplerine dağıtılmalıdır. Sovyetler denetiminde çiftlikler kurulmalıdır.

Yedi, Bankalar, ulusallaşmalı, hepsi birleşmelidir. 

Sekiz, Parti, acil gündemleri görüşmesi için kongre yapmalı, toplantılarda iki husus talep edilecektir: Emperyalist savaş konusunda parti programı değişmelidir. Savaş öncesinde sosyalizme ihanet edenler ve burjuvaziyi savunanlardan ayırmak için partinin ismi Komünist Parti olmalıdır.

Dokuz, Sosyal demokratların örgütlenmesine karşı, yeni bir devrimci enternasyonal oluşturulmalıdır.

Dikkat edilirse tezlerin ilki savaştır. Rusya dışta ve içte savaş halindedir. Halkın bu savaşta hiçbir çıkarı söz konusu değildir. Halk, bu savaşta sadece ölmektedir. “Çünkü” der Lenin bu savaş, hükümetin kapitalist niteliğinden dolayı emperyalist bir amaç güder. Birinci Dünya Savaşı bir cephe değildir; güçlerin, fetih savaşlarıdır, sömürge savaşlarıdır, bölüp parçalama savaşlarıdır. I. Dünya Savaşı yağma ve beraberinde gelişen şovenizm savaşıdır. İkinci tez, eşitlikçi bir önem arz eder. Üçüncü tezde, bu eşitliğin temeli geliştirilir:

Geçici hükümet desteklenmeyecek. Dördüncü tez, eleştiri içerir; hatalar hakkında açıklama- özeleştiri önerilir. Beşinci tez, bürokrasiyle ilgilidir; memurlar, seçimle, halkın güvenoyuyla seçilmelidir. Altı, yedi ve sekizinci tezler kapitalizmin aşılmasını önerir, sermayenin finans gücünün kırımı gibi. Dokuzuncu tezler parti içiyle ilgilidir; demokrat yoktur, Komünist Parti vardır. Acil olan tek şey ise tek cümledir: Komünizm. 

II

Türkiye, kuruluş bildirisi ve bugünlere yansıyışı biçimiyle iki partiye ev sahipliği yapar; ilki İttihat ve Terakki (1889- 1918), ikincisi Kuvayi Milliye’dir (1918- 1921). Bu iki örgütten bir dizi parti çıkmıştır. Bu iki örgüt, yarı silahlı güçtüler. Kürtler de bu iki partide “kurucu unsur” olmuş, yönetim kademelerinde yer almışlardır. Altmışlı ve yetmişli yıllar boyunca Kürtlerin yer altı örgütleri vardı, doksanlı yıllarda ise Kürtler, kimliklerini vurguladıkları kimi partiler kurdular.

HDP bunlardan biridir, Türkiye’nin de bugün üçüncü büyük partisidir. HDP yerel yönetimler babında, bölgedeki pek çok belediyeyi almıştır. Belediyeler, dayatılan yaderkliğe karşı yarı özerklikle eş değerdir. Bugün belediyelere kayyum atanmıştır. Anlaşılan Türkiye konuşacak, tartışacak bir yerde değildir daha. Doğasıyla, sorun yine gündelik siyaset içinde eritilmiş, ertelenmiş, gelecek kuşaklara bırakılmıştır.  

HDP, Türkiye’deki diğer halkları kapsayan, önemli oy potansiyeline sahiptir ama bunun yanında en fazla Kürt bakan ve milletvekili çıkartmakla Kürt meselesini bir sayan, sonuç alınmasa da bir çözüm süreci başlatan AKP de vardır.

Soru şudur; sorun, Kürtlerin temsiliyse, Meclis’te en fazla Kürt vekil, AKP’de yer alıyor; yok, eğer, sorun Kürt sorunuysa, bunu en fazla HDP dile getiriyor. Sorun Kürtçeyse, örneğin AKP’liler Dersim’de Kürtçe, HDP’liler Türkçe konuşuyorlar. Çelişki ise şu: AKP, Kürtçe konuşarak Dersim’de iki belediyeyi alıyor. Dersim’in “komünist” belediye başkanı da Türkçe konuşarak oy topluyor. Öte de ise göz ardı edilmeyecek bir hareket vardır: PKK. 

PKK, sadece olumsuz eleştirisi Türkiye medyası tarafından kabul edilen bir harekettir ama diğer yandan Türkiye’nin bütün komşuları ve hatta Amerika ve Avrupa dahil, Kürt meselesi ve sosyalizm bahsinde dikkat çeken bir siyasal yapıdır.

Çin (1949) ve Latin Amerika (Küba, 1959) üzerinden gelişen gerilla imgesiyle, sosyalizmi; kadın hareketiyle feminizmi, Kürt meselesiyle en az dört ülkenin siyasal denklemi içinde/ dışında ama her koşulda, olumlu ya da olumsuz temel aktörlerdendir. Kürt meselesi konuşulurken temel öznelerdir biridir. Silahlı bir güç olması onu diğer siyasal yapılardan ayırt eder.

PKK farklı din ve dil guruplarından gelen kimselerden oluşur. Kürt orda Kürt değildir, Türk orda Türk değildir; herkes, PKK’lidir ve herkes orda, sosyalizmin verdiği ısrar üzerine, öncelikli olarak Kürtlerin özgür, eşit ve adil kavgasını destekler. Öcalan’ın ifade ettiği gibi, kendisi dahil herkes, Kürt olduğu için burada değildir, sosyalist olduğu için buradadır. 

Türkiye’de faaliyet gösteren partilerde PKK’nin etki alanı içindedir. Yaklaşık 20, 25 milyon Kürt, tercihlerini kullanırken PKK’yi göz ardı etmez. Sol ve sosyalist partilerde denklemlerini kurarken PKK’yi göz ardı etmezler. Eleştirel olarak PKK, herkese bir düşünce, siyasal olarak bir karar metni verir. Bu metin legal siyaseti de etkiler.

PKK’nin ister kabul isterse ret edilsin bir kitlesi vardır ve bu kitle, Kürt partilerini, Kürtlerin yoğun olarak bulunduğu diğer partileri tercih eder. Bunun yanında Kürt meselesine sahip çıkma babı da önemlidir. 12 Eylül sonrası Kürtler ANAP’ı, daha sonra AKP’yi desteklemişlerdir; CHP ise 1977’den sonra bölgede yok denecek düzeydedir.

Bugün de denklem çok fazla değişmemiştir. Kürtler, vekillik düzeyinde en fazla AKP ve HDP görülmektedir. Bu siyasi manzara karşısında Nisan Tezleri, Kürtler için uyarıcı niteliktedir. 

Nisan tezlerinden biri şuydu: “İşçi sınıfının yeterli olmayan sınıf bilinci ve örgütlülüğü nedeniyle iktidar burjuvazinin eline geçmiştir. İktidar, işçi sınıfının, köylü sınıfın ve yoksul emekçi kesimin eline geçmelidir.” 

Bu ve diğer tezleri HDP üzerinden yorumlandığında, tezler günceldirler. HDP, salt bölgede yaşayan ve “yığınlara” hitap eden bir parti değildir artık. Türkiye’nin büyük şehirlerinde de söz sahibidir, hatta yerel yönetimlerde belirleyicidir. “Köylü” ve “yığın” olma özelliklerini, çoğu kimse tarafından kabul edilmezse üzerlerinden atmışlardır. Tercihleri HDP yönündedir.

Kürtler, artık bilinçsiz yığın ve yetmişli yılların AP ve CHP’si için ucuz oy deposu olmaktan çıkmışlardır. Hatta HDP’ye rağmen HDP’ye oy veren, destekleyen geniş bir kitle vardır. HDP’de bunu bilir, yansıtır. Ama HDP üzerinden Kürt ve sosyalistlerin “temsil hakkı” büyük oranda burjuvaziye verilmiştir.

Bu kesim her fırsatta Kürtlerden söz eder ama bir öcü gibi de Kürt meselesinden korkar. İsim ve örnekler vermek burada boşunadır. Lenin’in sözünü ettiği, iktidar işçi sınıfının, köylü sınıfın ve yoksul emekçi kesimin eline geçmelidir ifadesi, en çok Kürt ve sosyalistler için geçerlidir. Ama bu salt kadro ve yetki üzerinden, komiser yetiştirmek anlamına da gelmemelidir. HDP’nin bu anlamda yükü ağırdır. 

Lenin’in tezlerde ifade ettiği geçici hükümetler can alıcı bir sorun olarak Kürtler için de geçerlidir. Hükümetler değişmektedir ama Kürt sorunu, yaralayıcı bir ifade- “sorun” olarak sürekli varlığını korumaktadır ve bu bir tek işe yarmaktadır: Savaş zenginlerine. Savaş en büyük felaket olduğu gibi büyük bir geçim kaynağıdır da; ucuz iş gücünden, eğitim ve sağlığa kadar bir fırsatçılar yığını siyaset meydanını ve hayatı ele geçirir. Salt Kürtlerin mağduriyeti üzerinden devasa bir avukat sermayesi/ tasarrufu vardır.  Burjuva partilerinde müttehitler ne ise Kürt siyasetinde avukatlar odur. 

Burjuvazi, en can alıcı vuruşu, davanın savunanı durumunda bile olmayanlara verilmesiyle vurur, buradan güç alır. Avukatım, doktorum, param var, biraz da Kürt meselesiyle ilgileneyim deyip telef olmuş bir sürü “demokrat” vardır.  

Kürt sorunu bağlamında Türkiye’deki bütün partiler, geçici hükümetlerdir.  Geçici olmayan tek parti var, o da HDP’dir. Siyasal anlamda en büyük çözüm gücü de ondadır.   

Tezlerden diğeri “Sosyalist Devrimci Parti, küçük burjuva oportünist partilerin burjuvaziye yaranmaya çalışmaktadır.”

HDP, ittifak arayışlarıyla yalnızca burjuvaziye yaranıyor. Öcalan’ın söylediği ama göz ardı edilen, Kürt medyasında hatırı sayılır birkaç makale bile yazılmayan “üçüncü yol” önerisini de burada anmam gerek. En takdir edilen ve dişe dokunan Ekrem İmamoğlu bile en küçük bir meselede Kürtlerin indirimli satışına çıkmıştır. İmamoğlu, bölgeye gitmiş, poster dağıtmaktan ileri gidememiştir.

Öte yandan belediyeler salt iktidarı hedefleyen araçlar değil, ekonomik birer amaçtırlar. İhale ve ekonomik kapılar Türk ve Karadeniz eksenine kayarken, Kürtlere reva görülen tek şey yine contacılık olmuştur. Bir kabul değil ama bir kıyaslama olsun diye belirtmekte yarar var; Tayip Erdoğan, belediye başkanı olduktan sonra Kürtler, danışman, müdür ve pek çok ihale sahibi olmuşlardır. İstanbul nüfusunun nerdeyse dört birine sahip olan Kürtlerin, birinci ligde oynayan bir futbol takımları bile yoktur. HDP’li birilerine o kadar oy verdik, İmamoğlu’ndan bir takım isteyin, Kürtler kahvelerde çürüyor dediğimde bana verdiği yanıt şu olmuştur: Aramızda halı saha maçları yapıyoruz! 

Kürtler, CHP’ye yaranmadılar. CHP, iktidar söz konusu olunca, tarihsel kökleri itibariyle can alıcı vuruşlar yapar. CHP bugün bile, Kürtler ve Kürt meselesi söz konusu olduğunda AKP’nin karşıtı, muhalifi, muhalefetin sesi değildir; AKP’nin tamamlayıcısı durumundadır; AKP’nin önüne koyduğu bütün tezkereleri doğru ya da yanlış tartışmadan, imzalamıştır. 

Oportünizm bağlamında HDP üzerinden bileşenler dikkat çekicidir. Bileşen ilk başta fizik ve kimyayla ilgilidir; kuvvet bildirir; bir özdeği oluşturan kimyasal bileşimi bildirmek için gerekli kimyasal türlerden biridir, amaç yalın bileşiklerdir. Bunların yanında bileşen alt gurup demektir, element ya da alt gurupla bir karışım elde edilir. Dilbilgisi ve felsefe üzerinden bileşen tam-deyimdir; ya kendisi ya anabileşeni ya anabileşenin anabileşeni, anabileşenin anabileşeninin anabileşeni…

Bileşen katkı maddesi gibi anlamlarda içerir. Felsefe ve edebiyat üzerinden bileşen azınlık bildirir ve bu az, yersiz yurtsuzdur, tıpkı sermaye hareketi gibi bir yere sabitlenmeyendir, yaşamak için tek dilin içine bir başka dil yerleştirir; ikili dil sistemini hiç farkında olmadan yaşar, ikili dil, onu iktidarın denetiminden kurtarabilir, hatta o bu dile bazen sığınır. Bu Kürtler için geçerlidir ama siyasal anlamda HDP içindeki bileşenler için bu, söz konusu bile değildir.

Çünkü, bir yere kadar bileşen vardır, bir yerden sonra bileşen kendi aslını aramaktadır; HDP, onun için köksap değildir: Köksap, özne ya da nesneye bir süreliğine sabitlenir ama birliği ve bütünlüğü söz konusu olunca, kendi çokluğunu arar. Şimdi yaptıkları ise kendine bir sabit düzen aramadır, özneyle sadece bağlantı söz konusudur. Bu yüzden her mesele dilbilgisine indirgenmeye başlamıştır.  

HDP içindeki bileşenden kasıt dinsel azınlıklar ve sol siyasi guruplardır. Dinsel olarak kasıt Alevi ve Yezidilerdir. Halk ve din bağlamında ise Ermeni ve Süryaniler ilk akla gelenlerdir. Çokluk ise açıktır, Suni ve Kürt kesimdir. Bunun yanında ağırlığı ve hacmi olmayan ama salt adı olan kimi guruplarda bileşene dahil edilmiştir.    

HDP, Kürtler ve Türkler bağlamında, Kürtlerin kurucu unsur olduğunu söyler. Öte yandan bileşen ve kurucu unsur iması hiçbir koşulda birbiriyle bağdaşmaz. Kurucu, oy istenilen Ermeni, Rum ve Yahudi’yi dıştalar. Cumhuriyet’in Kurucuları bunlara tahammül etmeyendir. Hatta kurucu ifadesi inciticidir, aşağılayıcıdır. HDP, tahammül edilmeyenlerin partisi olma yolunda, durumundadır. Tarihseldir, bilinir ilk iki Meclis’te kurucu diye bildiğimiz kimseler, ya Ermeni katliamlarını yapan ya parmağı olan kimselerdir. 

Buraya bir suç ve sorumluluk halesi de düşer. HDP, toplumsal hafıza ve birlik ve beraberlik söylemlerinin içinde Karl Jaspers’in ifade ettiği, “suçlar işlenirken eylemsiz bir şekilde seyirci kaldığım” için de suçluyumdur diyen bir kimlikle halk kaşlısına çıkar, temsil yetisini güçlü kılar. Dahası, suçların büyüğü de metafizik olanıdır; dayanışma bağımın gevşekliğidir, basit bir yaşam uğruna göz yumduklarımızdır, işkence yapılırken kulaklarımızı tıkadığımız dar zamanlardır; özcesi bu hal, “kurucu” fiiliyle suçun sürdürülmesidir.

Özür dileme gibi fiillerde bu yüzden yavan kalmaktadır. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların imgesi de burada yerini usulca, şimdi bütün dünyada ve Türkiye’de her şeyimizi kaybedebiliriz gerçeğine bırakmıştır. Antonio Negri’nin iması da bu anlamda dikkate değerdir:“Güle güle Bay sosyalizm!” 

Negri’nin iması şuydu: Sosyalizm, “eşitlikçi kolektif” yerine “dayanışmacı” organik bir cemaat önermeye başlamıştır. Sahici sosyalistler, ezilen ulus ve işçi sınıfı babında HDP’nin yanında olmak durumundadır. Bu tarihsel/ sınıfsal bir görevdir. Dayanışma vekil çıkartmak değildir; dayanışma, ezilen ulus ve işçi sınıfına omuz veriyor diye HDP’nin yanında olmak, kolektif bilince sahip çıkmaktır. Kolektif bilinç ve sorumluluk Hannah Arent’in söylediği gibi “(atalarımızın) başarılarından nasiplendiğimiz gibi günahlarının sorumluluğunu” üstlenmek halidir. Amma ille de bir ittifak söz konusu olacaksa bu da eşit olmalıdır.    

Tezlerin dördüncüsü de yine Kürtlere dokunur: “oluşturulan parlamenter cumhuriyet geri bir istektir. Bunun yerine tabandan örgütlenen işçi, köylü vekilleri cumhuriyeti kurulmalıdır.” Bugün herhangi bir HDP binasına gitmek bile sıkıntılıdır. Devletin baskısıyla her şeyi örten ve bunu yaşam aracı haline getiren, salt başta kalmak için, baştan sona binaları kendi sesiyle donatan bir oportünizm ağı vardır; bunların dertleri, aile gururları ve kişisel onurlarını parti üzerinden restore etmektir. HDP’yi, dini ve milliyeti hiç fark etmez, HDP’li olan kimseler temsil etmelidir. Kürtlerin basını da bu anlamda manidardır. 

Batman’daki bir tecavüz meselesini, “kızını dövmeyen dizini döver” diye yazan köşe yazarları elbette Kürt meselesine uzaktırlar; elbette ki yılışıklıkla ayaktadırlar, elbette ki sosyalistte değillerdir.    

Tezlerin beşincisi “Polis, ordu ve bürokrasi dağıtılmalı. Yetkililer seçimle başa gelecek ve her zaman değiştirilebilecektir, maaşları ortalama bir işçinin ücretini geçmeyecektir.” 

HDP geniş bir bürokrasi ağı yaratmıştır. Bu ağ yüzünden, HDP can alıcı meselelerden uzak bir yere düşmüştür. Yaratılan komisyonlarla, bir sorun diğerinden ayrılmamıştır; bir sorun adeta diğerini örtmek için vardır. Kadına şiddet konusunda, en geride seyreden parti HDP olmuştur. Dini azınlıklar, halklar içinden çıkılmaz bir yumağa dönmüştür.

Güncel olan Azeri, Ermeni çatışmasında HDP, külahını önüne koyup düşünmelidir. Azeriler, iki devlet bir millet sloganı attılar. Ermeniler ise sanki akrabalarımız değildi. Her 24 Nisan’da günah çıkartan yazı ve yorumlar yapmıyorduk. Annem, büyükannem Ermeniydi ifadeleri boşlukta kaldı, anlaşıldı; popülerdi, artık onlar biz değildik, folklorumuzun, edebiyat ve sinemamızın konularıydı, bu kadardı.     

Tezlerin altıncısı siyasetin unuttuğu bir şeylere dikkat çekmek içindir sanki; Toprak sorunu, gündemden düşmüştür. Çiftlikler kurulmalıdır, Kürtlerin kendi aralarında bile olsa mülkiyet duygusu dışına çıkmaları sağlanmalıdır. Topraksız köylülere toprak verilmelidir. Tarım ve hayvancılık canlandırılmadır. Zenginlik paylaşılmalı, yoksulluk politika konusu olmamalıdır. Toprak ulusallaşmadıkça Kürt milliyetçilerinin devlet söylevleri bile yavan kalmış, folkloru aşmamıştır. 

Sekizinci tez savaşla ilgilidir. HDP’nin savaşla ilgili “barış” ifadesinden başka bir önerisi yoktur. Savaşa karşıtlıkta polis baskısı olmazsa görülmez ölçektedir. Savaşın derin kapitalist niteliğiyle ilgili bir manifestosu yoktur. Savaş iki taraf arasında olur. Günümüz teknolojisinde savaştan çok, silahların ve silah fabrikalarının rekabeti vardır. Öte yandan savaş erkek dilidir. Dilin altında ise her zaman bir alay vardır. Biri diğerini küçük görerek yok etmeye, gözden düşürmeye çalışır.

Muhalefet, fikirle yapılır, lakayt dil, hiçbir zaman fikrin dili olmaz. Ses tonu, ağzımızdan çıkan kelimeler, jestlerimiz bile bir anlam içerir. Çözüm süreci, denendi, bitti; taraflar için geçmiş bir zamanda yoktur. Samuel Beckett’in etkilendiği ve bir tekerleme gibi yinelediği “tekrar dene, tekrar yenil, daha iyi yenil” sözüne ilham olan Lenin’in “Yüksek Bir Dağa Tırmanmak Üzerine” adlı makalesinin bir bölümüyle bağlayabiliriz artık, hiçbir şey geç değildir:  

“Aşağıdan gelen sesler art niyetli bir sevinçle çınlıyor. Hiç gizlemeden kıkır kıkır gülüyor ve acayip sesler çıkarıp bağırıyorlar: “Şimdi aşağı yuvarlanacak, oh olsun! Böyle bir çılgınlık yapmasaydı!” Diğerleri sevinçlerini saklamaya çalışıyor, aynı Yuduşka Golovlev gibi yapıyorlar; gözlerini kederle göğe dikip şunları söylermişçesine inliyorlar: “Ne yazık ki endişelerimiz doğrulanıyor! Bütün ömrümüzü akıllıca bir planla bu dağa tırmanma hazırlığına harcamış olan bizler, tırmanışın planımız tamamen hazır oluncaya kadar ertelenmesini istemedik mi? Şimdi bu çılgının bizzat vazgeçtiği (bakın, bakın, geri döndü, iniyor, bir arşın ilerleme olanağı bulabilmek için saatler harcıyor! Biz ölçülü ve tedbirli olunmasını istediğimizde bize ne sözler sarf etmişti!) bu yola karşı biz böylesine hararetle itiraz ettiysek, bu çılgını böylesine şiddetle kınadıysak ve herkesi ona özenmeme ve yardım etmeme konusunda uyardıysak, bütün bunları sadece, bu dağa tırmanma yüce planına duyduğumuz bağlılıktan dolayı, bu yüce planın genel olarak gözden düşmesini engellemek için yaptık.”

 

İlginizi çekebilir