Ahmed Arif’in destanı Günay Aslan’ın kitabı, tarihimiz

Günay Aslan 33 Kurşun / Yas Tutan Tarih kitabının Hüseyin Kalkan ile yaptığı söyleşisinde anlatıyor. Okumanızı tavsiye ederim. Burada Ahmed Arif’in başına getirilenlere, sonrasına ve Abidin Dino’nun işkence resimlerine ilişkin bir ek yapmak istiyorum

M. Şehmus Güzel / Yeni Yaşam

“Vurulsam kaybolsam derim

Çırılçıplak bir kavgada

Erkekçe olsun isterim

Dostluk da, düşmanlık da.”

Ahmed Arif: Akşam Erken İner Mahpushaneye’den

Günay Aslan 33 Kurşun / Yas Tutan Tarih kitabının özünü ve yayını sonrasını Hüseyin Kalkan ile yaptığı ve 28 Temmuz 2022’de Yeni Yaşam’da yayınlanan söyleşisinde anlatıyor. Okumanızı tavsiye ederim. Burada katliamı kendine özgü dili ve derinliğiyle sarsıcı bir destanla aktaran Ahmed Arif’in başına getirilenlere, sonrasına ve Abidin Dino’nun işkence resimlerine ilişkin bir ek yapmak istiyorum.

Günay Aslan’ın kitabı bir boşluğu doldurdu/dolduruyor ve tarihe kalıcı bir belge niteliğiyle ilgi çekiyor. Kitabı yazmak için izlediği yöntem bakımından ders alınacak bir araştırma örneği. Çünkü kitabı kurşuna dizilen köylülerin geride kalmış yakınlarının anlattıklarından oluşuyor. Günay Aslan bu konuda şunları söylüyor:

“Onlarla yaptığım röportajları yayınladım. 33 Kurşun’la ilgili kapsamlı bir araştırmayı (İsmail) Beşikçi Hoca yapmıştı zaten. Büyük ozan Ahmed Arif de 33 Kurşun destanını yazmıştı. Bana da acılı ailelerle konuşmak kalmıştı. Ben de bunu yaptım. Kitabım yayınlandıktan bir süre sonra Serhat Bucak ağabeyle Ankara’da Ahmed Arif’i ziyarete gitmiştim. Ona, onun 33 Kurşun şiirinden yola çıkarak yazdığım Yas Tutan Tarih / 33 Kurşun kitabımı götürmüştüm. Kitabı alırken gülümsedi ve eşi Aynur ablayı işaret ederek‚ ‘Bunu hanımla birlikte okuduk, hem okuduk hem ağladık’ dedi. 33 Kurşun şiiri yüzünden onun da başına gelmeyen kalmamıştı. Bir keresinde gözaltına alınmış. İşkence odasında polis şefi şiiri uzatıp ‘oku bakalım’ demiş ama o okumamış. Okumadığı için hayalarını elektrik kablosuyla sıkı sıkı bağlayıp saatlerce vurmuşlar. ‘Kan işedim ama inat ettim, okumadım’ dedi. İşkence sonucu komaya girmiş. Komadayken boş bir araziye atmışlar. Onu orada bir kadın bulmuş, hayatı bu sayede kurtulmuş. O görüşme bana, Ahmed Arif’in yaman bir iradeye, ince bir ruha, oldukça kırılgan, hassas ve yufka bir yüreğe sahip olduğunu gözlemleme fırsatı verdi. Çok etkilendim.”

Günay Aslan’ın yazdıklarına katkı, anlattıklarına ek olması umuduyla, Ahmed Arif’in çektiklerini Refik Durbaş’la gerçekleştirdiği nehir söyleşidekilerle, Ahmed Arif’in o günlerde Dil Tarih ve Coğrafya’daki (DTCF) hocası Güzin Dino’ya ve eşi Abidin Dino’ya aktardıklarıyla sunmak istiyorum.

Ahmed Arif 1940’ların ortasında DTCF’de Felsefe Bölümü’nde öğrencidir. Şairdir:

“Alnımızın aklığında puşt işi zulüm

Ve canım yarı geceler

Çift kanat kapılarına karşı darağaçları” diyen bir şair.

Ahmed Arif öğrencidir ve ekmek parasını kazanmak için Ankara’da yayınlanan Ankara Telgraf’ta çalışıyor. Türkiye Gençler Derneği üyesidir. Ve hatta derneğin 1949’daki fesih kongresinde feshe karşı oy kullanan tek üye O’dur. O günlerin aydın, yazar, şair mekanı “Kürdün Meyhanesi”ne bile gider: Bilhassa çok sevdiği hocası Nusret Hızır ile.

Evet, Ahmed Arif, Güzin’in öğrencisidir ve elbette o yıllarda kendi sürgününün Ankara dönemini yaşayan Abidin ve Güzin’in dostudur. İşte Refik Durbaş’la gerçekleştirdiği söyleşi kitabından aynen aktarıyorum (Ahmed Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu, Piya Kitaplığı, ikinci baskı, İstanbul, 1997.):

“Abidin Dino’nun evine giderdik. Çünkü Güzin Dino benim hocamdı, doçentimdi, Fransızca öğretmenimdi. Ben o evin oğluydum. O evin iki oğlu vardı. Biri Yaşar Kemal, biri ben. Yani ekmeğini yemişiz, öğrendiklerimizin pek çoğunu orada öğrenmişiz. (…)

Nusret Hoca, Nusret Hızır, benim çok yakınımdı. Arkadaşımdı, babamdı. Ve şiirden de anlardı. Meyhaneye giderdik. Şeker hastasıydı. Eşi Ayşe Abla peşimize düşerdi. Adamın aylığını elinden alırdı. Ama Nusret Hoca bu, ayda yılda bir olsun içmeden, sohbet etmeden olmuyor. Bana şiirlerimi okutur, gözlerinden böyle ipil ipil yaş dökülürdü. ‘Hocam özür dilerim’ derdim. ‘Deli misin oğlum’ derdi, ‘Benim duygu alemimi besliyorsun.’ Ben de ondan rica ederdim, Hocam aramızda kalsın bunlar diye… (…)

Orhan Veli de benim şiirlerimi bilirdi. Büyük hayranlıkla, büyük saygıyla karşılardı. Cahit Sıtkı da öyle. Hüngür hüngür ağlardı. Kaç kere okutmuştur bana ‘Otuzüç Kurşun’u, Karanfil Sokağı’nı… Her seferinde Cahit abi ağlardı.”

Evet, Ahmed Arif bu Diyarıbekir çocuğu dayanılabilir mi? Elbette “Otuzüç Kurşun” şiirini O yazacaktır, O’ndan iyisini de kimse yazamaz zaten. Ama Ahmed Arif’tir bu ve şiirini o sıralar yayınlamaz. Sevdiği, çok güvendiği birkaç dostuna, birkaç arkadaşına okur. Yazılı bir şey de bırakmaz. Çünkü biliyor: Yazılı bir şey “delil” olur. Başa iş açabilir. Herkese oku(ya)maz çünkü biliyor ki istenmeyen kulaklara kadar gidebilir. Ama o kadar tedbire rağmen nasıl oluyorsa oluyor ve “Otuzüç Kurşun” şiiri polisin kulağına ulaşıyor. Vay sen misin bu şiiri yazan:

“Gayrı eşkiyaya

çıkar adımız

kaçakçıya

soyguncuya

hayına…”

Polis bu, şiiri dinlemekle yetinse ya. Yetinmez. Gelirler ve Ahmed Arif’i götürürler. Ahmed Arif anlatıyor: “İşte bu ‘Otuzüç Kurşun’ şiiri yüzünden geldiler götürdüler beni. Gece sabaha kadar dövdüler. ‘Oku’ dediler, okumadım. (…) Hiçbir yerde tek satır çıkmış değil. ‘Oku’ dediler ya inat ettim, ‘ölürüm okumam’ dedim. Ne hakkınız var. Küfür edip dayak attılar sabaha kadar…

(…) Şimdi Atatürk Spor Salonu var ya, o zaman spor salonu yok, stadyum berilere kadar geliyor. Antrenman falan yapan çocuklar orada. Çevresi tellerle gerili. Dövdükten sonra o tellerden aşağıya attılar beni: Orada öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye. Acıyıp oradan çıkarıyorlar. Bir taksi çağırıyorlar. ‘Paran var mı oğlum?’ diyorlar, ‘Var’ diyorum. Ve eve gelip bir hafta yattım.

Kaldığım yer han gibi bir yer. 20-30 odası var. Ev sahibim ‘Mebus Hatçe’ derler bir kadıncağız. Çok hoş bir kadındı. Bana çorba getirdi içemedim. Komşular arasında garsonlar, bıçkınlar, lumpenler var. Bir bu kadın acıdı bana, komşuları azarladı. Üniversitede okuduğum için seviyordu beni herhalde, koruyordu. Ancak bir haftada kendime gelebildim. Bir hafta sonra sokağa çıkabildim. Hiç kimseye de anlatmadım bu olayı. En yakın arkadaşlarıma bile…

(…)

Dayağı yedikten sonra bu şiiri Salim Amca’ya, Salim Şengil’e verdim, o yayımladı. ‘Bak abi’ dedim, ‘basın yasağı var, başımıza iş açar.’ ‘Sen nene lazım’ dedi. Salim Amca ve şiiri tefrika etti.

Şimdi Allahı var Salim Amca’nın. Her seferinde yüz lira verdi. Yani o zaman ben bir işe girsem bu parayı vermezler bana. Memur olsam alamam bu kadar para. Onu da söyleyeyim bir Cahit Sıtkı’ya para verirdi Salim Şengil bir de bana. Başka kimseye vermezdi. Cahit Abi’ye de 10 lira verirdi.

İşte böyle parça parça yayımladı Salim Amca şiiri ‘Seçilmiş Hikâyeler’ dergisinde…”

“Mebus Hatçe”lere ve “Salim Amca”lara bin selam.

Ahmed Arif gördüğü zulmü, işkence, dayak ve rezillikleri Abidin Dino’ya da anlatıyor. Abidin’in 1950’lerin ortasında Paris’te sergilediği ve ismini “İşkenceler” koyduğu resimlerinde anlattıkları, bunların yansımalarıdır. O günlerde ve sonrasında Otuzüç Kurşun Parislerde de konuşuldu. Abidin bana defalarca sözünü etti, şunu da ekleyerek, “Ahmed Arif’in anlattığı işkenceleri unutmak mümkün değildir.”

Abidin’in “işkence” desenleri, daha sonra, toplu olarak bir resimsever tarafından satın alındı ve İnsan Hakları Vakfı’na armağan edildi. Vakıf da bütün desenleri İşkence. orture adı altında bir güzel kitapta topladı. (Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Galeri Nev Yayını olan bu eserin yayın tarihi unutulmuş. Yanılmıyorsam 1994 olmalı.) Kitapta “5.” Resim “isimsiz” olarak takdim ediliyor. Oysa dikkatli bakılınca resmin sol alt köşesinde dört harfli bir sözcük bulunuyor. 5 Mayıs 2005’te bu desene Güzin’le birlikte bir daha baktık, Ahmed Arif’i bir kez daha anarak, dört harfli bu sözcüğü çözmeye çalıştık. Güzin’le aramızda aynen şöyle bir konuşma geçti.

MŞG: Bunu nasıl deşifre edebiliyorsunuz?

GD: Keje.

MŞG: Efendim?

GD: K var E var, üstünde nokta var bu J, E var. Keje okunur, yani şöyle bakınca.

MŞG: Evet ben de Keje okudum. Desende sırt üstü uzanmış veya uzatılmış bir erkek var.

GD: Acaba bir şeyin formülü mü? Bilemediğimiz bir işkence formülü mü?

MŞG: Bilemiyorum. Ben de onu merak ediyorum.

GD: Bunu ben de bilemiyorum, Keje, yahut birisinin bir arkadaşı mı?

MŞG: Bir isim olabilir…

GD: Bize işkenceleri tafsilatıyla anlatan Ahmet Arif’tir. Zaten “önsöz”de (adını andığım kitapta. MŞG) bahsediliyor.

MŞG: Keje niçin önemli biliyor musunuz? Çünkü bir Kürt ismidir, aynı zamanda.

GD: Ahmet Arif Kürttü.

MŞG: Evet Ahmed Arif Kürttür. Bir de bu işkencelerden önce yazdığı bir şiir vardır “Otuzüç Kurşun” diye; orada geçen kahramanlardan birinin ismi olabilir mi?

GD: Bilmiyorum.

Abidin Dino’nun kitaplığında Ahmed Arif’in o çok sevilen o çok ünlü şiir kitabı: Hasretinden Prangalar Eskittim var(dı) (Bilgi Yayınevi, Ankara, Kasım 1968). Abidin bir gün gösterdi:

Ahmed Arif birinci sayfasına yazmış şu satırları ve imzalamış. Tek harfine dokunmadan aktarıyorum:

“Değerli Hocam Prof. Güzin Dino ile sevgili Ağabeyim Abidin Dino’ya, sevgiyle, sayğıyla,

onurla… 29 Ocak 1969. Ankara”.

Bu kitabın son şiirinin ismidir  “Otuzüç Kurşun”.

“Lo biz seni hapislerde sevdik…

Biz seni sürgünlerde…”

Günay Aslan, Hüseyin Kalkan’la yaptığı söyleşide, 33 Kurşun / Yas Tutan Tarih’in yayınlanmasından sonra olanları da anlatıyor. Unutulmasınlar diye buraya alıyorum: “(…) 1990 yılında yayımlanan kitabım çıkar çıkmaz yasaklandı. Kitaba önsöz yazan Apê Musa (Anter), Pencere Yayınları sahibi Muzaffer Erdoğdu ve ben birlikte yargılandık. 33 Kurşun kitabımdan ötürü bir buçuk yıl hapis yattım.”

Günay Aslan Avrupa’ya çıktıktan sonra, çalışmasını 3 bölüm halinde belgeselleştirdi. Eserleri toplumsal ve siyasi tarihimize ve ihmal etmememiz gereken sözlü tarihimize önemli birer katkı olarak da anılmayı hak ediyor. Kitabı ve belgeseli örnek alınası çalışmalardır. Yazar bu konuda şunları söylüyor: “Belgesel, tarihe kalması açısından önemliydi, zira o zaman konuştuğumuz insanların bazıları artık yaşamıyor… Senaryosunu da bir arkadaşla hazırladık. İmkan olsaydı filmini çekmek isterdim ama artık bizden sonrakiler belki buna ilgi duyar ve yapar diye umut ediyorum. Bu sene katliamın 79’uncu senesi.”

Aklımızda bulunsun. Gelecek yıl sekseninci yılı olacak. Otuzüç kişi Van ili Özalp ilçesi Sefo Deresi’nde sorgusuz sualsiz kurşuna dizildi. “33 can, 33 umut, 33 sevda, 33 özlem, 33 insan” anılmalılar.

 

İlginizi çekebilir