2022’de 100 milyon kişi yaşadığı yerden ayrılmak zorunda kaldı

Dünyada iklim ve toprak verimliliği açısında en iyi yer olarak kabul edilen 25 ve 26. kuzey paralelleri arasındaki bölge, nüfus olarak da en yoğun yer.

Yaklaşık 279 milyon kişinin yaşadığı bu dar kesit Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Çin, ABD ve Meksika gibi ülkelerden geçiyor.

Ancak bu bölgede de verimliliğin giderek azaldığı tespit ediliyor.

Türlerin normalde var olabileceği koşullar aralığı olan iklim nişleri, bazı yerlerde çok daha hızlı olmakla beraber, dünya genelinde günde ortalama 1,15 metre hızla kutuplara doğru ilerliyor.

İnsanlığın iklim nişi -11 ila 15 santrigrat derece arası.

Değişen iklime uyum sağlamak için ekvatordan kuzeye doğru göç ederken insanlığın da bu iklim nişini kovalaması gerekecek.

Bu yüzyılda dünya ısındıkça, tarım imkansız hale geldikçe ve insanları yerinden eden dayanılmaz kuraklıklar, seller, yangınlar, fırtınalar ve kıyı erozyonları arttıkça endişelenmemiz gereken tek sınır, yaşanılabilirlik sınırı.

İklim krizi yüzünden yaşadıkları yerler yaşanılamaz hale gelen ve oralardan ayrılmak zorunda kalan insanların sayısı her yıl artıyor.

Bu sayı 2021 yılında 89,3 milyon, 2022 yılında ise 100 milyonun üstündeydi.

Bu yıl Pakistan’da yaşanan seller 33 milyon kişiyi yaşadıkları yerlerden uzaklaştırdı.

Afrikada’da ise milyonlarca kişi kuraklık ve açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Eğer herhangi bir şey yapılmazsa 2050 yılına kadar yüz milyonlarca kişinin daha yaşadıkları yerden ayrılmak durumunda olacağı öngörülüyor.

‘İnsan iklim nişinin geleceği’ adlı bir çalışma, 2070 yılına kadar bu sayının bir ila üç milyar arasında olacağını öne sürüyor.

İklim değişikliğinin yarattığı tehdit ve bunun sosyal yansımaları, ulusal güvenlik kavramını gölgede bırakıyor.

Peki bu kadar çok kişinin hareket haline geçmesi, görünüşte ulusal güvenliği korumak için dayatılan siyasi sınırları anlamsız kılacak mı?

Günümüzde meydana gelen sıcak hava dalgaları, savaşlardaki şiddetin doğrudan sonucu olarak ölenlerden daha fazla insanı öldürüyor.

Diğer taraftan küresel popülasyonda hala artış kaydediliyor.

Afrika’da nüfusun 2100 yılına kadar üç katına çıkması öngörülüyor.

Dolayısıyla göç etmek zorunda kalacak insanların sayısının da artacağı belirtiliyor.

Kuzey ülkelerinde ise nüfusta tam tersi bir düşüş kaydediliyor ve toplumlar giderek yaşlanıyor.

Uzmanlar, kontrollü kitlesel göç ile bu iki durum arasında köprü kurulabileceğine inanıyor.

En büyük engel sınırlarımız

Böylesine kontrollü bir göçün önündeki en büyük engel ise sınırlarımız.

Bugün dünya nüfusunun yüzde 3’ünden biraz fazlası uluslararası göçmen kategorisinde yer alıyor.

Bununla birlikte, göçmenler küresel GSYİH’nın yaklaşık yüzde 10’unu veya 6,7 ​​trilyon doları oluşturuyor.

Göçmenler küresel ekonomiye kendi ülkelerindekine kıyasla yaklaşık 3 trilyon dolar daha fazla katkıda bulunuyor.

Bazı ekonomistler dünyada serbest hareket olması durumunda küresel GSYİH’nın iki katına çıkabileceğine inanıyor.

Ayrıca bazı araştırmalar, küresel hareket kısıtlamalarının ortadan kaldırılmasının kültürel çeşitliliği de artıracağını ve böylece inovasyonun gelişeceğini öne sürüyor.

Buradan sınırları kaldırmanın ya da en azından daha esnek bir hale getirmenin, insanlığın küresel iklim değişikliğinin stres ve şoklarına karşı direncini artırma potansiyeline sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

İyi yönetilirse böyle bir hareket herkesin yararına olabilir.

Bunun için ülkelerin göç hareketlerini kontrol etme zihniyetinden silkinip göçü yönetmeye odaklanması gerekiyor.

En azından işgücü göçü ve hareketliliğini yasal hale getirebilmek için yeni mekanizmalara ve iklim ve savaş tehlikelerinden kaçanlar için çok daha dayanıklı koruma planlarına ihtiyacımız var.

Örneğin dünyada herkese doğumda verilen vatandaşlığa ek olarak resmi bir Birleşmiş Milletler vatandaşlığı da verilebilir.

Vatandaşlık bir insan hakkı olsa da, mülteci kamplarında doğanlar, belgeleri olmayanlar veya bu yüzyılın sonunda yok olacağı söylenen küçük ada devletlerinde yaşayanlar için böyle bir fırsat, uluslararası tanınma ve yardım için tek son çare olabilir.

Siyaset Bilimci David Held, artan küreselleşmeyle ulusal sınırlarımızı aştığımızı, artık “kader toplulukları” içinde yaşadığımızı ve küresel düzeyde kozmopolit bir demokrasi oluşturmamız gerektiğini savunuyor.

İklim krizi düşünüldüğünde yepyeni küresel işbirliklerine, göç konusunda uzmanlaşan özel kuruşlara ve uluslararası vatandaşlık modellerine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Tüm bu faaliyetlerin bedelinin ise vergilerimizle ödenmesini ve devletlerin sorumluluğu altında olmasını öneriyorum.

Doğaya tutkulu, koruma merkezli ulus devletleri

Ulus devletinin icadı, küresel işbirliğinin önünü açan çok güçlü bir araç.

Siyaset Bilimci David Miller’ın dediği gibi, “Uluslar, işlerini birlikte yapan topluluklardır.”

O zaman iklim kriziyle mücadele için önümüzdeki kısıtlı sürede hali hazırda varolan ulusal devlet sistemimizi dağıtmanın veya tamamen terk etmenin bir anlamı yok.

Fakat güçlü devletlere ihtiyacımız var.

Yalnızca güçlü devletler türümüzün iklim değişikliğinden kurtulmasına yardımcı olacak yönetim sistemlerini kurabilir ve farklı coğrafyalardan kitlesel göç hareketlerini doğru bir şekilde yönetebilir.

Bunun için yönetimleri farklı olan, yeni devlet modelleri keşfetmemiz gerekebilir.

Mesela iklim değişikliğinden en çok etkilenen devletler daha güvenli yerlerden toprak mı alacak? Yoksa toprağı kiralayacak mı?

Acaba çevrelerindeki bölgeye göre farklı yetki ve kurallar altında faaliyet gösteren kiralık şehirler veya dalgaların üzerinde kurulan yeni eyaletlerle mi karşılaşacağız?

Bunlar önemli sorular.

Ulus devleti kavramını daha kapsayıcı hale getirmek ve böylece yerel bağlantıları güçlendirirken daha büyük ve adil küresel ağlar oluşturacak bir sistem oluşturmamız gerekecek.

Dil ve kültürel çalışmalarımıza dayalı olarak hemcinslerimizle bir ortaklığı, bir akranlığı teşvik etmenin birçok faydası var.

Böylesine bir ortaklık duygusu insanlarda vatanseverliği de doğuruyor.

Öyleyse milletlerimizin havası, toprağı ve suyu hakkında vatanseverlik duygusu uyandırarak insanları onlara sahip çıkmaya teşvik edebilir miyiz?

Bunun için bir yaklaşım, askeri ve diğer güvenlik kurumlarını iklim değişikliğine karşı mücadeleye dahil etmek veya afet yardımı, doğa restorasyonu, tarımsal ve sosyal mücadeleye destek için gençler ve göçmenlerle çalışmak olabilir.

Yeni vatanseverlik tanımlamamız ortak iyiye dayalı, doğaya tutkulu, koruma ve muhafaza merkezli olabilir.

Örneğin Kosta Rika, “iyi yaşam” anlamına gelen pura vida terimini ulusal bir ahlak, mantra ve kimlik olarak benimsiyor.

1970li yıllarda Kosta Rika, komşu ülkeler Guatemala, Nikaragua ve El Salvador’da şiddetli çatışmalardan kaçıp gelen mültercilerin ülkeye giriş yapmasına izin verdi.

Daimi bir ordusu olmayan ve bunun yerine sağlık ve eğitim gibi sosyal hizmetlerin yanı sıra doğanın korunması ve restorasyonuna büyük yatırım yapan küçük bir Orta Amerika ülkesi olan Kosta Rika, bu yaklaşımını ülke olarak karakterini tanımlamaya ve yeni göçmenleri entegre etmeye yardımcı olmak için kullandı.

İnsanların doğdukları yere bağlı olduğukları, bu sınırlı coğrafyanın bir insan olarak değerlerini veya bir birey olarak haklarını etkilediği düşüncesini ve sınır çizgilerini aklımızdan çıkarmaya çalışalım.

Buun yerine bu çizgilerin dünyanın hepimize sunduğu zenginliklerin birer kaynaşması, geçiş noktası olarak görelim.

/BBC/

İlginizi çekebilir