Cavidan Rawer: Tanrının yorduğu kadınlar- 2

Hayatı, ilk annemin gözyaşlarıyla karşılamış, annemin gerçeği karşısında hayata uyanmış küçük bir kız çocuğuydum. Sadece anneme değil, kalabalığa da uyanmıştım…annemden sonra tanıyacağım başka başka yorgun kadınlara…. Meğer ben neresinden bakarsanız bakın yorgun bir coğrafyada, yorgun bir evde, yorgun bir aileye doğmuşum…

Sanki üzerimde dolaşan bulutlar beni terk etmiş, hayatımdaki sis perdesi bir anda kalkmıştı. Ötesini, öncesini düşünüyorum….Niye o gün annemin çektiği acıdan süzülen gözyaşlarıyla uyanmıştım ki…?

Uyandım…

Bir sahnenin kalkan perdelerinin altında, ışıklar üzerime süzülüyor adeta. Sahnedeyim işte…Derin derin nefes alıyorum, bütün benliğimle tüm yaşanacakları biliyor ve hissediyorum…

O günden sonra hayat koşmaya başladı bende, durmaksızın… Bu yazıları bile durmaksızın akan hayatımın, metro yolculuklarındaki gidiş – dönüş arasında kalan, o kısacık mola anlarında yazmaya başladım.

Annem acılı yüreği ve dinmek bilmeyen gözyaşları içinde babamla birlikte gitmişti. Kaç gün olmuştu hatırlamıyorum, yola revan olmalarının üzerinden ne kadar zaman geçti bilemiyorum…Fakat döndüklerinde yanlarında bir çocuk vardı. Annem ve babam yüklerine bir yük daha eklemeyi göze alarak geri dönmüşlerdi.

Adı Hasan’dı. Teyzemin oğluydu..
Hasan ateşti.
Hasan asabiydi.
Hasan haylazdı.

Hasan hırslıydı. Ve bütün bunlar onun çok zeki olmasından kaynaklanıyordu. Ne var ki zekâsını deyim yerindeyse kıskançlığına kurban ediyordu.

Sonunda her çocuk gibi zamanla Hasan da büyüdü. Ben oyun çağındayım.. Abim Hıdır ve Cemal ile mahalle aralarında oynuyoruz.

Ben evcilik, onlar mahallenin diğer çocuklarıyla kovboyculuk oynuyorlar. Bazen oyunları için dönemin siyasi atmosferine uygun senaryolar yazılıyor ve herkes o senaryoya göre oyun kuruyordu. Bir grup  faşist oluyordu, bir grup da devrimci…Devrimciler mahallede saklanıyor, faşistler onları arıyordu.

Yaz kış sokaktayız…

Hafızamda Hasan ve abim Hıdır var. Cemal silinmiş hafızamda…O dönem bizden küçük olduğu için okul hatıralarının arasında yok.
Benden önce doğan iki erkek, bir kız çocuk daha var.  Annem ara ara hafızamda yer buluyor fakat en çok o döneme bizimle alakadar olan ablam daha ağır basıyor.

Ablam genç bir kadın edasıyla mahallenin kızlarıyla gizli gizli konuşuyor. Küçük halimle edasında bir kadınlığın öne çıktığını anlıyorum. Belki de buna sebep bana oranla büyümüş, dik duran ve adete ben buradayım diyen memeleri…

Ablam aşık olabilir mi, diye aklımdan geçiyorum bir an. Bilmiyorum, bildiğim ablamın bizimle son zamanlarını geçirip bizimle ilgilendiğiydi.

Ablam dışarda kardeşimi bir leğenin içine oturtmuş yıkıyordu. Kardeşim gözüne sabun kaçmasın diye gözlerini öyle kapatmış ki, ablam ha bire başından aşağı su döküyor. Su pipisinden öyle bir geçip kendine bir yol buluyor ki tüm dikkatimi çekiyor.

Yine hafızamı zorluyorum annem yine yok!

Hafızama annem ile babamın odun kütüklerini istifledikleri o kare geliyor. Çünkü babam resmi olarak orman işletmesi kurumunda bekçi olarak görevli memurmuş. Annem de babama yardım amaçlı onu yükünü almış, sabah kalkıp onunla işe gidiyormuş…Bunu büyüyünce bazı parçaları kafamda yerli yerine oturtunca anladım.

Babam bir kavgada bacağına aldığı bir darbe sonucu bastonla yürümeye mahkum kaldığı için annem hamileyken bile doğum yapana kadar babamın yükünü hafifletmek için onunla odun toplamaya gidermiş. Bütün gün dışarda olan annemin çocuk hafızamda o dönem neden az yer aldığını büyüyünce algılayabildim.

Gülerek anlatırdı annem…

“Ben demesem  anlamazdı ki kimse hamile olduğumu…”

Yıllar sonra anlatacaklardı ablalarım yakınma diliyle, “Ma sanki anne mi iş yapıyordu evde. Bütün iş bizim başımızdaydı hepiniz küçücüktünüz biz büyüttük…”

Babam ilk eşi ölünce ikinci defa evlenmiş. İlk eşinden 4 kız 1 erkek çocuk dünyaya gelmiş…

Demek onlar küçük annelermiş. Demek onlarda çocukluluklarını  yaşamadan, okuyamadan babalarıyla çalışan bir annenin sonradan olan çocuklarına bakarak yorgun argın evleneceklerdi.

Yıllar sonra çözdüm ki hangi abla kime daha çok bakıp büyütmüşse, o kardeşle daha sağlam, daha yakın bir bağ kurmuştu. Büyüdüğümde bu bağı daha  iyi gördüm.

Bir gerçeğe uyandığımdan beridir hayatımda hiçbir şey yavaş gitmiyor….

Çocuk aklımda birileri geliyor, birileri durmadan gidiyordu.

Birileri bana “Almanya’dan ablan geldi” diyor, sonra da gelen ablam birden gidiyor….

Bir adam ile bir kadın geliyorlar, “abimle yengen” diyorlar. Yengemin karnı burnunda. Beyaz giymiş yengem. Skarpinli ayakkabıları, örgülü kalın çorapları hala aklımda…

Derken yine gidiyorlar…

Kafamın içindeki bu görüntülerin sıralamasını hala bilmiyorum. Hangi olay hangisinden önce ya da sonra yaşanmıştı? Kafam karışık. Arada bazı kardeşlerim geliyor akılıma sonra niye yoklar…

Misal ablam vardı okula ikna etmişti beni, yok oldu sanki… Ve birden hop bir sahne aklıma geliyor, ablam Almanya’ya gitmiş dönmüş ve istemeye gelmişler! Sonrası yine yok…

Başka bir ablam geliyor, iki kızı var, büyük kızıyla aramda bir yıl var. Babam kızına sarılıyor. Dev gibi bir adam rahat 1.90 var, ablamın ayakları yerden kesik. Babam tek koluyla kavramış ablamı gökyüzünde uçuruyor sanki. Kaç defa döndüler semaverler gibi… ikisini seyrediyorum öylece. Nasıl muhteşem bir kavuşma… Gökyüzü masmavi. Mevsim yaz mı acaba ? Evet kesinlikle yaz. Hangi yaz bir önceki mi ?

Babam kızını dizine oturtuyor. ( Ablam babamın sevgili kızı) Hitabı öyle; ”sevgili kızım” diye mektuplar yazardı…. Gelip giden bu insanlar, ablalarım abim, evlenmişler, çocukları var, o çocuklar annemin çocuklarıyla eşit yaşta….Önce yeğen doğuyor, bir ay sonra amcası…

Bir anda kendimi okul döneminin içinde buluyorum. Okula gitmek istemiyorum ama mecbur tutuyorlar…

Annem orda mıydı bilmiyorum ? ( Anne sen neredesin acaba ya..!!! ) Çok ağlıyorum ve korkuyorum.

Ablam, evet ablam beni ikna etmeye çalışıyor. O tanıdığım en sevgi dolu kadın. Yıllar geçtikçe onu hepimizin üzerindeki etkisini daha iyi anlıyorum. Hepimizin hayatına güzel dokunuşlarla derin izler bırakmış.

“Bak okulda televizyon var, oyuncaklar var” dedi.

Çok direndim fakat, televizyon beni ikna eden sihirli kelime oldu…

Ahhhhh… o televizyon..!!! Yuvarlak içinde kareleri olan ortasında TRT yazan. 2 saat program için bir saat siren sesi ve her gün İstiklal Marşı.! Kim bu eziyeti kendine reva görür?  Görür…Ben…

Ajda Pekkan … “Aman petrol,  canım petrol, artık sana sana sana muhtacım petrol…”

Adile Naşit…’Uykudan önce” programı, çocuklara masallar ve uyumadan önce hi hi hi hi hi…

Annem…

Onu bir tek ekmek yaparken, bir de yemek yaparken yakalıyorum yine…

Gerçeğe uyanmakla hakikate uyanma arasında geçen onca yılda anladım ki okuldan bana sadece bu yazıyı yazıyor olabilmek miras kalmış. Çünkü hakikatin mektebi insanın kendi ruhiye hanesiymiş…

Ben böyle tanımlamak istiyorum okul hayatımı.

İlkokul 1’i  Ovacık’ta okudum. Ne kadar zamandır okuldayım bilemiyorum. Hasan da var ve Hasan durmuyor, sürekli bir sataşma halinde. Sürekli konuşuyor. Zaza’ca konuşuyor taklit, mimik yapıp gülüyor.

Sınıftayız, bir gün öğretmen, “Sen niye yazmıyorsun” diye çıkıştı bir anda Hasan’a. Hasan hiç Türkçe bilmiyordu. Yeni yeni anlamaya başlamıştı. Biz de çok az Zaza’ca biliyoruz.

Hasan, “Malim qalemamı çina” dedi. (Öğretmenim kalemim yok)

Hepimiz daha küçücük çocuklarız, otorite var karşımızda, iyi bir şey de dese korku hakim hepimizde; Korku kimseye çok bir şey de öğretmedi. Harfleri tanımak dışında. Ne öğrendiysek bilgiye olan açlığımızdan kendimiz ögrendik.

Öğretmen, “Ne diyorsun oğlum anlamıyorum” dedi.

Hasan hiç yılmadan adamı sinir edecek kadar tekrarladı…

“Türkçe konuş oğlum…”

Hasan konuşuyor aslında ama Türkçe değil. Hasan’da korku yok.. Zazaca daha da gür sesle tekrarlayıp duruyor… “Qalema mi çina”

Adam sağır değil ya sadece anlamıyordu… Neyse akıl edip bize sordu.

“Ne diyor bu çocuğum” dedi.

Ben kalktım ,”öğretmenim kalemim yok diyor” dedim.

“Öyle desene be çocuk..”

Çocuk zaten onu diyordu kendi diliyle.

Hasan kıskanç, okul malzemesi olan fasulye tanelerimizi saklıyor, fasulyeli sayıların şekillerini bozuyor, sağa sola savuruyordu…

Bir akşam soba yanıyor, ev sıcak, Hasan uzanmış sırt üstü elleri kafasının altında yer yok, geçeyim, ben de üzerinden atlayarak geçtim. Aman tanrım kıyamet koptu. Hasan bas bas bağırıyor…

Bana Zaza’ca küfür ediyor.  İncecik rahatsız edici anlaşılmayan bir sesle konuşmaya çalışıyor ağlayarak. Annem gülüyor.

-“Ne var üzerinden geçtiysem” dedim… Bir hışımla kalktı uzandığı yerden oturur vasiyette fakat beden dili saldırı halinde.

“Çene orispiye ez qişkek manen” (Oruspu kızı ben şimdi kısa boylu kalacam…)

Kahkahalar koptu evde, kızacağımıza gülüyoruz…

“Aptal mısın, öyle insan küçük kalır mı..?”

Fakat Hasan ile başa çıkmak zordu. Annemin yetim kalmış yeğenine olan hassasiyeti devreye giriyordu; Hasan ateş oldu biz odun…

Annem, “Günahtır, yetimdir sakın karışmayın…” derdi.

Yine bir gün akşam saatleri, bir kaç kadın bizim eve geldi, ardından bizi başka odaya yolladılar, sonra ”erkek , erkek oldu” çığlıkları duydum. Annem doğum yapmıştı. O akşam bir erkek kardeşim dünyaya geldi.

Evet bir erkek kardeşim daha oldu. Biz yeterince kalabalık değil miydik zaten? Üstelik de annem ne zaman hamile kalmıştı, neden hiç fark etmemiştim..?

Adını abim koydu, Minür;  Minür öldürülen sosyalist bir gencin adıydı…

Artık evde toplamda 7 çocuk olmuştuk. En büyüğü 14 yaşında, en küçüğü yeni doğan Minür… Bir de Hasan var tabii…

Yaşadığımız yer yeşildi. Su kanalları olan güzel, bir o kadar da kirli bir yerdi. Su kanalı boyunca pis suyun içinde oynuyorduk. Haliyle çok çıbanımız olmuştu. Kanalın sonunda bir bahçe vardı. Oynaya oynaya tek başıma oraya kadar gitmişim. Evimizin karşısında bir ev vardı.  Onunda arka tarafında bir başka ev görünüyordu. İşte o su kanalının sonu o eve varıyordu. Tek başına öylece uzakta duruyordu.

Çok emin değilim ama  sanki daha önce o gördüğüm, tanıdık biri geldi yanıma .

Yaşını sorarsanız hiç bir fikrim yok, benden büyüktü…..

Oturdu yanıma…

“Ne yapıyorsun burada” dedi.

“Hiç oturuyorum” dedim. Oturduğum yerden Çimenleri yolluyordum…

“Ne güzel” dedi.

-“Beraber oynayalım o zaman” dedi. Eli bacaklarıma nasıl geldi hiç hatırlamıyorum… Korktum mu? onu da hatırlamıyorum. Bu konuda hiçbir bilince sahip değildim ki… Galiba onu ne yapacak diye izliyordum sadece….

-Oyun ne ?

Düşünceli ve meraklı bekliyorum

“Beş karış oynayalım mı?” dedi.

5 karış!!!!

Bacağımda olan eli, bir kumaştan ölçü alır gibi parmak araları açık, ayak uçlarımdan başlayarak yukarıya doğru bacağıma dokunarak çıkıyordu, “bir karış!” dedi “iki karış!” dedi, “üçüncü karış” demeden o sese ürktü… Beni kurtaran o mucize sese…

Annem beni çağırıyordu….

Adam kaç yaşındaydı bilmiyorum…Kalktı, yeşillikler arasında hemen kayboldu… Ben eve döndüm.

Ve bu durumu asla kimseye anlatmadım. Ve artık biliyorsunuz…

O gün belki hayatımın cehennemi olabilirdi. Çünkü sonrasında hayat hiçbirimiz için kolay olmayacaktı….

/Devam edecek/

 

İlginizi çekebilir