Müslüm Yücel: Hakan!

Yazarlar

Hakan Bakırcıoğlu, öldü ve onun ölümünü kabul etmek zor olacak; onu hastaneden aldık, kiliseye gittik, dualar eşliğinde mezarlığa götürdük, son görevlerimizi yerine getirdik… Ölüm kötü bir şeydi, bunu bir daha etimizde, iliğimizde duyduk. Kadim sorular içimizde, vida gibi içimizde döndü, durdu: Ölenler için mi, yoksa yaşayanlar için mi ölüm acıydı. Şimdi acıyı mı paylaşıyorduk, yoksa, doğmuş olmanın acısını mı ölüm ortaya çıkartıyordu. Bir tek şey vardı, kalbimizden hızlıca bir kan bütün gövdemize yayılıyordu; eskilerin ruh dedikleri bu olsa gerekti ama Hakan söz konusu olunca, sanki sadece kalbimizden bir şey yanmıyordu, beynimizde de bir zar gibi bir şeyler kımıldıyordu, bir acı bilgi mi desem yoksa, ruhun farklı bir biçimi mi, artık her neyse, o da yanıyordu. Bir şey söylemek gerekti ve bu da ruh olsa gerekti, herkesin ruhu, çok açıktı, ateşti ve bedenleri sarmıştı; bu başka bir dildi; dil, ölümü duyurur, dil ölümdür; işi duyurmaktır, bu vardı.

Hakan’ı toprağa verdiğimiz gün, gökte bulutlar da vardı, hepsi pürüzsüzdü, bulut değil de sanki birer melektiler; göğün kapılarını açmışlardı, el ele vermişlerdi, ağır misafirleri vardı. Hakan’ın ölümünü kabul etmiyorduk. Çok gençti… Bu ölüm karşısında kapı çivisi kadar kendi içimizdeki yumuşaklığa sığınmıştık, bir yerimiz kanıyordu; beynimiz, sanki kalbimizi avuçlarının içine almıştı… Her bir şeyi, dişiyle tırnağıyla elde eden, tuttuğunu koparan, bir kere selam verdiğini hiç bırakmayan, çakmak taşı gibi sert ve hastalık yüzünden bir istiridye gibi içine çekilen bir gencin ölümü karşısında kim ne yapabilirdik ki… Dünya sisti ve bu sis, hayat dediğimiz ne varsa, bütün çatlaklarından sızıyordu…

Hakan’ın ölümü dağ gibi çöktü üstümüze, sanki biri içimize benzin döküp, ateşi yaktı.

Epey bir zamandır Hakan’ya görüşemiyorduk. En son baldızı için bir ev arıyordu, bana geldi, yemek yedik, çay içtik… Mutluydu, eve bekliyordu. Eşiyle yeni bir hayat kurmuştu. Çoluk çocuk istiyordu. Sonra telefonla konuştuk. Pandemi de vardı. En son yedi ay kadar önce, telefonla görüştük, bugün, yarın, sonraki hafta görüşürüz…

Görüşemedik, bugün, sesi kulağımda, kardeşleriyle, yakınlarıyla bir aradayız. Ailesi, bizim oradan Kâhta’dan; Bakırcıoğlu soyadıyla biliniyorlar, köklü bir Ermeni ailesi. Kâhta, Kürt ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu bir şehirdi bir zaman. Şimdi, bir aradayız. Bizi bir araya Hakan getirmiş; herkes var, bir tek o yok. Hakan’ın kardeşleri de iki çeşit; üçü babalarına benziyor, diğerleri annelerine… Onlara bakıyorum. Hakan annesine benziyor. Hakan’ın küçüğü Serdar, Hakan’ın kopyası gibi, Erkan, babasına benziyor. Önder’de bir işçilik var, hem annesine hem babasına benziyor.

Geçen hafta, benim için çok bunaltıcıydı, bir sabah ağlayarak uyandım, niye ağlıyordum, kime ağlıyordum bilmedim… Umudum, beklentim, hatta ikisine eklediğim bir hayalim bile yoktu. Bir amcaoğlu var; Mehmet Şükrü, o aradı. Şükrü, hem Hakan’ın hem de Erkan’ın yakın arkadaşı; İstanbul’da birlikte okudular. Bu iyi geldi, bir tanıdığın araması, sorması…

Hakan’dan söz ettik. Ben sitem ettim, “beni aramıyor” dedim. Ben zaten kimseyi aramasını bilmem. Herkesin işi gücü vardır, rahatsız etmekten korkarım. Şükrü, ısrar etti, “ara” dedi, açar. Bir gün sonra yine kötü kalktım, Hakan’ı aramaya karar verdim ama arasam ve açmasa kızacaktım, küsecektim… Özlemez miyim, deli gibi ama aramadım… Vatsaptan bir mesaj attım. Hemen yanıt geldi: Hakan yoğun bakımda… O anda, ayrı bir canım yandı. Anladım, yanıt veren kendisi değil, eşi…

İki gün sonra, ölüm haberi geldi… Erkan’ı aradım, “kaybettik” dedi…

Hakan, akciğer kanserine yakalanmıştı. Bu sadece onun ve ona yakın birkaç arkadaşının bildiği bir şeydi. Şunu anladım: Hakan kendini kapatmış ve oldukça profesyonel bir şekilde hastalık meselesini çözüp herkesin karşısına çıkmak istemiş. Hatta ilk kemoterapi iyi gelmiş, dökülen saçlarının yeniden yeşermesini umut etmiş. Serdar’la tatil planları yapmış, İzmir’den ev bakmış, Kocaeli’ni düşünmüş… Elindeki dava dosyalarından söz etmiş ki bu dosyalardan hiç kopmamış. Deprem olmuş, Adıyaman’dan Kâhta’dan tanıdıklarını aramış, destek sunmuş, sürekli bilgi almış… Herkesten bilgi de alıyormuş; hasta bir akrabasına ve yine ihtiyacı olan bir arkadaşına para yollamış. Herkesi takip ediyormuş, kimsenin onu takip etmesini istememiş yani. Ailesinin olup bitenden haberi yok. Annesini üzmek istememiş. Sevdiği kim varsa, onu ilk nasıl gördülerse, öyle görünmek istemiş, belli, kimse son halini görsün istememiş. Latin şairleri gibi içine çekilmiş, tanrılarla bir olmuş, onlarla konuşmuş…

Bu yapılır mı?

Yapmış.

Sitem mi ediyorum, değil. Şimdi, o yokken, şunu sormam gerekiyor. Biz dirimiyiz, sadece ruhumuz bedenimizi terk etmemiş ve hayatın bize verdiği büyük huzursuzluklar içindeyiz, hepimiz ölüme giden kapıların önündeyiz, bir şeye çarpar gibiyiz ya da bir şeyden geçer gibi durgunuz; bölünmüş kelimeler içindeyiz, seslerimizi arıyoruz, inildeyişlerimizle kaybolup gidiyor anlam dediğimiz ne varsa, karanlık dedikleri o kesik, şimdi dedikleri o kendinden kopma; burada, bu dünya diye büyüttüğümüz bir şey yok, yitirmek bile, yarım ya da eksik; dilsizlik bile kalbin gözünü sağır edercesine çökmüş, evlerin duvarlarının testereye döndüğü bir yerdeyiz, duvarlara sinmiş görüntüler de bir şey vermiyor artık… İnsan dediğim büyük kimsesizliktir. Bizim kimimiz var, biraz anılarımız… Ben Hakan’ın berbere gidip ilk tıraş olduğu zamanı hatırlıyorum ve bu birkaç gündür de bu anılar içinden çıkamıyorum. Urfa, Kahta, Antep, İstanbul… Doksanlı yılların ayak sesleri: “Burjuvazi bizi savaşa davet ediyor, davetleri kabulümüzdür…” gibi şeyler söylediğimiz…

Kimileri bu dönemde harıl harıl ders çalışıyor. Kimileri jokerle sınavlara giriyor, kimileri üniversite garantisi veren cemaat dershanelerine gidiyor, ki sonraları, bunların bir kısmı yeteneksiz oldukları için- doktor olanlar, aile hekimi; avukat olanlar, siyasete ya da bir ucundan insan hak ve hürriyetleri diyerek başımıza vekil ya da reis bile oldular…

Kimileri de okula gitmediler; dağa gidenler, hapiste çürüyenler, sürgünde hayatı öğrenenler, ölenler, ayakları kesilenler, mezarı bilinmeyenler…

Hakan idealist bir avukat oldu. Dava almak, para kazanmak ya da bir yerden parlamak gibi bir niyeti yoktu; her dava bir düşünceydi. İdeal, konuşup bir şey söylemeye, yaptığını reklam nesnesine dönüştürmeye izin vermezdi zaten; ideal, Hakan’ın yaptığıydı, susardı; konuştuğu yere, bu yüzden dava denildi.

Hrant Dink Davası vardır ve Hakan, bu davanın hukuk ve siyaset felsefesi içinde konuşanı oldu. Katiller vardı ama katillerin arkasındaki duvar, katillerden daha önemliydi; birilerini, birkaç tetikçiyi hapsederek, yerine geldiği söylenen hukuk, hukuk değildir, buna meydan veren bir sistem vardı; dosyalar, iki de bir biçim değiştiriyordu; bir sürü örgüt ve cemaatin adı geçiyordu. Aslında bir fotoğraf her şeyi söylüyordu, hatırlarız. Hrant vurulduğu gün, katiliyle polis, hatıra fotoğrafı çekti. Adalet buydu…

Hakan bu davayı aldı. Sabahlara kadar bu davayla ilgili çalıştı. Bu sadece bir dava değildi. Bu yamyamlık kültürüydü; yiyip yutan, kusan ve kusturan bu kültürün, hiçbir ufku yoktu, bir tek o vardı ve tek özelliği egemenliğiydi, tek şey istiyordu; boyun eğ ve yaşa…

Bu elbette ki insanlığı kalpsizleştirir, elbette ki aklı da dışa iter.

Bu toprakların kadim halklarına artık bizi bile alıştırdılar, “öteki” diyoruz. Çünkü devlet denilen bir şey var ve devletler, ulus biçimindeler. Öteki demek, izlerin de silinmesidir ve modern denilen o plastik cerrahi, ötekini üretmek bile ister; kendine yedek parça arar, biraz folklor yükler; güzel Ermeni yemekleri yapan yerler, Rumca şarkılar deyip içerlenirler… Artık onu sevmek bile söz konusu değildir, onu kendince üretmek, onu kendi egemenlik nesnesi haline getirmek, önemli olan budur, çok mahirdirler…

Buradan kalkıyor Hakan… Buradan bu davayı göğüslüyor. Göğüsledikçe duvar da ha bire yükseliyor. Bu duvar tek şey vaat ediyor: Gölgemde dur, sarmaşık gibi de bana dolanma, beni aşma… Nedir ki bu dünya, “kim halas olmuş cihandan olmadan candan halas” dercesine bu duvarı aşıyor Hakan…

Şimdi onun anıları önündeyiz. Annesi, artık inatçı oğlunun ölümünü biliyor. Annesine bir kere demişti, ben bu gömleği giymem. Giymemişti. Rakel Dink, Perihan teyzenin yanında oturuyor. Rekel’in bir zamanlar yaktığı Kürtçe ağıt kulağımda. Rekel, nasihat ediyor, bir azize gibi konuşuyor “Allah seni görüyor, sen onu görmüyorsun… Bir kere bak göreceksin.”

Kâhta’dan Hakan’ın akrabaları da gelmişler. Kâhta şivesiyle konuşuyorlar. Hakan’ın eski yeni arkadaşları da buradalar. Hakan kime değmişse, sürüyor anıları, sohbetleri. Kardeşleriyle kesik kesik anılarımız var. Bense hala Urfa’daki evdeyim, üç kardeş, ders çalışıyorlar. Küçük bir ev…

İlginizi Çekebilir

Merkan Aysoydan: Hedef HDP’siz Hükümetler  
Oktay Candemir: Çanak Anten

Öne Çıkanlar