Ali Engin Yurtsever: Açlık Grevleri ve Politik Tutum

Açlık grevi, en yalın tanımıyla şiddet içermeyen, bir tutsağın sesinin ve taleplerinin karşı tarafa iletilmesinin kendi bedeni üzerinden yürüttüğü politik bir tavırdır, protestodur.

Çeşitli platformlarda kişinin kendi bedenine karşı olarak bir “şiddet” içerdiği yönünde karşı tezler olsa bile temel anlamda mücadelenin belirli ve aşılamayan bir noktada tıkanıklığın giderilmesi amacıyla kişinin bedenini protesto aracı olarak kullanmasıdır diyebiliriz. 

 TC tarihinin dikkate değer bir bölümünde zindanlar ayrı bir yer tutar. Uygulanan vahşetin dünya zindan tarihinde belirgin bir yerde durmasıyla ve sadece içerdeki tutsaklara değil, dışarıdaki yakınlarına da uygulanmasıyla öne çıkar.

A. Öcalan sadece politik-askeri faaliyet yürüten bir partinin lideri veya kişisel düşünce ve eylemlerinden dolayı zindana atılmış biri değildir. Bir halkın sömürgeden kurtulup özgürleşme mücadelesinin önderidir. Onun şahsında bir mücadele, bir halk temsil edilmektedir.

TC bunu bilmekte buna göre davranmaktadır. Bu nedenle meseleyi kişisel olarak ele almamak durumundayız, sorun ulusal düzeyde değerlendirilmelidir. Bunun dışında yapılan değerlendirmeler ya politikayı okuyamamaktan ya bilinçsizlikten ya da kötü niyetten kaynaklanmaktadır.

Tutsakların direnişinin yeni bir aşamaya evrildiği bir sürecin, açlık grevinin başlangıcındayız. Çok değil iki sene önce de hemen hemen aynı taleplerle başlayıp ve uzun süre devam eden ve Kürt Halk Önderi A. Öcalan’ın sonlandırma isteği ile biten bir AG süreci yaşanmıştı.

Bugün gelinen noktada tecrit ve zindan koşullarının daha da ağırlaşması sorunu ile karşı karşıyayız. Yeni AG sürecinin temel talepleri: tecridin kaldırılması ve artan hak ihlallerinin sonlandırılarak müzakere sürecinin yeniden başlaması gibi başlıklar altında özetlenebilir.

Uluslararası ve ülke hukukunun temel olarak kabul ettiği, BM Insan Hakları Yüksek Komiserliği Genel Kurul kararı ile 14 Aralık 1990 tarihinde alınan kararlar tutsakların temel insani haklarının gözetilmesi konusunda belirleyici olmuştur, TC hukukuna bakınca , elbette kağıt üzerinde kalmak üzere diye de not düşmemiz gerekir.

Mahkum olmak ile tutsak olmak arasındaki fark: bu ayrı iki gruba mensup, düşünce ve eylemlerinin sonucunda ilgili devlet hukuku tarafından toplumsal yaşamdan koparılan insanlardır. Bir i̇nsanın hangi gerekçeyle olursa olsun yaşamının devlet tarafından kısıtlanması, onun insan olmaktan kaynaklanan haklarının da kısıtlanması demek değildir.

Ancak başta TC olmak üzere dünya gerçekliği başka bir noktadadır. AG iradesi ve TC karşısında alınacak tavra ilişkin şu belirlemeyi yapmak gerekir: AG başlama iradesi ve taleplerini eleştirmek, erteletmek veya şimdilik bırakma talebinde bulunarak bir anlamda TC’nin yanında yer almak doğru bir tutum değildir.

Ister ideolojik ister insan hakları tarafından olsun, vicdan sahibi herkesin tutsakların yanında olması gerekir. Zulmü uygulayanın TC devleti olduğu, tutsakların sadece direndiklerini gözden kaçırmayıp, akılda tutmak gerekir. 

Neden tutsaklar, aktif olarak mücadelenin ve direnişin ön cephesinde yer aldılar, almak zorunda kaldılar da dışarısı neden pasif bir tavır sergiledi, kendimize sormamız gereken temel soru bu olmalıdır?

Faşist diktatörlüğün uluslararası desteği de alarak özelde Kurdîstan genelde de TC coğrafyasında uyguladığı özel savaş ve buna bağlı olarak gelişen vahset politikası neden başta HDP olmak üzere “sol” değer ve kimlikleri taşıyanlar tarafından yeteri kadar göğüslenmedi de bu görev tutsaklara düştü? Dışarısı daha da kötü diye mi düşünülüyor, yoksa hep olduğu gibi bedel ödemek sadece yüreklerini yerinden koparıp ateşin orta yerine atanlara mı ait olacak ?..

Bir önceki sürecin öncüsü olan ve sürecin sonunda kısmi ve geçici kazanımların elde edilmesini Medyahaber Tv’deki konuşmasında “devlet sözünde durmadı” diye açıklayan L. Güven daha net ve özeleştirisel tarzda yaklaşmalıdır. Çünkü ayak izlerinin ardında yitirilen canlar vardır. Bu sürece öncülük eden olacaksa: mücadelenin ağırlığını kavrayan, sonunda da kandırılmayacak insanlar olmalıdır.

TC tarihine devraldığı gelenekleri de dikkate alarak bakarsak zaten sözünde durmayan, kendisine karşı isyan edenleri gücü yeterse hemen, gücü yetmezse de zamana yayarak yok etmekten başka bir özelliği olmadığını görürüz. Bu nedenle düzene karşı her kavga ağır bedeller verilerek yapılmaktadır, bu nedenle bu kavgaya girişenlerin net olması “kandırılmaması” gerekmektedir. TC süreci uzattıkça uzatacaktır.

Son Grup Yorum AG ve ÖO eylemcilerinin örneğinde olduğu gibi görülmektedirki, TC artık insan ölümlerinin kendisini sarsmadığı bir noktadadır. Bu nedenle bu sürecin büyük bir olasılıkla ayları devireceğini göreceğiz.

Eylemciler hücre hücre erirken, insani haklardan mahrum bırakılırken bizler sadece düşünsel anlamda faaliyet yürütmekle yetinmemeliyiz. HDP genel politik faaliyetlerden kopmadan gücünün çoğunluğunu AG eylemine harcamalıdır, çünkü toplumsal tabanının omurgasını bu gerçeklik oluşturmaktadır.

TC ve onun sol veya sağ maskeli partilerinden ya da ideolojik aygıtlarından gelecek yıpratma kampanyalarına karşı net bir duruş sergilemelidir. Karşı tarafın safını net belirlediği bir alanda, kendi safını belirleyemeyen partiler, kendi kimliklerinin değil kendilerine verilen kimliklerin sahibi olurlar.

Nesnel gerçekliği kavrayanlar, yani devrimciler umutsuz ve karamsar değillerdir. Çünkü yıkımın nedenlerini kavrayabilmiş, çıkış yolunu görebilmiş ve mücadele yeteneklerini kaybetmemişlerdir. 

İlginizi çekebilir